Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol


“Proje”ler ve “Takiyye”ler Arasında AKP Dönemi- Taner Timur


2015 yılına din odaklı tartışmalarla giriyoruz: İslam ve demokrasi, İslam ve terör, siyasal İslam, İslam’ın çağdaş yorumu vb.. Ve bunlara ek olarak da, Işid’in kapımıza dayandığı günlerde, “Haşhaşiler”le kavga.. Önyargılar ve bağnazca dayatmalarla her gün sınırları biraz daha daralan kısır tartışmalar.. Artan gerginlik, kamplaşma ve giderek bir tarafta paranoya, öbür tarafta da boğulma alametleri.. Doğrusu yeni yıla şen ve şakrak gireceğimizi kimse söyleyemez. Üstelik son günlerdeki bazı ürkütücü açıklamalar da bu tartışmalara tuz biber ekti. Meğerse bütün bu din kavgasının altında bir “Proje” yatıyormuş: Bir Amerikan projesi! Meğerse AKP, İslam’ın yeni bir yorumu üzerinde bir anlaşma ile kurulmuş! Ve palazlanınca da bu anlaşmayı bir kenara atmış.. Şimdi de kıyamet bu yüzden kopuyormuş. Bilen biliyor; fakat isterseniz bu öyküyü bir de benden dinleyin!

***

AKP’nin bir “Amerikan projesi” olduğu çoktandır dillere düşmüş bir iddiaydı. İddianın da ötesinde, gelişmelerin mantığına çok uygun bir gerçek görünümü taşıyordu. Bu başlığı taşıyan kitaplar yazılmış; konferanslar düzenlenmiş; hatta eski kültür bakanlarından N. K. Zeybek, TV kanallarında, Amerikalı bir heyetin kendisini de ziyaret edip yeni kurulacak partiye katılmaya teşvik ettiklerini söylemişti. Fakat hayret! bu konuda en “açık ve net” doğrulama, AKP yandaşı bir gazeteciden geldi! Doğrusu bu kadarını da kimse beklemiyordu.

Tarihi gerçekler Çamlıca’da bir villada açıklanmış. Hukuk Profesörü ve siyaset adamı Abdürrahim Karslı’nın ev sahipliği yaptığı bu toplantıda Yeni Akit yazarı Abdurrahman Dilipak, AKP’nin, Milli Görüş’ten kopan Gül, Erdoğan ve Arınç’ın başını çektiği bir gurubun Amerikalılarla vardığı “anlaşma” ile kurulduğunu söylemiş. Amerikalılarla görüşmelere katılanlar arasında Dilipak’ın kendisi ile Zaman yazarı Ali Bulaç da varmış..
Peki neymiş bu “anlaşma”? Hangi “madde”leri içeriyormuş?

İşte toplantıda, Dilipak, “herkesin şaşkın bakışları arasında” bunları açıklamış. Ev sahibi Prof. Karslı da, bir TV kanalında, onun ağzından “anlaşma”yı şöyle özetliyor: Amerikalılar, AKP kurucularına, 1) onları iktidara taşımayı; 2) “sıkıntı yaratacak unsurları opere etmeyi”; 3) “gerekli finansal destekleri sağlamayı” vaat etmişler; buna karşılık onlardan da, 1) İsrail’in güvenliği; 2) Büyük Ortadoğu Projesi; 3) “İslam’ın yeniden yorumlanması” konularında yardım beklediklerini söylemişler.

Açıklamalar böyle. Adı geçen Ali Bulaç da, yazmak istememesine rağmen, “AK Parti hükümetinin neden Batı’yla bozuştuğunu” anlatmak için kalemi eline alıyor ve bir köşe yazısında (22 Aralık 2014) duruma daha da açıklık getiriyor: “Evet, diyor Bulaç, o toplantıda vardım. 40 senedir tanıdığım Abdurrahman Dilipak, bunları –ifadelerde bazı değişiklikler olsa da- anlattı”.

