Karşı hegemonya-Deniz Yıldırım
Dün sabah bilgisayarın başına oturduğumda Tanıl Boranın kaleme aldığı Hegemonya başlıklı bir yazıya denk geldim. Yayınlandığı siteye baktım: Birikim; yazarı da Birikim Dergisi Yayın Koordinatörü olunca, saflığıma veriniz; önce umutlandım.
İlk satırlarını okurken şöyle bir beklentiydi benimki: AKP hegemonyasının en çok da ideolojik düzeyde yeniden üretilmesini sağlayan; ona statüko, askeri vesayet, merkezin otoriter güçleri karşısında demokrat ve hatta devrimci roller yükleyen; diktanın böyle inşa edilmesine başından beri ideolojik harç taşıyan bir düşünce odağı olarak bir özeleştiri vermek istedik. Evet, bu satırları görmek istedim.
Ya da belki şuydu okumak istediğim: Birikim olarak hegemonya ve AKP hegemonyasının yeniden üretilmesi bahsinde söz üretmeye başlarken önce şunları belirtmeliyiz; 2002de AKPnin seçimleri kazanmasından sonra Muhafazakar Demokrat Devrim başlıklı bir sayı yaptık; ilk yıllarında AB özgürlükçülüğü söylemi üzerinden bu hegemonyanın soldan ideolojik gıdasını hiç eksik bırakmadık, solda bu yanılsamaya; AKP hegemonyasına, dikta inşasına giden sürecin soldan meşrulaştırılması görevine esaslı katkı yaptık; bunu da geçtik; 12 Eylül 2010 referandumunda Türkiyenin burjuva demokratik devrimini tamamlamak üzere olduğu için, yetmediği için değil; devrimci olduğu için Evet kampanyasında AKP hegemonyasına ideolojik harç sunduk; bu hegemonyanın üretilmesinde; ideolojik olarak tesisinde ciddi payımız, hatamız var tarzında bir açıklama, özeleştiri bekledim. Saflığıma verin, affedin. Başlık hegemonya, öznesi AKP, yazarı da Birikim Yayın Koordinatörü olunca bir anlık boş bulundum.
Şaka bir yana; bu yazıda meselem Tanıl Bey değil; Tanıl Beyi tanırım; insani olarak selamlaşmışlığımız, Ankarada sohbet etmişliğimiz vardır. Hoş sohbet, üretken ve nazik bir insandır. Kişisel algılanmasını istemem. AKPnin hegemonyasının yeniden üretilmesiyle ilgili bir tartışma Birikim sayfalarından açılıyorsa ve bu tartışmayı derginin Yayın Koordinatörü yürütüyorsa orada mesele zaten kişisel değildir; bir ideolojik cenahın saptamasıyla karşı karşıya olduğumuz açık. Eleştirim her şeyden önce bu nedenle kişilere değil; temsil ettikleri ideolojik siyasal konumlanmaya ve hatta bu konumlanmanın AKPnin hegemonyadan diktatörlük aşamasına doğru geçişte oynadığı rolü hiç olmamış gibi geçiştirerek hegemonya bahsinde eleştirel konuma yerleşmesinedir.
Bu kaydı düşerek başlayayım. Çünkü yazıda itiraz ettiğim birkaç nokta var. Önce katıldığım yeri belirteyim: Evet, hegemonya karşıtlarını kendi dilinle, kendi tartışma gündeminle, sınırlarını senin belirlediğin bir sahada mücadeleye sıkıştırman halinde yeniden üretilir. Bu tartışmasız. Fakat hegemonyanın yeniden üretilmesinin tek koşulu bu olmadığı gibi, karşıt bir hegemonyanın üretilememesinin nedeni de sadece bu olamaz. Zira yazıda genelde hegemonya, özelde AKP hegemonyasının örgütlenmesi maddi bir süreç olarak görülmüyor, söyleme, ideolojik rızaya indirgeniyor.
Dolayısıyla, katılmadığım kısımlara geleyim. Önce bir alıntı, yazının bir yerinde anti-AKP konumun AKP hegemonyasını yeniden ürettiğini ima ediyor Tanıl Bey, şöyle ki: Lakin bu reaksiyonlarda da arka planda bir hegemonya jeneratörünün vınlamasını işitmiyor musunuz? Muktedirin provokatif sözleriyle inatlaşmaya talimli zihinler, iktidarın zihniyet dünyasına kısılıp kalmazlar mı? Anticilik, iktidarın ağzına bakar hale getirmez, tabiliğe sürüklemez mi?
