STALİN: SÖYLENCE VE GERÇEKLİK.
WILLIAM B. BLAND
(Komünist Liga Britanya- Haftasonu Okulunda Verilen Konferans)
1977
Giriş
Bildiğiniz gibi Komünist Liga, Sovyetler Birliği tarihinin tümünü kapsayan bir dizi rapor yayımlama süreci içindedir ve bu raporlar, Sovyet Komünist Partisinin Genel Sekreteri orununu elinde tuttuğu uzun dönem boyunca Stalinin oynadığı rolü tam olarak açıklığa kavuşturacaktır.
Ne var ki, yoldaşlar Stalinin rolüne ilişkin bu konferansın verilmesini istediler. Bununla birlikte, bunun, ancak araştırma programının bu bölümünün bitirilmesine kadar geçerli olabilecek eğreti ve geçici bir analiz olacağını takdir edersiniz.
Başlarken, Komünist Liganın Stalinin rolünü birinci derecede önemli bir sorun olarak görmediğini söylemeliyim.
Stalinin Sovyetler Birliği Komünist Partisi nin (SBKP) Genel Sekreteri olduğu dönem içinde 1922den öldüğü 1953e kadar- hem SBKP içinde hem de (1943de dağıtılmasına kadar) Komünist Enternasyonal içinde bazı suç derekesinde hatalı politikalar izlendiğine şüphe yoktur. Bu politikaların yanlışlığını kabul etmemiz, onlardan gereken dersleri çıkarmamız ve bu dersleri Britanyada sosyalist devrimin zaferi programıyla kaynaştırmamız, yaşamsal önem taşımaktadır.
Fakat, belirli bir bireyin -bu Stalininki gibi son derece önemli bir rol olsa bile- SBKPnin doğru ya da hatalı- politikalarındaki rolü, bizce birinci derecede önemli bir sorun değildir.
Gene de, kendilerini Marksizm-Leninizme sadık sayanlar ve revizyonist eğilimlere karşı çıkanlar arasında bile öylesine büyük bir kafakarışıklığı var ki, yoldaşların, araştırmamız bunu olanaklı kıldığı ölçüde Stalinin rolünün kabataslak bir çiziminin sunulmasını istemeleri anlaşılabilir birşeydir.
Kanasusamış Diktatör Söylencesi
Jozef Stalinin adının dünyadaki insanların büyük çoğunluğuna kibirli, paranoyak, kanasusamış diktatör imgesini çağrıştırdığını söylemek, sanırım haksızlık olmayacaktır.
İngiltere tarihinde buna en yakın tarihsel figür, belki de, III. Richarddır. Okullarda okutulan tarih kitaplarından ve Şekspirin anlattıklarından öğrendiğimize göre, III. Richard küçük prensleri kulelerde öldüren kambur bir canavar vb. idi.
Bu imgenin kaynaklandığı döneme ilişkin belgelerin hemen hemen tümünün Henry Tudorun Richardı devirmesini ve yeni bir hanedan kurmasını izleyen yıllara ait olduğunu bazı tarihçiler daha son bir kaç yılda ortaya çıkardılar. Bu tarihçiler, Tudorların, iktidarı ele geçirmelerini bir tirandan kurtulma olarak sunmakta çıkarları olduğunu ve son zamanlara kadar hakiki tarih olarak kabul edilenin aslında siyasal propagandadan başka bir şey olmadığını, III. Richardın kendisine atfedilen suçları işlediğini ve onun diğer krallardan daha kötü ve sakat olduğunu gösteren hiç bir kanıt bulunmadığını kabul ettiler.
Demek ki, eğer Stalinin rolünü objektif bir tarzda değerlendireceksek, genel olarak kabul gören tablonun dayandığı kanıtları çok dikkatli bir biçimde gözden geçirmeli ve bu tablonun hakikate uygun olup olmadığına, kısmen ya da tamamen siyasal propagandaya dayalı bir söylence olup olmadığına ondan sonra karar vermeliyiz.
Bu bağlamda, bu imgeyi ayakta tutmuş ve tutmakta olan öğelerin hepsinin deburjuva tarihçileri, sosyalizme barışçı parlamenter yoldan geçişi savunan revizyonist Komünist Partilerinin liderleri, tek ülkede sosyalizmin inşası olanağını reddeden troçkistler- Stalinin dayandığı siyasal ilkelere karşı olduklarını unutmamalıyız.
Bilimsel sosyalistler, Marksist-Leninistler olarak bizim, eğer gerçekten işlenmişse, herhangi bir bireyin suçlarının üstünü örtmekten en küçük bir çıkarımız olmadığı tartışma götürmez.
Ama, eğer sosyalizmin inşasını olanaklı kılacak doğru, bilimsel bir programa sahip bir Marksist-Leninist parti kurmak istiyorsak, sosyalist bir toplumun inşa edilmiş ve şimdi yokolmuş olduğu Sovyetler Birliğinde gerçekte neler olduğunu bilmek ve anlamak zorundayız. Böyle bir program, ancak hakikatı esas alarak oluşturulabilir.
Sovyetler Birliğinin tarihine ilişkin tüm olguları bilemeyeceğimiz açıktır. Fakat, bazı olguları biliyoruz ve genel olarak kabul gören Stalin tablosu bu bilinen olgulara uymadığı takdirde, bu tabloyu reddetmek zorunda kalacağımız açıktır.
Hemen göze çarpan bir mantıksal çelişmeyle karşı karşıyayız.
Stalinin, en azından yüzbinlerce dürüst sosyalist-zihniyetli yurttaşın öldürülmesi ve hapsedilmesinden sorumlu olduğu ileri sürülmektedir; eğer bu iddia doğruysa, ülkede bir üyesi, dostu ya da komşusu Stalinin keyfi diktatörlüğünün kurbanı olmayan tek bir aile bile olmamalıdır.
Ne var ki, Sovyet emekçi halkının genel kitlesinin Stalinin ölümünü derinden ve içten bir üzüntüyle karşıladığı da bir gerçektir. Öyle ki, ardılları ancak ölümünden üç yıl sonra onun sözde suçlarına karşı, saldırıya geçebildiler. Onu bile, ancak metni Sovyetler Birliğinde bugüne kadar henüz yayımlanmamış bir gizli konuşma biçiminde yapabildiler.
Kişiye Tapınma
SBKPnin, ölümünden üç yıl sonra 1956da toplanan 20. Kongresinde Staline kamu önünde yapılan tek eleştiri, kişiye tapınmada dile getirilen eleştiridir.
Yaşadığı dönemde, Stalinin çevresinde bir kişiye tapınmanın inşa edilmiş olduğu doğrudur ve Marksist-Leninistler böylesi bir tapınmanın ilkesel olarak yanlış olduğunu söyleyenlerin başında gelirler.
Kruşçov, böylesi bir kişiye tapınmanın inşa edilmesini Stalinin sözde kibirliliğiyle açıklamaktadır.
Ancak başkaları tarafından övüldüklerinde mutlu olan kibirli kişiler, çok dar kafalı kişilerdir. Stalinin bir devrimci olarak yaşamı, diğer özellikleri bir yana, onun asla dar kafalı olmadığını gösteren kanıtlarla dolup taştığına göre, burada gene bir mantıksal çelişmeyle karşı karşıyayız.