Anlaşıldı, ortada gerçekten de bir anlaşma var. Formel şartlara uyulmamış, kâğıda dökülmemiş olsa da bir anlaşma yapılmış: Karşılıklı güvene dayanan bir ilke anlaşması.

Bunları toplantıda bulunan Bulaç söylüyor ve bununla da kalmayarak daha gerilere uzanıyor; 1998 yılından beri Amerikalılarla görüştüklerini, temel konunun yükselen siyasal İslam’ın geleceği olduğunu ve bu konuda nasıl onlara akıl verdiğini de (“İsrail sınırlanmalı, rejimler demokratikleşmeli, kaynaklar adil dağıtılmalı” vb) anlatıyor. Herhalde CİA ajanları bu önerileri dikkatle not etmişlerdir. Fakat Zaman yazarı daha da önemli bir şey ekliyor: “Karslı’nın evinde Dilipak, şunları da söyledi; diyor; AK Parti böyle kuruldu ama Erdoğan artık bağımsız hareket ediyor.” İşte zaten bütün mesele de burada ve dananın kuyruğu da burada kopuyor! Zaten Tayyip Bey, Muhsin Yazıcıoğlu’nu da projeye dahil etmek için, ona, “Bir müddet Amerika’nın dediklerini yaparız, sonra millete hizmet ederiz. Mani olurlarsa dirsek vurur, gideriz” demiş. Bunu da Bulaç söylüyor. Kısaca AKP kurucuları Amerikalılara takiyye yapıyor; onların sayesinde iktidara gelecekler; güçlenecekler ve sonra da onlara “Van Minüt” diyecekler.. Galiba işin özeti bu!

***

Doğrusu parlak bir plan.. Ve bir süre başarıyla işlediğini de söyleyebiliriz.. AKP iktidara yürüyor; “sıkıntı yaratacak unsurlar opere ediliyor”; parti bağımsızlaşıyor ve sonunda da usul usul ABD’ye By By! deniliyor.
Ne var ki, bu, Türkiye cephesinde madalyonun sadece bir tarafı. İsterseniz öbür tarafını da her türlü kuşkunun üzerinde bir generalden, Aytaç Yalman Paşa’dan dinleyelim. Şöyle anlatıyor Yalman Paşa olan biteni: “Berlin Duvarı yıkıldı, Sovyetler parçalandı. Türkiye tasavvuru değişti. Biz eski anlayış içerisinde, Amerika’nın, İngiltere’nin şeyinde (dümeninde? T.T.) bu işi götürürüz fikrindeyken, birdenbire karşımıza Büyük Ortadoğu Projesi çıktı, ‘Ilımlı İslam’ çıktı. Ankara’da generalleri topladılar. Ergin Saygun (Genkur. 2. bşk) anlattı, ‘Ilımlı İslam’, BOP nedir... ‘Bunlar hangi ihtiyaçtan doğdu’ diye sordum. Bu kavramları anlayamadık. Amerika birçok şeyi Silahlı Kuvvetler üzerinden götürürdü Türkiye’de. Ilımlı İslam için Türkiye’yi model alıp Ortadoğu’yu kontrol etme anlayışı olunca, Silahlı Kuvvetler kenara itildi. ‘Vesayet’ hiçbir zaman diyemedim, ‘ağırlığını hissettiren bir kurum’duk... Bu şekilde gideceğini düşünmüştük. Öyle kuvvetli bir miras aldık ki pat diye kesilmesi mümkün değil. Çok hoyrat, acımasız şekilde aşağılandı Silahlı Kuvvetler. Keşke daha yumuşak bir üslup içinde olsaydı”. (Hürriyet, 15 Aralık 2014).