Bu bakışı pek de es geçmemek, tartışmak gerekiyor. Evet, muhalefet hattı AKPyi sınıfsal karakteriyle okumalı; iktidar bloğunu bu çerçevede yorumlamalı; tarihsel olarak bugün gelinen noktada da AKP bir sonuç olarak ele alınmalı. Tanıl Beye Birikim çevresinin AKPye hiç böyle bakmadığını hatırlatarak; merkez-çevre; askeri-sivil vesayet güçleri karşısında kim yer alıyorsa ona sınıflardan azade bir demokratlık atfeden siyaset okumasının eleştirisiyle başlamasını da önererek elbette. Fakat bu anti söylemin eleştirisinde başka bir şey daha var. 12 yıllık AKP döneminde Türkiye liberal sol ideoloji dünyasının bakışını ve siyasal/konjonktürel tavırlarını bana kalırsa hep bu analiz belirledi. AKP gıcıklığı yapmayın, iyi şeyler yaptığında onaylayın, niyet okumayın, demokratikleşme yolunda adımlar atıyorsa anticilik yapmayın, destekleyin ki; oradan uzaklaştığında eleştirebilecek meşruluğunuz olsun bakışı bu. 12 Eylül 2010 referandumunda ortaya atılan Yetmez Ama Evet tercihi tam da böyle bir ideolojik pusulanın ürünüydü. AKPyi inşa etmek istediği uzun vadeli siyasal-toplumsal düzenden kopuk; konjonktürel kazanımlar ekseninde okuyan; kendi demokrasi ve özgürlük perspektifini onun makro hegemonya sahası içinde eriten ve o hegemonyanın inşasına katkı verirken hep anti konumdan uzak kalmayı seçen bir siyasal pozisyondu bu. Bu açıdan Tanıl Beyin anti alana sıkışmama önerisine kesinlikle katılmakla birlikte; Birikim gibi ideolojik yeniden üretim çevrelerinin AKP devrinde anti-AKP konumun eleştirisi üzerinden kendisine sol alan açtığını da hatırlatmak görev gibi geliyor burada.
Diğer bir mesele; hegemonyayla mücadele, hele karşı-hegemonya iddiası, bir miktar da iktidar yokmuş gibi davranabilmeyi gerektirmiyor mu? cümlesinde saklı. Tanıl Bey kendi hikayemizi yazmaktan söz ediyor. Kim itiraz edebilir ki? Buraya kadar tamam. Peki tamam olmayan ne?
Tamam olmayan şey şu: Hala şöyle bir yerde duruluyor kanımca: AKPnin ya da muktedirin yaptığı şey aslında gündem oluşturmaktır; biz bu gündemin içinden konuşmayalım; karşı hegemonya için kendi hikayemizi yazalım. Bu bakışın temel sorunu; AKPnin ağır dinci-diktacı ve yağmacı saldırılarıyla birleşen gündeminin önemsizleştirilmesi. Türkiyenin iyi-kötü 200 yıllık modernleşme tarihinin yurttaşlık adına, laiklik adına ve asgari katılım adına hangi kanalı ya da mecrası varsa yukarıdan aşağıya tasfiye edilirken; bu gündem hafta başındaki Din Şurasında Erdoğan tarafından defanstan ofansa biçiminde en tepeden ilan edilmişken kendi hikayemizi yazalım, bunları görmeyelim ifadelerinden yükselen; iyi niyet yüklü temennilerin ötesine geçmeyen; gerçeklikle ve nasılla, hayatın dayattığı somut ihtiyaçlarla bağını bir türlü oluşturamayıp sözünü orada kesen yaklaşımlar da tarihdışı ve siyasetdışı kalmaya mahkum. Hegemonyayı doğru teşhis edemeyen bakıştan; saldırının karakterini netleştiremeyen perspektiften karşı hegemonya önerisi de somut olarak bu yüzden çıkamıyor. Kendi hikayemizi yazalım temennisinin ötesine bu yüzden geçilemiyor; Ermenekli Recep Amcanın, anaokulundan itibaren dinciliğe teslim edilecek olan Ayşenin, Fatmanın; ağır baskılarla mücadeleyi kendi gündem sıralamasının başına yerleştirmiş Alinin, Hüseyinin somut ihtiyaçları; direnme ve saldırıyı püskürtme yönündeki acil ihtiyaçları içinden konuşamıyor. Ağır yağma, işçi ölümleri, dincileşme ve dikta saldırısı bu; kendi hikayemiz bunun dışından yazılmayacak; aksine anlatılan senin hikayendir. Anlatılan bizim hikayemizdir.