Peki, kendi çevresinde inşa edilen kişiye tapınma karşısında Stalinin kendisinin açıkça dile getirdiği tutumu neydi? O, bunu yeniden ve yeniden mahkum etti, lanetledi ve alaya aldı. Stalinin tapınmaya karşı çok sayıdaki yazı ve konuşmaları arasında yer alan bir mektuptan bir alıntı sunuyorum. Bu mektup, Şubat 1938de, kendisine Stalinin Çocukluğuna İlişkin Öyküler adlı kitabın taslağını gönderen Çocuk Yayımevine hitaben yazılmıştı:
Ben Stalinin Çocukluğuna İlişkin Öykülerin yayımlanmasına şiddetle itiraz ediyorum. Bu kitap çok sayıda maddi çarpıtmalar, yalanlar, abartmalar ve hakedilmemiş övgülerle dolu. Yazar, peri masallarına meraklı olanlar tarafından yanlış yönlendirilmiş... Ama, asıl önemli olan bu değil. Asıl önemli olan, bu kitabın Sovyet halkına (ve genel olarak halka) liderlerin ve yanılmaz kahramanların kişiliklerine tapınma eğilimini aşılamasıdır. Bu, tehlikeli ve zararlıdır. Kahramanlar ve güruh teorisi Bolşeviklere değil, Sosyalist-Devrimcilere özgüdür... Size bu kitabı çöpe atmanızı tavsiye ederim.
Aslında revizyonistler de, Stalinin kamu önünde kişiye tapınmaya sistemli bir biçimde karşı çıktığını kabul etmek zorunda kalmışlardır. Onlar, tapınmanın buna rağmen sürmesini, Stalinin sözde ikiyüzlülüğüne bağlamakta ve onun tapınmayı el altından teşvik ettiğini ileri sürmektedirler.
Peki ama, Stalinin mide bulandırıcı bir biçimde yüceltilmesi kimlerden kaynaklanıyordu? Tapınmanın kurucusu, 1937deki açık yargılamasında ihanetini itiraf eden Karl Radek idi. Tapınmanın en ateşli ve tumturaklı savunucularından biri de, 1956da tapınmayı lanetlemede baş rolü oynamakla görevlendirilen Nikita Kruşçovdu. Tabii, tapınmanın bir tür moda haline gelmesinden sonra bir çok dürüst komünist te bu akıma ayak uydurdu; fakat, örneğin Vyaçeslav Molotovun konuşmalarında, Kruşçovun Stalinin sağlığında yaptığı konuşmalarda tipik olanın tersine, Staline aşırı övgüler görülmez.
Bu bağlamda, Stalinin Lion Feuchtwangere aktardığı, kişiye tapınmanın, ilerde kendisini gözden düşürmek için yıkıcılar tarafından kasıtlı olarak teşvik edildiği yolundaki keskin gözlemi son derece ilginçtir. Yaşanmış olan tam da budur. Ve eğer Stalin bu durumun farkında idiyse, o zaman onun kamu önünde kişiye tapınmaya karşı çıkışının bütünüyle içtenlikli olduğu dışındaki bir alternatif açıklama hemen hemen olanaksız hale gelir.
Dolayısıyla, olgular Stalinin tapınmaya karşı çıkışında bütünüyle içtenlikli olduğu, ancak onun sürdürülmesini engelleyemediği vargısını dayatmaktadır!
Ama, eğer bu kaçınılmaz vargı doğru ise, bu vargıdan pek çok insan içtenlikle öyle olduğuna inansa da- diktatör Stalin tablosunun bütünüyle bir söylence olduğu mantıksal sonucu çıkar. Bundan, Stalin ve siyasal olarak onu destekleyenlerin uzun bir dönem boyunca SBKPnin yönetici organlarında azınlıkta ve onun siyasal muhaliflerinin ise çoğunlukta oldukları mantıksal sonucu çıkar. Bundan, kişiye tapınmanın Stalinin çevresinde, onun muhalefetine rağmen, gerçek durumu gözlerden saklamak, Stalinin devrimci prestijini, bir yandan onun karşı çıkabileceği politikaları meşru göstermek, bir yandan da ilerde onu gözden düşürmek için inşa edildiği mantıksal sonucu çıkar.
Kremlin Tutsağı
Stalini, SBKP liderliği içindeki gizli revizyonist çoğunluğun tutsağı olarak resmeden bu alışılmamış tabloyu ele alırken şu noktanın akılda tutulması gerekir: Marksist-Leninistler, işçi sınıfının genelkurmayı olan Marksist-Leninist Partinin çoğunluk kararlarının aynı zamanda azınlık ve (Genel Sekreter de içinde olmak üzere) bireyler için de bağlayıcı olmasını içeren demokratik merkezselcilik örgütsel ilkesi aracılığıyla oluşturulan- bir politika birliğine dayanmasının zorunlu olduğu yolundaki ilkeye sımsıkı bağlıdırlar.
Kuşkusuz, bir Marksist-Leninist, ancak Parti esas olarak Marksizm-Leninizme ve işçi sınıfının çıkarlarına dayanmaya devam ettiği sürece kendisini demokratik merkezselcilik ilkelerine bağlı sayar. Bu bağlamda, SBKPnin Stalinin sağlığında, onun ölümünden sonra aldığı şimdi Sovyetler Birliğinde kapitalist ekonomik sistemin restorasyonuna yol açmış olan -türden önlemler almamış olması anlamlıdır. SBKPnin, Stalinin sağlığında siyasal bakımdan yanlış ve yeni bir devlet kapitalistleri sınıfının doğmasının temellerini atan kararlar da aldığı doğrudur. Ama bu kararlar, onun ölümünden sonra alınan kararlardan nitelik olarak farklıydı; bu kararlar bir Marksist-Leninistin kategorik olarak, Artık SBKP Marksist-Leninist bir parti değil, revizyonist bir parti olduğu için bu durum beni demokratik merkezselciliği tanımamak ve kamu önünde bu partinin politikalarını mahkum etmek zorunda bırakıyor. demesine yol açacak karakterde değildi.
SBKP Merkez Komitesi Siyasal Bürosunun bileşimine bakacak olursak 1934ten sonraki dönemin geneli itibariyle, onun üyelerinin çoğunluğunun daha sonra revizyonist olduklarının açığa çıktığını görürüz. Tabii, bu kişilerin o dönemde Stalinin gerçek bağlaşıkları oldukları, ancak onun ölümünden sonra onun siyasal karşıtları haline geldikleri de söylenebilir. Ama onların Staline, çoktandır siyasal bakımdan muhalif olduklarını, ama bunu kamu önünde söylemeyi uygun görmediklerini bizzat kendi anlatımlarından biliyoruz.
Stalinin uzun bir süre boyunca gizli-revizyonist çoğunluğun tutsağı olduğu yolundaki görüşün en çarpıcı kanıtını, Ocak 1934te toplanan SBKP 17. Kongresinin olguları sunmaktadır. Görünüşte bu kongrede, Genel Sekreterin çevresinde tam bir oybirliği vardı. Daha önceki kongrelerin hiç birinde bu kadar çok sayıda konuşmacı dehasından ötürü Stalini övmemişlerdi. Açık muhalefet grupları hatalarını kabul etmiş, hiziplerini dağıtmaya söz vermiş ve Stalini ölçüsüz bir övgü yağmuruna tutanlara katılmışlardı. Ama, kongrede, 100 küsur kişilik yeni Merkez Komitesi için seçimler yapıldığında, adaylar arasında en az oy alan Stalin oldu.
SBKPnin, 1956dan değil 1934 gibi erken bir tarihten itibaren (o zaman gizli) revizyonistlerin egemenliği altında bulunduğu hipotezini doğrulamak için yeterli kanıt bulunduğu açıktır.
İşin aslına bakılırsa, ancak bu hipotez Sovyetler Birliğinde yaşanan olayların mantıklı bir açıklamasını sunmaktadır.
Aşırı Ücret Farklılıkları
Örneğin, Lenin ve Stalin kamu önündeki tutumlarını her zaman, sosyalizm koşullarında işçilere yapılan ödemelerin işin nicelik ve niteliğine göre belirlenmesi, ancak ücret farklılıklarının kesinlikle sınırlanması ilkesine dayandırmışlardı. 1930lara kadar bu ilkeye sıkıca uyulmuştu.