Karanlık bir tablo! O kadar karanlık ki, anlaşılan sonunda Amerikalılar bile pişman oluyor ve bu şekilde enayi yerine konulmaya dayanamayarak harekete geçiyorlar. Yeni bir dönem: Baskınlar; kutularda uçuşan altın ve dövizler; darbe iddiaları; “Paralel Devlet” suçlamaları ve yeni tutuklama “dalga”ları.. Tablo büsbütün kararıyor.. Galiba yeni ve farklı bir “Proje”...

***

Şimdi tekrar AKP’nin kuruluş öyküsüne ve Çamlıca toplantısına dönelim. Varılan nokta bu olunca, kuşkusuz Dilipak da ağız değiştiriyor ve daha kuruluştan itibaren “paralel yapı”nın her şeye egemen olduğunu söylüyor. Aslında görüşmeleri ve “Proje”yi yadsımıyor; hatta “Bu proje, başını (eski CİA ajanı) Graham Fuller’in çektiği bir Amerikan projesi; diyor; hedef İsrail’in varlığı ve güvenliğinin garanti edilmesi. Batı değerler sistemi ile çelişmeyen, paralel bir din algısı üretilmesi ve ABD, NATO’nun askeri ve stratejik hedefleri ile çelişmeyen bir siyaset üretilmesi”. (Yeni Akit, 24 Aralık 2014).

İşte bu kadar! Aynı terane! Fakat önemli bir değişiklikle: Artık Dilipak’a göre bu proje Erdoğan, Gül ve arkadaşlarının değil, “paralel devlet”in imzasını taşıyor. “Bu paralelciler böyle; diyor Dilipak; ben kendilerini suçluyorum. Paralel yapı üzerinden AK Parti’yi ele geçirme projesini eleştiriyorum, bu adamlar ‘AK Parti’nin bir Amerikan projesi olduğunu’ söylediğimi iddia ediyorlar. Oysa ben bunu yıllardır konuşmalarımda, yazılarımda defalarca dile getirdim”. Galiba artık bu satırları yorumlamaya ihtiyaç kalmıyor ve biz de izleyen satırlarda Dilipak’ın mantığını bir tarafa bırakarak, olayların mantığını anlamaya çalışalım.

***

Özetleyelim: AKP’nin Amerikan desteği ile kurulduğunu kimse yadsımıyor. Fakat olayların mantığından şu sonuç çıkıyor: AKP kurucuları Amerika ile esas olarak ılımlı, Batı yanlısı bir İslam anlayışı üzerinde anlaşıyorlar; İsrail de kollanıyor, hatta Erdoğan Amerikan Yahudi Kongresi’nden “cesaret ödülü” alıyor; fakat seçim zaferleriyle başı dönen AKP sonunda ipin ucunu kaçırıyor; giderek katılaşan Sünni ortodoksi içinde, Hamas, Müslüman Kardeşler, Özgür Suriye Ordusu, IŞİD derken baş müttefikinden kopuyor. Bu tablo karşısında da, ABD, “Arkadaş, diyor, ne yapalım sen istedin; anlaşmayı sen bozdun; fakat benim de kozlarım var”. Ve kozlar da kutu kutu altın ve dövizler halinde etrafa saçılıyor. Bütün bu olup bitenlerde sürrealist bir görüntü var. Asıl post-modern darbe, 28 Şubat değil de, bu galiba!

Ne var ki asıl soru şurada ortaya çıkıyor: AKP, ne zaman ve nasıl ABD ve Batı ile ipleri koparma noktasına geldi? Gerçekten de Rubikon’u aştı mı? Yoksa bağlar tekrar normale dönebilir mi? Ve de AKP şu anda bunun gayreti içinde mi?