Burada hala AKPnin yapay gündemler yarattığı; bu gündemler üzerinden karşıtlarını kutuplaştırdığı yönünde bir alt mesaj da var. İşin bir boyutu budur; fakat bununla sınırlı değil. Mesele bugün hiçbir saldırıya gündem değiştirme gözlüğü ile bakmamak ve her saldırıyı bu bütünlüklü, örgütlü saldırı içinden anlamlandırmakta. Ve ona yanıt üretmekten, öfkelenmekten dolayı çalınmıyor enerjimiz; bu öfkeyi kurucu bir seçeneğe dönüştürecek örgütlenmelerden yoksun olduğumuz için; saldıranlar örgütlü; saldırı altındakiler örgütsüz olduğu için çalınıyor.
Dediğim gibi; Tanıl Bey muktedirin sözleri üzerinden gelişen öfkenin, tepkinin enerji çaldığını belirtiyor; karşı hegemonyanın inşasında engele dönüştüğünü ima ediyor. Buna da iki itirazım var. Baskı dönemlerinin özelliğidir; baskılanmış siyasallıklar böyle dönemlerde açığa çıkar. Rejimin sınıfsal, ideolojik ve siyasal temsiliyetini kendi şahsında toplayan bir kişinin her saldırısı; sözü, kini karşısında öfke biriktirmek AKP hegemonyasına harç taşıyorsa; o öfkenin en sonunda nasıl olup da Gezi/Haziran Ayaklanmasına yol açtığı; muktedire duyulan öfkenin nasıl bir karşı hegemonya imkanı yarattığı ve bu direnişin AKP hegemonyasında nasıl gedikler açtığı da pek anlaşılamamış demektir. Boğazımıza her gün bastıran, her gün kürsüden halka saldıran, küfreden bir muktedirin kemiğe dayadığı bıçaktır Geziye yol açan; o saldırıyla hesaplaşmama, o öfkeyi ciddiye almama hali olsaydı; Türkiye tarihinin en görkemli halk ayaklanmasına tanık olmayacaktık büyük olasılıkla. AKPnin eskisi gibi hegemonik yönetememesi, Geziden sonra hiçbir şeyin aynı olmaması; AKPnin zora dayalı yönetme, sopayla yönetme dışında seçeneksiz kalması tam da bu öfke sayesindedir. AKP hegemonyasına güç veren değil, sarsan şeydir o enerji.
Gündelik, toplumsal ve siyasal hayatın her alanına bir ahtapot gibi yayılmak isteyen; bu anlamda klasik bir siyasal partiyi ve onun gündemini aşan bir iktidar tasarımı karşısında öfke Somada, Ermenekte sınıfsallaşır; Din Şurasında laikleşir ve yurttaşlaşır; ortak alanlarını savunurken de Haziranlaşır. Saldırıya barikat; saldırıyı geldiği yerde durdurma ve geriletme görevini önüne koymayan bir karşı hegemonya projesi ise; AKP hegemonyası içinde yeniden erimeye mahkum. Bu nedenle anti konum karşı hegemonya için zorunludur; ancak yetersizdir. Yoksa karşı hegemonyanın önündeki engel değildir. Tarihsel olarak AKP hegemonyasını üreten de ona karşı anti konumlanışlar değil; anti olmamayı seçen, onun dili, hegemonya projesi ve projeksiyonu içinden konuşanlardır; konuyu saptırmaya gerek yok sanırım. AKPyi ve saldırılarını her alanda geriletecek bir örgütlenmeye; direnme seçeneğine yönelmeyen bir öfke ise enerjisi çalınmış halde kendi etrafında turlamayı sürdürecek. O halde net olarak belirtmek gerek; bugün kendi hikayemizi yazmanın yolu; AKPnin hikayesine karşı her saldırı alanında barikat yükseltmek; saldırıları birlikte geriletmekten geçiyor. Bu konumlanıştan geçmeyen her bakış, AKPyi sıradanlaştırdığı gibi kendisini de sahnenin dışına atıyor.