Bu pozisyonu değiştirme kampanyası, bazı fabrika yöneticileri ve sendika görevlilerinin bir dizi sektörde tüm işçiler için ücret eşitliğine gidilmesi uygulamasına gitmeleriyle başlatıldı. Stalin Haziran 1931de ücretlerin eşitlenmesini haklı olarak mahkum etti.
1934ten itibaren, SBKPnin yönetici organlarındaki revizyonist çoğunluk bundan yola çıkarak, yani Stalinin ücretlerin eşitlenmesini kınamasına ikiyüzlü bir tarzda göndermede bulunarak giderek daha fazla büyüyen bir ücret farklılaşması süreci başlattı. Sonunda yüksek bir devlet görevlisi bir işçinin kazandığının 40 katından fazlasını kazanır oldu; şoförünün sürdüğü ve hafta sonunda ailesini daçasına götürmek için kullandığı arabası fiilen onun özel mülkü haline geldi. Bir fabrika menajeri, aylık ve primleriyle birlikte, fabrikasında çalışan işçinin ücretinin 30 katına kadar para kazanır oldu. Ve daha önce olduğu gibi, Parti üyeliği onuru nedeniyle mali bakımdan cezalandırılmak yerine SBKP üyeleri ortalamanın üzerinde personelin çalışmasından ötürü kuyruğa girmenin gerekli olmadığı ve kamuya açık mağazalarda bulunmayan eşyanın bulunduğu özel mağazalardan yararlanma gibi- her türlü ayrıcalığa sahip oldular.
Bu aşırı farklılıklar, toplumsal sistemin sosyalist karakterini ortadan kaldırmadı. Fakat onlar, emekçi halk içinde yüksek ayrıcalıklara sahip bir katmanın Stalinin ölümünden sonra revizyonizmi ve kapitalist ilkeleri hevesle benimseyen bir katmanın- oluşmasının ve sonunda yeni bir devlet kapitalistleri sömürücü sınıfının ortaya çıkmasının temellerini attı.
Eğer Stalin, aşırı ücret farklılıkları konusunda fikrini değiştirmiş olsaydı, Onun bunu dile getirmesi beklenirdi. Ancak ben, Stalinin böyle bir açıklama yaptığına ilişkin hiç bir kayda rastlamadım. Öte yandan, bu politikaya karşı muhalefetini sürdürmesi ve çoğunluğun kararının kendisini de bağlaması halinde, onun kamu önünde bir açıklama yapmaması ve muhalefetini Parti organları içinde dile getirmekle yetinmesi nesnelerin doğası gereğiydi.
Böylelikle, kişiye tapınmanın, Partinin demokratik merkezselciliğiyle yanyana bulunması, Stalinin son derece büyük ücret farklılıkları politikasını desteklediği, hatta kendisinin ücretlerde eşitlikçiliğe karşı çıktığı gözönüne alındığında, Onun bu politikanın mimarı olduğunun ima edilmesini olanaklı kıldı.
Komünist Enternasyonal İçindeki Durum
Hipotezimize Komünist Enternasyonalle ilişkisi içinde göz atalım.
Çizilen tipik Komintern tablosu bu örgütün, Stalinin denetiminde bir alet olduğu ve onun politikalarının üç aşağı beş yukarı Stalinin kavrayışına bağlı olarak sağa sola yalpaladığı biçimindedir.
Fakat bu tablo, bilinen olgularla uyuşmamaktadır.
Örneğin, Komünist Enternasyonalin 1922de toplanan 4. Kongresi sırasında, Leninin sağlığı daha o zaman o kadar kötüydü ki, kongrede esas rolü Troçki oynamıştı. Komünist Enternasyonale, -Komünist Partiden, sosyal-demokrat partiden ve kitlesel sendikalardan alınacak bakanlardan oluşacak ve daha sonra işçileri silahlandıracak, sermayenin iktidarını yıkacak, üretim araçları üzerinde işçilerin denetimini kuracak ve kapitalist devleti bir işçi devletine dönüştürecek- sözde işçi hükümetleri kurmak için çalışma revizyonist çizgisini, işte bu kongre dayatmıştı.
Stalinin müdahalesi ilk kez Komünist Enternasyonal in 1924te toplanan 5. Kongresinde oldu; bir önceki kongrenin sosyalizme parlamenter yoldan geçiş yanılsamasını besleyen- revizyonist çizgisinin reddi ve kapitalist devletin devrimci yoldan yıkılması için işçilerin seferber edilmesi doğrultusunda çalışma biçimindeki doğru Marksist-Leninist çizginin kabulü, esas olarak Stalinin inisiyatifiyle gerçekleştirildi.
Bunu izleyen dört yıllık sürede Stalinin Kominternin çalışmalarında öndegelen bir rol oynadığı kuşkusuzdur; Onun bu döneme ilişkin Yapıtları Kominternin gündemine ilişkin çok sayıda konuşma içermektedir. Fakat, Kominternin 1928de toplanan 6. Kongresi, bir dizi önemli sorunda Stalinin şiddetle karşı çıktığı bir çizgi benimsedi; daha sonraki birkaç yıl boyunca Komünist Enternasyonal, uluslararası harekete -özellikle Komünist Enternasyonalin Almanya Komünist Partisine dayattığı çizginin, büyümekte olan faşizm tehlikesine karşı birleşik bir cephe inşa etme kilit görevini fiilen baltaladığı Almanya başta gelmek üzere- giderek daha fazla zarar veren ve zaman içinde daha da derinleşen solcu bir rotaya girdi. Fakat, 1928den sonra artık, Stalinin Komintern gündemine ilişkin konuşmalarına rastlanmaz; Stalin, Kominternin yönetici organı olan Siyasal Sekretaryaya seçilmemişti. Komünist Enternasyonalin denetimi, başını Dmitri Manuilski ile Georgi Dimitrovun çektiği bir gizli revizyonistler grubunun eline geçmişti.
Bir başka deyişle, Komintern, Stalinin bu örgütteki fiili etkisinin ortadan kaldırılmasından sonra Komünist Partilerine 1929-34 döneminin solcu taktiklerini; yani, Komünistlerin, ayrı ve küçük kızıl sendikalar kurmak üzere kitlesel sendikalardan ayrılması gerektiği, burjuva demokrasisi ile faşizm arasında esasa ilişkin hiç bir fark olmadığı, Almanyada işçi sınıfının baş düşmanının faşizm değil de sosyal-demokrasi olduğu türünden -Almanyada faşizmin zaferinde önemli bir rol oynayan- taktikleri dayattı.
Ve Komünist Enternasyonalin 1935de revizyonistlerin önderliğinde toplanan 7. Kongresi, 1922de Troçkinin inisiyatifiyle kabul edilen sağ revizyonizme, yani parlamenter demokrasi yoluyla, sözde seçimle işbaşına gelecek ve sermayenin iktidarı içinde devrimci mevziler elde edebilecek, üretim üzerinde işçi denetimi kurabilecek ve kapitalist devleti bir işçi devletine dönüştürebilecek olan Halk Cephesi hükümetlerinin kurulması çizgisine geri döndü.
Tabii, 1935e gelindiğinde Stalinin Marksist-Leninist ilkelerden koptuğu ileri sürülebilir. Ama, Staline bu çizgiyi kamu önünde onaylatmak, Komünist Enternasyonalin 7. (ve son) Kongresinin revizyonist çizgisinin savunucularına sadece yarar sağlardı. Böylesi bir onamanın asla gerçekleşmemiş olması, Stalinin bu çizgiye kişisel muhalefetinin güçlü bir dolaylı kanıtını oluşturur.
SBKP İçindeki Açık Muhalefet
Şimdi Sovyetler Birliğinin kendisine dönebiliriz.
Hem Lenin hem de Stalin, işçi sınıfının siyasal iktidarını kurmasından ve sosyalist bir toplumun inşasına girişmesinden sonra sınıf savaşımının süreceğinin her zaman altını çizdiler. Revizyonistler, Stalinin bir yandan bunun böyle olduğunu ileri sürmek, bir yandan da kapitalist sınıfın ortadan kaldırılmış olduğunu söylemek suretiyle kendi kendisiyle çeliştiğini belirterek eleştirmeye bayılırlar.