***

Aslında AKP’nin Ortadoğu’da büyük bir gizlilik içinde yürütülen din diplomasisinin ayrıntılarını bilmiyoruz. Bununla beraber Ortadoğu’daki gelişmeleri yakından izleyen bazı Batılı gazeteci ve toplum bilimcilerin yazdıkları bizlere bu konuda ipuçları verebilir. Bunlardan İndependent yazarı Patrick Cockburn, Türkçe’ye de çevrilen eserinde, AKP’deki sapmanın ilk adımı olarak Suriye Baharı’nı gösteriyor ve şunları yazıyor: “Ayaklanmanın ilk aşamasında Türkiye, hükümet ile karşıtları arasında bir denge tutturabilirdi. Fakat bunun yerine krizin militarize olmasını desteklediler, cihatçıların tarafını tuttular ve Esad’ın kısa sürede mağlup olacağını varsaydılar. Oysa böyle bir şey olmadı ve bir halk hareketi olarak başlayan isyana Türkiye’nin oluşturduğu koşullarda mayalanıp güçlenen mezhepçi savaş beyleri egemen oldular” (İslam Devleti’nin Yükselişi, Agora, 2014, s. 158.).

Fransız araştırıcı Alexandre Adler ise, Işid’in el Nosra üzerinde ancak “Müslüman Kardeşler ve Türklerle iyi ilişkiler kurarak” üstünlük sağladığını ve bunu da AKP iktidarına Suriyeli Kürtleri ezmeyi vaat ederek gerçekleştirdiğini yazıyor. Yıllarca Türkiye’yi AB kulislerinde desteklemiş olan Adler, analizini, düş kırıklığı içinde şu sözlerle tamamlıyor: “Daeş’in (İslam Devleti) tek müttefiki Türkiye’dir” ve bölgede “en laik, maddi uygarlığı açısından Avrupa kültürüne en yakın” ülke için “bu bir paradokstur”. Yazar, Erdoğan’a çok yakınlara kadar “uluslararası planda destek olan en iyi niyetlerin çözüldüğünü” ve kendisine seçim kazandıran İslami bloğun çatırdadığını” da sözlerine ekliyor. (Calife du Sang, Grasset, 2014, s. 105, 117).

Bölgede İslam Devleti (Işid) ile çarpışan PYD ve PKK yöneticileri de bu konuda farklı şeyler söylemiyorlar. Cemal Bayık Le Monde gazetesiyle yaptığı bir söyleşide bu sesleri adeta yankılıyor ve “biz Türkiye’yi İslam Devleti’nin başlıca desteği olarak görüyoruz; diyor; Türkiye, İşid’den Ortadoğu’daki hegemonya arayışının bir aracı olarak yararlanıyor”. Kendilerinin, başta ABD yönetimindeki koalisyon olmak üzere Işid ile savaşan her güçle ittifak kuracaklarını söyleyen Bayık, “Kobani’de yaşananları” örnek göstererek kendilerinin “Batı’ya Türklerden daha yakın olduklarını” da ekliyor. (25 Aralık 2014).

Kuşkusuz Cockburn’ün de, Adler’in de, Bayık’ın da görüşleri tartışmaya açıktır. Üstelik varılan noktada AKP’nin artık Işid’i savunamaz hale geldiği de bir vakıadır. Ne var ki, dünya, daha çok bu noktaya nasıl gelindiği konusunda aydınlanmak istiyor ve bu yüzden de sözünü ettiğimiz görüşler -ve dünya basınında bunlara paralel daha bir sürü haber ve yorum- egemen görüş konumuna geliyorlar. Daha geçenlerde ABD Başkan Yardımcısı J. Biden bile, çok daha diplomatik bir ifadeyle, aynı görüşü dillendirmedi mi?