Dolayısıyla AKPye anti kaldığımız; kendi gündemimizi kuramadığımız, onun gündemi içinden konuştuğumuz için onun hegemonyasını ürettiğimiz iddiası doğru değil; karşı hegemonya AKPye ve onun temsil ettiği yağmacı, dinci, diktacı karaktere anti olduğumuz, öfke duyduğumuz için değil; buradan yükselen öfkeden bir kurucu örgütlü seçenek çıkaramadığımız; saldıranlar örgütlüyken saldırı altındaki milyonlar örgütsüz olduğu için kurulamıyor. Gramsciden söz ediyoruz; yaşamını teoriyle pratiğin birliğine adamış; daima örgütlü olmuş ve hegemonya olgusunu da, karşıt hegemonya olgusunu da örgütlü seçenekler üzerinden tartışmış bir isimden. Bugün bir karşı hegemonya kurulamıyorsa; bu AKPnin temsil ettiklerine anti olmamızdan değil; bu antinin içindeki öfke enerjisinden kurucu bir direnme ve yönetme seçeneğini henüz örgütleyemememizdendir biraz da.
Kaldı ki hegemonya sadece gündem değildir; karşı hegemonya da öyle. Zorun, zorlamanın rolü es geçilemez. Dikta dönemlerini sadece ideolojik rıza/ikna süreçleri üzerinden tartışmak; zorun/baskının görünür rolünü silikleştirmek de AKPyi sıradan bir burjuva demokrasisi içinde siyaset eyleyen partiye indirgemiyor mu sahi?
Özcesi: Tanıl Beyin dikta dönemlerine özgü siyasal yapılanmalar karşısında önerdiği pozisyon, kendisinin niyeti böyledir ya da değildir, AKPyi sıradanlaştırmaya, sıradan bir merkez parti düzeyine indirmeye yarıyor. Şöyle bir şey düşünebiliyor muyuz? Almanyada Hitler diktası inşa ediliyor; bir aydın çıkıyor: onun söylemine öfke duymayın, gündem yapmayın, hegemonyasını üretirsiniz, kendi hikayenizi yazın. Ya da Gramsciyi düşünelim; Mussolini faşizminin zindanlarından Hapishane Defterlerine şöyle notlar aldığını: faşizm gündem oluşturmak istiyor; onun gündemini ciddiye almayalım, kendi hikayemizi yazalım. Elbette imkansızdır. O hikaye bu diktaya ya da faşizan gidişe karşı yapılacakların tartışılması üzerinden yazıldı, yazılacak. Bugün yazılacak hikaye; AKP diktasını, yağmasını ve dinci saldırıyı püskürtecek bir gündem maddesini merkeze almadan, bunun için örgütlü bir seçenek yaratmadan, o saldırılardan türeyen öfkeyi bir kurucu enerji imkanı olarak görmeden iki paragraf ilerleyemez.
Biri hegemonya mı dedi?-Ali Şimşek
Tanıl Bora, kitapları, derlemeleri, editörlüğüyle bu ülkenin en sevilen münevverlerindendir istisnasız. Boranın sahip olduğu hale biraz da bu saygı ve sevgidir. Yıllarca Birikim ve Toplum-Bilim dergisinin dümeninde oldu; akademi ve yayıncılık dünyası arasındaki kritik köprülerdendi. Hep garantili konular üzerine çalıştı, 1990larda milliyetçilik ve ulus devlet, 2000lerde sol sinizm ve şimdi fazlasıyla gözde orta sınıflar üzerine kalem oynatıyor. Osmanlıcaya şehla etkileyici Türkçesiyle kendini okutmayı bilen bir yazardır. Her yazısı dikkatle takip edilir ve konuşulur. Son yazısı da öyle oldu. Birikim dergisinin son sayısında hegemonya üzerine yazdı üstad
Özetle son yazısında, kendini karşıtına göre belirleyen bir dilin ve muhalefetin gerilimlerinden söz ediyordu. Sürekli AKPyi muhatap alan bir sürecin yoruculuğu. AKPnin gerilimi arttıran söylemlerine karşı bir serin durma çağrısı yapıyordu sanki. Şöyle diyordu Tanıl Bora: (Kürtaj provokasyonunun aynı zamanda Roboskiyi unutturmaya, kadın erkek eşitliği fıtrata aykırı fetvasının aynı zamanda Galataport ihalesinin iptal eden yargıyı dönük tehdidi perdelemeye yaradığına hiç girmiyorum.) Hegemonyayla mücadele, hele karşı-hegemonya iddiası, bir miktar da iktidar yokmuş gibi davranabilmeyi gerektirmiyor mu? İktidar var, elbette hem de nasıl var! Onu büsbütün unutmaktan söz etmiyorum; unutamayız. Aklımızı, fikrimizi, düşlerimizi, dilimizi, uğraşımızı, iktidarın markajından kurtarmaktan söz ediyorum. Kendi sözümüzü kurmaktan
Kendi ağımızı örmekten
Kendi hikâyemizi yazmaktan
Kısaca AKP kendine muhatap kılarak bizi hegemonyası içine alıyor; arkada başka işleri kolayca çeviriyordu. Bir tarafıyla hak verilebilir bu saptamalara. Hayat tarzı, laiklik, din üzerinden bir kıyamet koparmak, örneğin Galataport gibi önemli maddi bir operasyonu gizleyebiliyor.