Evet, bellibaşlı üretim araçları toplumsallaştırıldığında, kapitalist sınıf, emekçi halkı sömüren üretim araçları sahibi sınıf ortadan kaldırılmış olacaktır. Ancak, bu sabık sınıfın mensupları, çoğunlukla varolmaya devam ederler; parasal biriktirimleri tükendiğinde çalışmak ve işçi sınıfının bir parçası haline gelmek zorunda kalabilirler. Ama onlar bundan ötürü, kaçınılmaz olarak işçi sınıfının bakış açısını benimsemezler. Onlar, eski sistem koşullarında sahip oldukları mülk ve statüyü yeniden ele geçirmenin özlemiyle yanıp tutuşur ve kendilerinden çalınan şeyleri geri alabilmek için doğal olarak biraraya gelir ve komplolar kurar, ama bu arada, bütün bunları açgözlülük ve bencillik gibi motiflerle değil, özgürlük, demokrasi ve uygarlık yararına yaptıklarına inanırlar.
Asıl mülksüzleştirilen kapitalistlerin ölümüyle de bu siyasal muhalefet sona ermez. Onlar bakış açılarını kendi çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına aktarabilmekte, onlara ailenin bir köşkünün ve hizmetçilerinin olduğu o eski güzel günlere özlem duymayı ve o günleri geri getirmek için çalışmayı öğretebilmektedirler.
Sovyet yönetiminin ilk günlerinde bu karşı-devrimci siyasal muhalefet, mensuplarının kapitalist ülkelerin çoğunun yabancı müdahale ordularının yardımını aldığı silahlı iç savaş biçimine büründü. Bu muhalefet, aynı zamanda, Sovyet iktidarını çökertmek amacıyla karşı-devrimi desteklediklerinden dolayı bastırılmalarına kadar geçen süre içinde, Kadetler, Menşevikler vb. pro-kapitalist siyasal partilerin siyasal muhalefeti biçimine büründü.
Burjuva partilerinin bastırılması nedeniyle, Komünist Partisinin biricik yasal parti haline gelmesini izleyen dönemde, Sovyet yönetimine karşı Komünist Partisi içindeki muhalefet hiziplerinin yürüttüğü siyasal muhalefet hala açık bir biçime bürünmekteydi. Tabii, Parti içindeki bu siyasal muhalefetlerin biçimi, anti-Bolşevik partilerin muhalefetlerininkinden farklıydı; bu muhalefetler kendilerini sosyalist ve Marksist olarak gösteriyor ve hatta Lenin ve Stalinden daha iyi Marksist olduklarını ileri sürüyorlardı. Ama, birbirini izleyen her durumda Lenin ve Staline muhalefetlerinde ortaya koydukları siyasal çizgi, yaşama geçirilmesi halinde sosyalizmin inşasını sekteye uğratacak nitelikteydi.
Elbette, Rusya Komünist Partisi içindeki bu hizip muhalefeti, büyük çoğunluğuna Parti üyeliğinin kapalı olduğu eski kapitalistler tarafından yürütülmemekteydi. Fakat, her Marksist-Leninist Partide, işçi sınıfının bakış açısına sahip üye kitlesi dışında, partiye küçük-burjuva bakış açısını -yani esas olarak burjuva karakter taşıyan bir bakış açısını- getiren ve muhafaza eden belli sayıda üyeler de bulunur. Öte yandan, kasıtlı olarak onu çökertmek amacıyla bu Partilere az sayıda gizli ajan da kaçınılmaz olarak sızacaktır: küçük-burjuva bakış açısına sahip Parti üyeleri ise, bu ajanların üzerinde etkinlik gösterdiği zemini sağlarlar.
Dolayısıyla, Marksist-Leninist bir Parti içindeki hizip savaşımları aslında, işçi sınıfıyla kapitalist (ya da sabık-kapitalist) sınıf arasındaki sınıf savaşımının bir yansımasından başka bir şey değildirler.
Örneğin, 1920lerde SBKP içindeki muhalefetin çizgisinin kilit noktalarından biri, tek ülkede sosyalizmin inşasının olanaksız olduğu, bundan dolayı Sovyet hükümetinin uluslararası devrimci görevini, Kızılorduyu, işçilerin kapitalizmi yıkmalarına yardımcı olmak üzere Batı Avrupaya göndermek suretiyle yerine getirmesi gerektiği biçimindeydi.
Uygulamaya konulması halinde, Sovyet Rusyada işçi sınıfı iktidarının yıkılmasından başka bir sonuç veremeyecek olan bu suç derekesindeki hatalı politikaya karşı saldırıyı yöneten ve onun Partinin ezici çoğunluğu tarafından reddedilmesini sağlayan Stalin oldu.
Komplocu ve Terörist Bir Örgüt
Bu yenilgi ve öndegelen muhalefet lideri Leon Troçkinin Sovyetler Birliğinden kovulması, geriye kalan muhalefet üyelerini, Stalinin çevresindeki önderliğin politikalarına karşı cepheden muhalefetin yakın gelecekte başarılı olma şansının olmadığını kabul etmek zorunda bıraktı. Bu yüzden onlar taktiklerini değiştirdiler; açıkça muhalefet yürütmekten vazgeçtiler; eski hatalarını mahkum ettiler ve her türlü hizip çalışmasını durduracaklarına söz verdiler. Kuruluşundan bu yana, (Rusya-ç. n.) Komünist Partisinde ilk kez siyasal oybirliği sağlanmış gözüküyordu.
Muhalefet, yeni taktikleri uyarınca üyelerini Parti ve devlet aygıtı içinde öndegelen ve etkili orunlara yerleştirmeye ve izlemek istedikleri revizyonist siyasal çizginin uzlaşmaz karşıtları saydıkları Parti üyelerini terörizm metotlarıyla ortadan kaldırmaya girişti. Siyasal muhalefet, Stalinin anlatımıyla, gizli ve terörist bir örgüt haline geldi.
İstisnasız bütün devletlerde güvenlik polisi, devlet aygıtının önemli bir öğesini oluşturur. Bu bakımdan, muhalefetin komplo planlarının kilit noktalarından biri, güvenlik polisinin denetimini ele geçirmekti.
Sovyet güvenlik polisinin başı Vyaçeslav Menzhinski 1934te öldü ve yerini eski yardımcısı Henrikh Yagodaya bıraktı. 1938de ihanet suçlamasıyla yargılanması sırasında Yagoda, bir süredir gizli komplonun bir parçası olduğunu ve Menzhinskinin, doğal nedenlere bağlı olarak gerçekleşmiş gibi gösterilerek öldürülmesini düzenlediğini itiraf etti.
Bunu izleyen dört yıllık süre içinde NKVD (İçişleri Halk Komiserliği-ç. n.), ilk önce onu esas olarak muhalefet üyelerinin komplosuna katılanları korumak için kullanan muhalefetin elindeydi. Bu arada, muhalefet, uzlaşmaz karşıtları saydıkları Parti ve devlet liderlerine karşı kapsamlı bir cinayet kampanyasına girişmişti. Bu cinayetler için seçilen ana metot, adıgeçen yöneticilere eşlik eden doktorların yani ya zaten muhalefet komplosunun üyeleri olan ya da baskı ya da şantaj yoluyla bu komploya hizmet etmeye zorlanan tıp görevlilerinin- kullanılmasıydı. Bir lider hastalandığında doktor çağrılıyor, yanlış tedavi uygulanıyor ve hasta ölüyor, ardından doktor hastanın doğal nedenlerle öldüğü yolunda bir ölüm sertifikası imzalıyordu. Muhalefet liderleri ise ölünün ardından gazetelere derin üzüntülerini anlatan abartılı taziye mesajları gönderiyorlardı.