Oysa Türkiye, dar bir çevre dışında, bu vahim durumun farkında görünmüyor ve bir gölge savaşı içinde, aynı Ergekon’u anımsatan suçlama ve davalarla günlerini geçiriyor. Bu arada sınırlarımızdaki tehlikeler de giderek büyüyor. Oysa sanıyorum ki tüm demokratların unutmaması gereken nokta şu olmalıdır: Bugün yeni “dalga”ların hedefi olanlar, –kendilerine özgü nedenlerle de olsa- ülkenin sıradan bir Ortadoğu diktatörlüğüne dönüşmesi girişimine, 17 Aralık’ta, “Hayır!” demiş insanlardır. Başlarına gelenler de, asker ve sivil aydınlara karşı kurmuş oldukları “kumpas”la değil, birtakım yolsuzlukları ortaya çıkarmalarıyla ilgilidir. Üstelik 30 Mart ve 10 Ağustos seçimleri Cemaat’in bir oy potansiyeli olmadığını, bir “iktidar kavgası” yürütecek konumda bulunmadığını ve belki de –aralarından birçoğunun dediği gibi- zaten hiçbir zaman böyle bir kavga yürütmediklerini de ortaya koymuş bulunuyor.

Siyaset, geçmişin ya da geleceğin değil, yaşanan anın sorunlarını çözme sanatıdır ve bu bağlamda yeni dava “dalga”ların alkışlanması da, Marx’ın ifadesiyle, “geçmişteki rezilliklerle hesaplaşırken, bugünkü rezillikleri meşru kılma” gibi bir sonuç verir. Aslında bunu da –sonunda kimin kazançlı çıkacağı belli olduğuna göre- kimse istememektedir. Kuşku duyulmasın ki Cemaat’i ezmiş, seçimleri kazanmış ve yargıyı tam kontrol altına almış bir Başkan, mutlaka geriye dönecek, tekrar “Ergenekon savcısı” giysilerine bürünecek ve “geleneksel düşmanları” ile kavgaya, kaldığı noktadan devam edecektir. Ve yine hiç kimse kuşku duymasın, Amerikan emperyalizmi, bölgedeki hayati çıkarları dolayısıyla, 2015 seçimlerini kazanmış ve iç muhalefeti susturmuş bir liderle, yeni terimler üzerinde, kolaylıkla bir uzlaşma zemini bulacaktır.

Elbette ki bunun kolay ve olası bir gelişme olacağını sanmıyorum. Aksine, özellikle Gezi direnişinden sonra, AKP’nin inişe geçtiği yönündeki kanımı defalarca ifade ettim. Mayıs-68’den sonra, Fransa’da De Gaulle de büyük bir seçim zaferi kazanmıştı. O da direnişi bir çeşit “çapulculuk” (“chienlit” diyordu) olarak adlandırmıştı. Ne var ki bir yıl sonra iktidarı terk etmek zorunda kaldı. Üstelik Erdoğan’la asla kıyaslanamayacak bir tarihi geçmişe ve kültür birikimine sahipti. İşte tarih böyle ilerliyor. Dileriz ki AKP’nin nasıl iktidar olduğunu konuştuğumuz bugünlerden, 2015’te, nasıl bir dönüşüm yaşadığımızı konuştuğumuz günlere geçelim. Geniş bir demokratik cephe temelinde daha çok özgürlüğe doğru.. Daha çok eşitliğe doğru.. Daha çok mutluluğa doğru..

dayanışma  |  Cvp:
Cevap: 1
02.01.2015- 20:36

Bu yazıyı okuyunca çok şaşırdığımı itiraf edeyim. AKP'nin Amerkan projesi olduğu bizim cenahta çok söyleniyordu. Ben ilk defa projenin içinde olanların bunu açık açık söylediklerine şahit oldum. Amerika'yı şeytan olarak kabul eden dinci bir düşüncenin iktidar için şeytanla bile yatağa girmesine dikkat çekmek istiyorum. AKP'nin acımasız yanı bu. Çıkarları bittiğinde acımasız olabiliyor. Farklı yörüngelerde dolaşabiliyor. Kendini güçlü hissettiği anda Amerika'ya karşı çıkabiliyor. Cemaatle kavgası da böyle. 2015 seçimlerinden başarıyla çıkarsa her şeyi yapabilir. Seçimleri bile ortadan kaldırabilir. Bu yazı bana bunları aklıma getirdi.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]