Ama şöyle bir problem var Tanılın söylediklerinde. Yine suç AKPde değil, bazen AKP yokmuş gibi davranamayan bizde sanki. Top yine bize atıldı
Ya da taca
Yani başkaları akıllı değil
Bu saptalamalar fazlasıyla politik doğrucu
Eğer gerçekten hegemonyanın ne olduğunu tartışacaksanız, lafı kıvırmadan bu sürece Tanılı da dahil etmek gerekecek. Gücenmek yok!
Hegemonya entelektüel alemin temel enstrümanlarından olduğu için de tartışmaları getiriverdi. Sevgili Deniz Yıldırım, bu sayfalarda anlaşılır bir döküm yaptı iki gün önce
Yıldırım elbette saygılı bir ton tutturmuştu. Zaten Tanıl hakkında konuşunca önce saygı geliyor. Bunu anlamak gerekiyor. Ama bence tam da bu saygı halesi Tanıl Borayı tartışmanın kendisini engelliyor. Oysa, uzun ama çok uzun zamandır herkesin bildiği ama söylemediği bir şeydi Tanıl Boranın konumu
Duruşu, Ernst Blochu devrimci eskatolojisi düşünüldüğünde, üstad o alemde ne geziyor serzenişlerini, utangaçça terennümleri duymuşumdur bizzat. Alem derken, kastedilen Murat Belge, Yetmez ama Evet, Birikim sol liberalizmi, Ömer Laçiner ve bir sürü tavır anlaşılıyor farz edersiniz. Sanki Tanıl ve burası arasında bir uyumsuzluk vardı
Evet herkes bunu hisseder ama söylemezdi. Bunu belki de ilk kez ben söyledim. Yurttaki son yazımı Tanıl Bora ve Yasin Aktay üzerine yazmıştım
. Açıkçası tık çıkmadı kimseden
. Saygıdan olsa gerek dedim
Yazının ana fikri şuydu: Tamamen sol-liberal bir faunada palazlanmış, AKP payandası Yasin Aktay gibi zevatın bu meşruluğunda Tanıl Boranın katkısını sorgulamış ve eleştiri beklentimi yinelemiştim. Geziye küfür eden ve şu an AKPde kritik yerlerde olan muhafazakar zevatın önemli bir kısmı meşruluklarını Birikim-Radikal-Taraf hattı üzerinden kurmuşlardı. Bu hegemanya artık herkes için malumatu-furuş
Daha fazla şey söylemek gerekmiyor. Sol liberalizm ve AKP hegemonyası Cengiz Algan ve DSİP gibi kullanışlı ucubeler çıkartarak ve bugün artık master tez konusu haline gelmiştir.
Eğer Gramsci ve hegemonya üzerine yazılacaksa yukarıda sıraladığım hat müthiş malzeme veriyor. Bence dünya siyasetinde eşine az rastlanır bir eklemlenme. Bu eklemlenmede muhafazakar ve sol aydınları bir araya getiren blok, cürmünden fazla yer yakacaktır. Yani sadete gelirsem: Hegemonya üzerine yazan Bora, bizzat bu hegemanyanın parçasıydı zaten. 1990lı yıllarda sol kötümserlik ile ateşlenen atmosferde İslamcı, muhafazakar aydınları, sosyalist sola eklemleyen çevrenin en dinamik isimlerinden biriydi Tanıl Bora. Modernlik eleştirisi bütün dünyada gözde hale gelmiş, muhafazakar aydınlar için beklenmedik bağlamlar oluşturmaya başlamıştı. . Öncelikle Habermasın iletişimsel eylem paradigmasını yerelleştiren Medine Vesikası tartışmaları, daha önce bir araya gelemeyecek insanları buluşturuyordu. Birikim burada dinamo rolündeydi. Konya-Ankara hattında demlenen Tezkire, Vadi Yayınları gibi post modernizm tartışmalarını İslami cenahta yürüten blok, kısa sürede Birikim çevresiyle de eklemleniverecekti.