Bu yolla ortadan kaldırılan önemli liderler arasında (Menzhinskinin dışında) Valeryan Kuybişev (Yüksek Ekonomi Konseyi Başkanı ve Parti Siyasal Büro üyesi) ve yazar Maksim Gorki de vardı.
Artık Siyasal Büroda azınlığa düşmüş olan Stalin, (muhalefetin bu atağına-ç. n.) Parti Genel Sekreteri sıfatıyla sahip olduğu sınırlı iktidarı kullanarak, kişisel koruma birimini yeni baştan örgütlemek ve onu, kendi denetimi ve Aleksandr Poskrebişevin yönetimi altında bir istihbarat servisine dönüştürmek suretiyle yanıt verdi.
Daha sonra, Aralık 1934de Sergey Kirov (Leningrad Parti Sekreteri ve Parti Siyasal Büro üyesi), muhalefetin öndegelen üyelerinden olan ve Ekim Devriminin kararlaştırılan tarihini kapitalist basına açıklamış olmalarıyla tanınan- Grigori Zinovyev ile Lev Kamenevin dostu olan Leonid Nikolayev adlı birisi tarafından vurularak öldürüldü. Başında Yagodanın bulunduğu NKVD, Kirov cinayetinden ötürü bir dizi eski aristokratı komplo düzenleme savıyla tutukladı.
Bununla birlikte, Stalinin istihbarat servisi, Onun kişisel denetimi altında Kirov cinayetini bağımsız olarak soruşturdu. Bu servis Nikolayevin, başını Zinovyev ile Kamenevin çektiği Leningraddaki muhalefet çevresine üye olduğunu, Nikolayevin cinayetten birkaç gün önce üzerinde bir tabanca ve Kirovun bürosuna gidiş ve gelişinde kullandığı yolu gösteren bir harita olduğu halde NKVD tarafından yakalandığını ve ardından serbest bırakıldığını ortaya çıkardı. Genel Sekreterin istihbarat servisinin hazırladığı rapor üzerine, NKVD, Zinovyev ve Kamenevin yanısıra yerel NKVD yöneticisini tutuklamak zorunda kaldı. Zinovyev ile Kamenev, Nikolayevi cinayeti işlemeye teşvik eden bir atmosfer yaratmaktan suçlu bulundular ve kısa süreli bir hapis cezasına çarptırıldılar.
Ancak, Stalinin istihbarat servisi Kirov cinayetine ilişkin soruşturmasını sürdürdü ve Zinovyev ile Kamenevin cinayetten sadece moral açıdan sorumlu olmakla kalmadıklarını, onun planlamasında doğrudan yer aldıklarını ortaya çıkardı. Bunun üzerine onlar, bu daha ağır suçlama temelinde yeniden yargılandılar, suçluluklarını kabul ettiler ve ölüm cezasına mahkum edildiler.
1935-36da Stalin, devlet güvenlik polisinin beceriksizliğini bir kaç kez eleştirdi. Bunun üzerine NKVDnin başı Yagoda (Eylül 1936da) sonunda görevinden alındı ve yerine daha sonra kendisinin de muhalefet komplosunun bir üyesi olduğu anlaşılacak olan- yardımcısı Nikolay Yezhov getirildi.
1937 ve 1938de Yezhovun yönetimindeki NKVD Stalinin eleştirisini dikkate almış gözükerek- son derece aktif bir rota izledi. O, gerçek komplocuları korurken çok sayıda tümüyle dürüst Komünisti sahte suçlamalarla tutukladı ve hapse attı.
Yargılamalar
1937 ve 1938 yıllarında Stalinin istihbarat servisi bağımsız soruşturmalarını sürdürdü ve NKVDye, muhalefet komplosunun öndegelen isimlerinin Karl Radek, Yuri Piyatakov ve (NKVDnin sabık yöneticisi) Henrikh Yagodanın yanısıra içlerinde Genelkurmay Başkanı Mareşal Mikail Tukaçevskinin de bulunduğu bir dizi Kızılordu üst düzey subayı- ihanetine ilişkin tartışma götürmez kanıtlar sunarak NKVDyi onları tutuklamak ve mahkemeye çıkarmak zorunda bıraktı.
Sivil sanıklar açık duruşmalarda yargılandılar, suçluluklarını kabul ettiler ve ölüm ya da uzun hapis cezalarına çarptırıldılar.
NKVDnin başındaki komplocular, kendi denetimleri dışındaki koşullara bağlı olarak sanıkların duruşmalara çıkarılmalarını önleyememekle birlikte, savcıların kayıtsız bakışları altında sanıkların mahkeme anlatımlarında, en basit bir denetimin bile yanlışlığını açığa çıkarabileceği bir-iki küçük hata yapmasına izin verdiler ve böylelikle duruşmaların güvenilirliği üzerine belirli bir şüphe gölgesi düşürülmesine yardımcı oldular. Örneğin, (Ağustos 1936daki Zinovyev-Kamenev yargılamasının sanıklarından biri olan) Eduard Holtzmann Troçkinin oğlu Lev Sedov ile komplo amaçlı bir görüşme yaptığını kabul etti; ama bu duruşmanın Kopenhagdaki Hotel Bristolde gerçekleştiğini söyledi. Sürgündeki Troçki ise, Hotel Bristolün bu sözümona görüşmeden yıllarca önce yıkılmış olduğuna işaret etmek ve yargılamanın tümünün adli sahtekarlık olarak nitelemek suretiyle reddedilmesi gerektiğini ileri sürdü.
Kuşkusuz, bilindiği gibi uydurma kanıtlar oluşturulabilir, tanıklar yalan söyleyebilir; sahte suçlamalar ve adli sahtekarlıklar da görülmemiş şeyler değildir.
Ancak, bu yargılamaların önemli bir özelliği sanıkların, Alman ve Japon istihbarat servisleriyle işbirliği halinde casusluk da içinde olmak üzere ihanet komplosuna ilişkin suçlamaların tümünü kabul etmiş olmalarıdır. Troçkinin, iyi Komünistler olan sanıkların adli sahtekarlık kurbanı oldukları yolundaki savının kabul edilmesini güçleştiren, her şeyden önce, işte bu itiraflardır.
Bu güçlüğü açıklamak için ileri sürülen teorilere bir göz atalım.
Birincisi, işkence. Bazı dürüst Komünistleri işkence yoluyla sahte ihanet itirafları yapmaya zorlamak elbette olanaklıdır. Fakat, mahkemede bunu sergileme olanağı bulunmaktaydı. Ne var ki, çok sayıda sanıktan hiç biri böyle bir girişimde bulunmadı; hatta, kendilerine açıkça, yargılama öncesinde herhangi bir baskıya uğrayıp uğramadıkları sorulanların hepsi de bu soruya olumsuz yanıt vermiştir.
İkincisi, ilaçlar. Ancak, tıp bilimi, insanları bir yandan tümüyle gerçekdışı suçlamaları itiraf etmeye zorlarken, bir yandan da diğer bütün bakımlardan tümüyle normal davranmalarını, hatta savcıyla karşılıklı tartışmaya girmelerini sağlayan bir ilacın varlığından habersizdir.
Üçüncüsü, sahte itiraflarda bulunmaları halinde bağışlanacakları vaadi. Bu teori, belki ilk yargılamalar bağlamında hesaba katılabilir. Fakat, Zinovyev ile Kamenevin idam edilmelerinden sonraki yargılamalar için bu olasılık asla geçerli olamaz.
Dördüncüsü, Staline sadakat. Sanıkların hemen hemen tümünün yıllardır Staline karşı açıkça kampanya yürütmekte oldukları gözönüne alındığında bu, anılan teoriler arasında en az inandırıcı olanı olmaktadır.
Nisan 1937de, Leon Troçkiyi Savunma Komitesi, o zaman Troçkinin yaşamakta olduğu Meksikada Sovyetler Birliğindeki yargılamalara ilişkin bir Soruşturma Komisyonu topladı. Eğer masum idilerse, dürüst kıdemli devrimcilerin açık mahkeme sürecinden masum olduklarını ilan etmek için yararlanmalarının neden gerekmediği yolundaki bir soruya Troçki sadece şu yanıtı verebildi:
Bu tür soruları yanıtlamakla yükümlü değilim.
Yargılamaları izleyen deneyimli gazetecilerin, avukatların ve diplomatların büyük çoğunluğunun mahkeme sürecinin güvenilirliği ve sanıkların suçluluğu konusunda hiç bir kuşkularının olmaması anlamlıdır. Örneğin, ABDnin Moskova elçiliğine atanmadan önce kendisi de bir avukat olan Joseph Davies şöyle yazıyordu:
Bu mahkeme süreci, insan doğasının bütün temel zaaf ve kusurlarını, kişisel ihtirasların en kötü örneklerini gözler önüne seriyor. O, bu hükümeti alaşağı etmeye çok yaklaşmış olan bir komplonun ana çizgilerini ortaya koyuyor...
Bence, Sovyet hukukuna göre siyasal sanıklar açısından, onların ihanetten mahkum edilmelerini haklı çıkaracak düzeyde suçların işlenmiş olduğu,... herhangi bir kuşkuya yer vermeyecek biçimde kanıtlanmıştır (...)... Yargılamayı en düzenli bir biçimde izleyen diplomatların kanısı, genel olarak, davanın, çok çetin bir siyasal muhalefetin ve son derece ciddi bir komplonun varlığını kanıtladığı doğrultusundaydı; bu da Sovyetler Birliğinde son altı aydır yaşanmakta olan ve şimdiye kadar açıklanamayan olayların bir çoğunu diplomatlar açısından aydınlığa kavuşturuyordu. (J. E. Davies, Mission to Moscow, Cilt 1, 1942, Londra, s. 177, 178-79)
Kanıtların askeri niteliği yüzünden Tukaçevski ve diğer öndegelen generaller savaş divanı tarafından gizli olarak yargılandılar. Dolayısıyla, son yıllarda haksız yargılama savları bu yargılama üzerinde odaklandı. Hem İngiliz hem de Çekoslovak istihbarat servislerinin, Tukaçevskinin Nazi Almanyası hesabına hainane çalışmaları konusunda Moskovaya uyarılarda bulundukları kabul edilmektedir; fakat bu durum, onun aslında Sovyet devletine sadık olduğu halde, Sovyetler Birliğinin askeri gücünü zayıflatmak isteyen Alman istihbarat servisinin düzenlediği bir oyunun kurbanı olduğu teorisiyle açıklanmaktadır. Bu teorinin hesabına üzücü olmakla birlikte, Tukaçevskinin yurtdışı gezilerinde pro-Nazi sempatisini gizlemediğinin yeterince kanıtı olduğu belirtilmelidir. Örneğin, Fransız gazetecisi Genevieve Tabouis, They Called Me Cassandra adlı kitabında şunları yazmıştı:
Tukaçevskiyle son karşılaşmam Kral Beşinci Georgeun cenaze töreninden bir gün sonra olacaktı. Sovyet elçiliğinde verilen yemekte Rus generali çok konuşkandı... O, Almanyaya yaptığı geziden daha yeni dönmüştü ve Nazilere ateşli övgüler yağdırıyordu. Sağ yanıma oturmuş olan Tukaçevski durmadan, Onlar daha şimdiden yenilmezlik noktasına ulaşmışlar, Madame Tabouis! deyip duruyordu... O akşam onun bu coşkusundan dehşete kapılan tek kişi ben değildim.
Özetlemek gerekirse, 1936-38 yargılamalarına ilişkin bilinen olguların, mahkemelerde yargılanan sanıkların aynen iddia makamınca ileri sürüldüğü gibi suçlu olmaları dışında hiç bir açıklaması yapılamamıştır. Bununla birlikte, öndegelen komplocuların ancak daha çok göze batanlarının, esas olarak açık muhalefet geçmişi bulunanlarının saptandığı ve etkisizleştirildiği şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Tutuklanan komplo mensuplarının, açığa çıkmamış suçortaklarını korumak amacıyla ancak yetkililerin keşfettiği verileri kabul etmeleri ve bunun ötesinde bir itirafta bulunmamaları konusunda aralarında önceden anlaştıkları kuşkusuzdur. Bu yüzdendir ki, Zinovyev ile Kamenev ilk yargılanmaları sırasında, konuşmalarının Kirovun öldürülmesini teşvik eden bir atmosfer yarattığını kabul ettiler ve bundan ötürü çok üzgün olduklarını söylediler. Onlar, ancak ikinci yargılanmaları sırasında, yeni kanıtlar keşfedildikten sonra suça ortak olduklarını kabul ettiler.
Berianın Rolü
Kayıtlardan da görülebileceği gibi, 1937 ve 1938 yıllarında Stalin, sadece gerçek hainleri korumakla kalmadığını, ama aynı zamanda çok sayıda dürüst yoldaşı yasadışı bir tarzda tutukladığını ileri sürdüğü NKVDyi eleştirmeye devam etti. Stalinin kişisel inisiyatifi sonucunda Aralık 1938de Yezhov NKVD Başkanlığı görevinden alındı ve yerine Stalinin eski bir çalışma arkadaşı olan Lavrenti Beria getirildi.
Stalinin ölümünden sonra SBKPnin rakipsiz liderleri haline gelen revizyonistler, devlet güvenlik polisinin başı sıfatıyla iktidarı kötüye kullandığını ileri sürdükleri Beriayı, Stalinin ardından ikinci baş suçlu olarak sayıyorlardı.
Bununla birlikte, Berianın NKVD Başkanı orununda bulunduğu dönemin tümü boyunca -Aralık 1938den Ocak 1946ya kadar- güvenlik polisi tek bir öndegelen kişiyi bile tutuklamadı. Daha sonraki olayların ışığında baktığımızda, bunlardan bazılarının tutuklanmış olmalarının gerektiğini söyleyebiliriz. Ama aslında, Berianın yönetimi altındaki NKVD, savaşın patlak vermesine kadar geçen sürede Yagoda ve Yezhov dönemlerinde tutuklanan tüm mahkumların dosyalarını yeniden soruşturmakla uğraşıyordu. Bunun sonucunda, (o zaman İngiliz gazetelerinin muhabirlerinin de tanıklık etmiş oldukları gibi) binlerce siyasal mahkum aklandı ve evlerine dönmek üzere tahliye edildi.
Gerçekten de hakikat, Kruşçovun SBKPnin 20. Kongresindeki gizli konuşmasında çizdiği Beria tablosundan bütünüyle farklıdır. Ama, büyük anti-sosyalist komplonun açığa çıkarılamamış öğeleri oldukları dikkate alındığında, SBKPnin Stalin-sonrası liderlerinin, komplocuların planlarını yaşama geçirmelerini engellemede Staline yardımcı olan Beriaya ve her ikisine karşı neden bu denli büyük nefret besledikleri anlaşılabilir.
Stalinin çevresinde kişiye tapınmanın inşa edilmesi revizyonistlere büyük avantajlar sağlamakla birlikte, bu durum onlar açısından iki önemli dezavantaj da yaratmaktaydı.