Yasin Aktay, Erol Göka gibi akademisyenler işte bu faunada yeşillendiler. Gezi sürecindeki kırılmada bu zevat, yandaş köşelerinden ağız dolusu küfür ederken, biz de Tanıl Boradan usturuplu bir eleştiri bekledik. Ama gelmedi
Hala bekliyoruz!
Neyse lafı uzatmayacağım. Ekte, çalışmaları devam eden Entelektüel Mülksüzleşme Haritasından bir eskiz var
Gezi sürecine kadar gelen sol-liberal eklemlenmeleri ve hegemonyayı gösteriyor
Son bir söz daha: Kendileri vaka olanlar vaka analizi yapamazlar!
Darbe değil karşı-devrim!Onur Emre Yağan
Türkiye'de askeri darbe olasılığının, uzun sayılabilecek süre önce gerçekliğini yitirdiği açık. Ancak buna karşın, darbecilik suçlaması, darbe riski tahminleri, darbe mekaniğini yağlamak gibi tespitler vesaire... Bunlarsa tam aksine dile pelesenk oldu.
AKP dışında iktidar görmemiş genç nüfus için (ki bu da toplam nüfusun üçte biri kadar olmalı), darbe kelimesinin kullanım alanının sınırsız, fakat aynı zamanda kuralsız göründüğünü tahmin etmek zor değil. Zira, kimin darbeci olduğu, kimin darbe yediği veya mağdur olduğu genç nüfus nazarında belirsizdir. Siyaset alanının darbeci ve mağdur kaynadığı, rollerin de sık sık değiştiği söylenebilir.
Öyle ki, aynı politik hareketin üyeleri (aynı hafta içinde) bir yanda darbe riskine işaret ederken diğer yanda darbeci ilan edilebilmektedir.
Örneğin, AKP Kürt sorununu çözmezse darbecilerin işine gelir dersiniz lakin AKP'nin Kürt sorununu çözmek istemediğini söyleyip seküler güçleri göreve çağırdığınızda, bu defa siz darbecilikle suçlanabilirsiniz.
Ya da mesela, geçen yıl 17 Aralık'ta Cemaat tarafından hükümete yapılan operasyon, AKP söylemine göre iktidara karşı bir darbe girişimidir.
Bu yıl 14 Aralık'ta AKP tarafından Cemaat'e yapılan operasyon ise, AKP'nin muhalefete darbe yaptığına ispat olarak sunuluyor. Üstelik bunu sadece Gülenciler değil, CHP Genel Başkanı da söyledi. Türkiye'nin ikinci büyük partisi, iktidar karşısındaki konumunu mazlumluk olarak tanımladı geçtiğimiz günlerde...
Zaten işin suyu, milli orduya darbe yapılıyor denildiği zaman çıkmıştı...
*****
Peki, darbe her niyete yenen muz, her kapıyı açan anahtar misali önüne gelenin kullanıp her cümleye sokabileceği bir kavram mıdır?
Aslında değildir. Darbe, devrim, karşı-devrim gibi kavramlar esas olarak sol ideolojinin jargonuna içkindir ve kullanım üstünlüğü genelde solcularda olmuştur.
Bu üç kelimeden darbe ve karşı-devrim; kavram ve eylem olarak çoğu zaman birbirini karşılar ve aralarında organik bir ilişki, bir tümleşiklik de tanımlanabilir. Darbe olarak adlandırılan aynı zamanda sol iktidara veya devrimci mücadeleye karşı yapılmış bir müdahale olabilir.
Hatta çoğu durumda öyledir. Askeri darbelerin çoğu, sosyalist iktidar kuruluşunu veya devrimci kalkışmayı başarısızlığa uğratmak-bitirmek için yapılmıştır. Askeri darbelerde bu durum kesin kural değilse de, baskın eğilimdir.