Birincisi, bu koşullar, SBKPnin yönetici organlarında çoğunluğa sahip olsalar da, Stalin sağ ve siyasal bakımdan aktif olduğu sürece revizyonistlerin sosyalist toplumun temellerini açıkça zayıflatacak, kapitalist toplumun özelliklerinden herhangi birini açıkça restore edecek önlemler almalarını fiilen önledi. Bu koşullar revizyonistlerin böyle davranmalarına izin vermedi; çünkü bu tür önlemler alan bir partinin artık Marksist-Leninist bir parti olmadığı ortaya çıkacak ve bu durumda demokratik merkezselciliğin gereği olan disiplin Marksist-Leninistler bakımından bağlayıcı olmaktan çıkacaktı. O zaman kişiye tapınma sonuç itibariyle, Stalinin başını çektiği Marksist-Leninist azınlığın revizyonist çoğunluğu kınamasına büyük bir ağırlık kazandıracak ve sosyalist toplumu yokolmaktan kurtarmak amacıyla partinin Marksist-Leninist çizgide yenibaştan kuruluşu için Sovyet emekçi halkına yapılabilecek herhangi bir çağrıyı daha güçlü kılacaktı.
Bu bağlamda, Sovyet toplumunda işçi sınıfının önder rolünü zayıflatan ilk belirgin önlemlerin Stalinin 1952de kaleme aldığı SSCBnde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları adlı yapıtında mahkum ettiği adımın, yani Devlet Makine ve Traktör İstasyonlarının kollektif çiftliklere devri kampanyasının- Stalinin geriye kalan Marksist-Leninist çalışma arkadaşlarının Vyaçeslav Molotov, Lazar Kaganoviç ve Lavrenti Beria- tüm etkili orunlardan atılmalarından (ya da Berianın durumunda vurulmasından) sonra alınmış olması anlamlıdır.
İkincisi, Stalinin, Partinin Genel Sekreteri sıfatıyla kendisini küçük, ama etkili bir güç aygıtıyla kuşatmış olması, onun ancak bir tür askeri darbeyle görevinden alınabileceği anlamına geliyordu. Revizyonistlerin, Stalinin çevresinde bir kişiye tapınma inşa etmiş olmaları, böylesi bir askeri darbeye belirgin bir karşı-devrimci darbe karakteri kazandıracaktı. Böylesi bir darbenin Sovyet emekçi halk yığınlarının desteğini kazanması, ancak onların Staline karşı nefret ve öfkeyle dolmalarına yol açacak olağanüstü bir bunalım koşullarında olanaklı olabilirdi.
Muhalefet komplosunun planlarının, Almanyayla yaklaşmakta olan savaş bağlamında tam da bu türden koşulları oluşturmak amacıyla biçimlendirildiğini gösteren yeterince kanıt bulunmaktadır.
Mart 1938de Nikolay Buharin ve diğerlerinin yargılanması sırasında sanıklar, Almanyanın Sovyetler Birliğine saldırısı üzerine Sovyet Yüksek Komutanlığının cepheyi Alman ordularına açması ve onların hızla Moskova kapılarına kadar ilerlemelerine izin vermesi konusunda Nazi Almanyasının istihbarat servisiyle anlaştıklarını itiraf ettiler. Revizyonistler tam da o sırada, SBKPnin yönetici organlarındaki revizyonist çoğunluğun destekleyeceği bir askeri darbe yapacaklardı. Kişiye tapınma ya göre her şeyi kişisel olarak denetlediği varsayıldığı için Stalin ile diğer öndegelen Marksist-Leninistler Sovyetler Birliğinin savunmasını sabote ettikleri suçlamasıyla tutuklanacaklardı. Daha sonra, yeni Sovyet hükümeti, ödül olarak Ukrayna ve Belarusyayı ilhak edecek olan Almanya ile bir barış anlaşması yapacak, dahası bunu yaparken Leninin 1918de Brest-Litovsk Anlaşması sırasında başvurduğu taktikleri, bu adımın Leninist öncelleri olarak sunacaktı. Daha sonra, yeni Sovyet hükümeti, Sovyetler Birliğinin geriye kalan bölümünde, Stalin döneminin suçlarını sergileyecek, sosyalizm bayrağını muhafaza ederken, sosyalist ekonomiyi bir çeşit devlet kapitalizmine dönüştürecek reformlar gerçekleştirecekti.
1938 yargılamasının sanıklarına göre plan böyleydi. Şimdi bunu 1941de gerçekten olup bitenlerle karşılaştıralım.
1941
O yılın ilkbaharında Alman Yüksek Komutanlığı Sovyet sınırına milyonlarca asker yığdı. Sovyet istihbarat elemanları, işgalin başlayacağı gün de içinde olmak üzere Hitlerin tasarladığı Barbarossa Operasyonunun ayrıntılarını Moskovaya, tümüyle doğru bir biçimde bildirdiler. İngiliz ve diğer yabancı istihbarat servisleri hemen hemen benzer uyarılarda bulundular. Ama gene de Sovyet hükümeti Sovyet silahlı kuvvetlerini seferber etmek için tek bir adım bile atmadı; hatta sınır birliklerini bile alarm haline geçirmedi.
Bunun sonucunda, 22 Haziran 1941de Almanyanın kitlesel işgali başladığında Sovyet birlikleri tümüyle gafil avlandılar ve düşmanın sayısal üstünlüğü karşısında ezildiler. Sovyet hava kuvvetlerinin büyük bir bölümü daha havalanamadan yokedildi. Batı Avrupanın tümünün sanayisi tarafından donatılmış bulunan Alman ordusu, gerçekten de kısa bir süre içinde Moskovanın kapılarını dövmeye başladı.
Olayların bu doğrultuda gelişimi, yetersizlikle açıklanamaz. Bu, ancak ihanetle açıklanabilir. Bu gelişmeler, komplocuların Mart 1938 yargılamasında açıkladıkları planlarla tam bir uyum göstermekteydi.
Bu analiz, İkinci Dünya Savaşının en büyük gizlerinden birini, yani, kuşkusuz son derece yetenekli olan Alman silahlı kuvvetlerinin Sovyetler Birliğine sırtlarında kışlık giysileri ve araçlarında antifriz olmaksızın gitmelerinin ki, her ikisi de bu kuvvetlerin 1941-42 kışında uğradıkları askeri felakete katkıda bulundu- ardında yatan nedeni açıklamaktadır. Salt askeri açıdan bakıldığında, bir onbaşı bile Almanyanın Sovyetler Birliğinin engin topraklarını kış gelmeden zaptedeceğini umamazdı. Ama tabii, eğer bütün planlar, savaşın patlak vermesinden birkaç hafta sonra Moskovada bir askeri darbenin meydana gelmesi ve ardından bir ateşkes ve bir barış anlaşmasının imzalanması beklentisine göre düzenlenmiş ise, o zaman her şey ilk kez yerli yerine oturur.
Şimdi Sovyet Partisi ve devletine egemen olan revizyonistler, Sovyet ordusunun Haziran 1941de uğradığı bozgundan ötürü Stalini suçlamaktadırlar. Büyük Yurtsever Savaşın resmi tarihine göre, Stalin siyasal açıdan o denli saf idi ki, Sovyetler Birliğiyle 1939 sonbaharında imzaladıkları saldırmazlık paktı nedeniyle Nazilere güvenilebileceği gerekçesiyle Alman planlarına ilişkin bütün istihbarat raporlarını reddetti.
Fakat, bu açıklama da bilinen olgularla uyuşmamaktadır.
Başka özellikleri ne olursa olsun, Stalin asla siyasal açıdan saf bir kişi değildi. Stalin 1931de Sovyet halkını, Sovyetler Birliğinin kaçınılmaz olarak yaklaşan savaşta yok edilmek istemiyorsa Sovyet ağır sanayisini on yıl içinde inşa etmesi gerektiğini söyleyerek uyarmıştı. O, SBKPnin 1939daki 18. Kongresinde, Batı Avrupa emperyalist devletlerinin, Sovyetler Birliğine karşı bir Alman saldırısını kışkırtmayı hedefleyen yatıştırma politikasını bir bütün olarak doğru bir analize tabi tuttu. 1941 ilkbaharında, esas olarak Kızılordu subaylarına hitaben bir dizi konuşma yapan Stalin onları Alman saldırısının yakınlığı konusunda uyardı. Örneğin O, 5 Mayıs 1941de askeri akademilerin mezunlarının bir toplantısında yaptığı konuşmada, 1942ye kadar bir Alman saldırısının hemen hemen kaçınılmaz olduğunu, bu andan Ağustos 1941e kadar olan dönemin ise en tehlikeli dönem olduğunu söyledi.