Örneğin, 1973 Eylülünde faşist general Pinochet tarafından yapılan ve sosyalist Allende'nin iktidarına ve hayatına mal olan darbe kuşkusuz bir karşı-devrimdir.
Veya Sovyetler Birliği'nin yıkılışına yol açan karşı-devrim sürecinde, ABD destekli Boris Yeltsin'in tanklara parlamento binasını bombalatması benzer bir darbedir.
Ya da bizim tarihimizde 12 Eylül; şüphesiz ki Türkiye'nin ilerici birikimine, sosyalist mücadelesine karşı yapılmış karşı-devrimci bir darbedir...
*****
Bugün meseleyi bu kadar karmaşık hale getirenin, darbeyi ve darbecilik suçlamasını siyasi muarızına yan gözle bakmak derekesine indirenin ise, AKP'nin kendisi ve onun liberal ağılı olduğu kesindir.
AKP darbe tehdidini, siyasal dengeleri belirlemek ve kurumsal yapıyı İslami biçimde dönüştürmek amacıyla bir güzel kullanmış, küçük veya büyük kendisi için tehdit olduğunu düşündüğü her muhalif odağa darbecilik atfederek kendisi darbe yapmış ve iktidarını pekiştirmiştir. Asker, CHP, dış güçler, solcular, taraftar grupları, Kürt hareketi ve en son Cemaat... Hepsi darbecilik suçlamasından nasibini almıştır.
Tekrar olacak; yalan ve iftira burjuva siyasetinin temel enstrümanları olduğu için bu karmaşık tablo da sebepsiz değildir...
Sonuçta darbenin hakikati de, teranesi de burjuva iktidarın işine yaramaktadır.
Öte yandan bu söylenenler, yani AKP'nin darbe kullanım üstünlüğünü ele geçirmesi, şu soruyu da akla getirebilir: AKP'nin taktiğine karşı darbeye yoğunlaşmak, onu darbecilikle suçlayıp (sivil darbe) mağdur-mazlum rolünü üstlenmek en doğrusu mudur ve politik söylemi AKP darbeciliğini vurgulayarak mı oluşturmak gerekir?
Sorudaki önermelerin siyasal mücadeledeki karşılığının henüz tam olarak silinmediği doğru olmakla birlikte, yanıt yine de hayır olmalıdır.
Çünkü en önemlisi; AKP'nin mağdur kimliğine sarılıp ve küçük darbeler yaparak yol aldığı dönem kapanmaktadır. Darbecilik suçlamasının AKP'nin eylemlerini karşılamayacağı, iktidarın önümüzdeki dönem kimin mağdur olduğunu hiç de dikkate almadan hareket edeceği daha büyük bir savaşı başlattığı ve bu savaşın mazlumu oynayarak kazanılamayacağı da açıktır.
Darbeciliğin ve mağduriyetin toplumsal algıdaki yeri ve belirleyiciliğinin hayli azalmış olması da diğer önemli faktördür. (Bu durum asıl olarak, duyarsızlıkla değil güvensizlikle, kimin ne mal olduğunun ortaya çıkmasıyla ilgilidir.)
Dolayısıyla, hâlâ daha darbe terennüm edenlerin toplumsal algıyı belirlemek istedikleri doğru olmakla birlikte, bekledikleri sonucu salt bu vesileyle elde edemeyecekleri de bilinmelidir.
Öyleyse şudur:
Bugün AKP iktidarının sistemli ve bütünlüklü saldırısını tanımlayan kavram karşı-devrimdir. İktidar darbe yollarından geçti ve karşı-devrimi gerçekleştirme aşamasındadır. Ve böyle bir durumda tehdidi küçümseyerek çıtayı düşüren, örneğin darbe karşıtlığı, sivil toplumculuk veya mağduriyetle sınırlı bir siyasi düzlemde yürütülecek mücadele, yetersiz ve etkisiz olacaktır.
Oysa devrim günceldir...
Doğrusu, AKP'nin savaş ilanına karşı aynı bütünlük ve kararlılıkla savaşa hazırlanmak, mazlumluktan çıkıp muhatap olmak ve karşı-devrimin yegane panzehiri olan devrimi öne çıkararak hakim kılmaktır.
AKP karşıtı mücadelenin kimliği, darbe karşıtlığı ve mazlumluk değil, devrimcilik olmalıdır.
Çünkü çok açıktır ki; gerçekten bu pisliği ancak devrim temizleyebilir.