Eğer bu analiz doğruysa ki, ben bu analizin bilinen olgularla uyuşan tek analiz olduğunu düşünüyorum- o zaman, Sovyetler Birliğinin 1941de uğradığı korkunç yenilgilerden sorumlu olan komplocuların neden planlarını mantıksal sonucuna, yani bir askeri darbeye kadar götürmedikleri sorusu sorulmalıdır. Bence, bu sorunun yanıtı, o günlerin tüm Sovyetler Birliği gözlemcilerinin oybirliğiyle tanıklık ettikleri bir olguda, yani yenilgilerin şokunun Sovyet emekçi halkında bu yenilgilere ülke içinde bir günah keçisi arama isteği, ne pahasına olursa olsun barışa kavuşma isteği yaratmamış olması olgusunda aranmalıdır. Bu yenilgilerin tiksinti, öfke ve nefret duyguları doğurduğu kesin; ama bu duygular Staline değil, Alman işgal güçlerine yönelmişti. Bu duygular o denli yaygın ve yoğundu ki, halk Stalini tutuklamaya ve barış dilenmeye kalkacak herhangi bir politikacı ya da subay grubunu çıplak elleriyle parçalardı.
Savaşın ilk onbeş günü boyunca Stalin kamuya hiç bir açıklama yapmadı ve halkın önüne çıkmadı. 1956 yılında yaptığı gizli konuşmada Kruşçov bunun Stalinin, yaşanan askeri felaketin derinliği yüzünden demoralize olmasından kaynaklandığını ileri sürdü. Fakat, gerek bu dönemden önce ve gerekse sonra Stalinin tutumunda, Onun ne denli ağır olursa olsun güçlükler karşısında demoralize olduğu savını destekleyen hiçbir veri bulunmamaktadır.
Ancak, savaşın bu ilk iki haftasında Stalinin kamusal yaşamdan uzak durmasının, bilinen olgularla Stalinin demoralizasyonu teorisinden çok daha iyi uyuşan bir başka olanaklı açıklaması vardır. Bu açıklama şudur: Durumu çok doğru bir tarzda değerlendirmiş olan ve revizyonist çoğunluğun bizzat kendisinin yol açtığı durumda kamunun önüne geçilemez selinin basıncı altında Onun ve diğer Marksist-Leninistlerin yardımını isteyen ve bu işbirliğinin karşılığı olarak savaşın yönetiminin SBKP liderliğine egemen olan revizyonist çoğunluktan Marksist-Leninistlerin egemen olacağı bir organa devrini dayatan Stalin deyim yerindeyse grevde idi.
Dolayısıyla, Kruşçovun 1956 yılında yaptığı gizli konuşmada Stalinin ancak, SBKP liderliğinden bir temsilciler kurulunun yanına gitmesinden sonra, çekilmiş olduğu köşeden çıktığı yolundaki açıklamasına inanmamak için herhangi bir neden yoktur.
Her halükarda, 30 Haziran 1941de Sovyetler Birliğinde tüm iktidar, savaş süresi boyunca küçük ve olağanüstü bir komiteye, başında Stalinin bulunduğu ve çoğunluğu onun güvenilir Marksist-Leninist çalışma arkadaşlarından Vyaçeslav Molotov, Lazar Kaganoviç ve Lavrenti Beria- oluşan Devlet Savunma Komitesine devredildi. Bundan kısa bir süre sonra da Stalin Sovyet silahlı kuvvetlerinin başkomutanlığına getirildi.
3 Temmuz 1941de, yani savaşın patlak vermesinden 12 gün sonra Stalin radyodan ülkeye seslenen bir konuşma siyasal muhaliflerinin bile, yaşamının en iyi konuşması olarak niteledikleri konuşmasını- yaptı. O ağır askeri durumun bir özetini yaptı; geri çekilme halinde düşmanın eline geçmesini önlemek için her binanın, her yiyecek kırıntısının yokedilmesini gerektiren kavrulmuş toprak politikasını anlattı; düşman hatlarının gerisinde gerilla birliklerinin oluşturulmasına ve tehdit altında bulunan Batıdaki tüm savaş fabrikalarının tuğla tuğla güvenli Sibiryaya taşıma muazzam görevine başlanmasına ilişkin direktiflerini verdi. Ve O, kaçınılmaz olarak yapılması gerekecek özverileri ve çekilecek acıları zerrece azımsamaksızın, sakin bir özgüvenle zaferin Sovyet halkına ait olacağını söyledi.
Konstantin Simonovun Yaşayanlar ve Ölüler adlı romanı 1958de, yani Sovyet entellektüellerinin Staline saldırı konusunda hemen hemen tam bir oybirliği içinde oldukları bir tarihte yazılmıştı. Dolayısıyla, Simonovun kitabında, Stalinin konuşmasının cepheye yakın bir sahra hastanesi üzerindeki etkisini betimlediği pasajı not etmek ilginç olacak:
Stalin sakin, yavaş bir sesle ve güçlü bir Gürcü aksanıyla konuşuyordu...
O düzgün sesle, onun sözünü ettiği trajik durum arasında büyük bir uyumsuzluk vardı ve bu uyumsuzlukta güç yatıyordu. Ama insanlar şaşırmamışlardı. Onlar Stalinden zaten bunu bekliyorlardı.
Onlar onu farklı tarzlarda seviyorlardı,.. bazıları ise onu hiç sevmiyordu. Ama hiç kimse, onun cesareti ve demirden iradesinden kuşku duymuyordu. Ve tam da şimdi, savaş halindeki ülkenin başındaki insanda bulunmasına her zamankinden daha çok gereksinim duyulan işte bu iki özellikti.
Stalin durumu trajik olarak tanımlamadı; onun böyle bir sözcük kullanmasını beklemek gerçekçi olmazdı... Onun anlattığı hakikat acı bir hakikattı; ama en azından bu hakikat açıkça söylenmişti ve insanlar artık yere daha sağlam biçimde basmakta olduklarını duyumsuyorlardı...
Ve Stalinin her zamanki tarzıyla, büyük, ama aşılamaz olmayan güçlüklerin aşılması zorunluluğundan söz etmiş olmasına gelince, bu da zayıflığı değil, tersine büyük bir gücü çağrıştırıyordu.
Stalin ve onun en yakın çalışma arkadaşlarının 1941-45 savaşı sırasında, bu savaşın yürütülmesinin sorumluluğunu üstlenmeye çağrılmış oldukları tartışma götürmez bir gerçeklik olduğuna göre, ona savaş bağlamında yöneltilen eleştirilerin bazılarına bir göz atalım.
Kruşçov, 20. Kongrede yaptığı gizli konuşmada Stalinin Sovyet ordusunun askeri operasyonlarını bir küreye bakarak yönettiğini ileri sürdü. Savaş sırasında kendisiyle birlikte çalışmış olan bütün yabancı askeri uzmanlar, Stalinin askeri konuların ayrıntılarını nasıl sımsıkı kavradığına tanıklık ettikleri dikkate alındığında, tümden hayal ürünü olan bu tür açıklamaların beş paralık değeri olmadığı anlaşılır.
Kruşçovun, bunun dışında Stalinin askeri yönetimi konusunda yaptığı tek eleştiri, Sovyet ordusunun yitirdiği tekil bir muharebeye yaptığı göndermedir. Sovyet ordusunun Alman ordusunu (Büyük Yurtsever- ç. n.) savaşta yenmiş olması ise Parti liderliğinin başarısı olarak gösterilmektedir. Ama, hem öyle hem böyle diyemezsiniz. Eğer Stalin fiilen askeri operasyonlara komuta ediyorduysa, yitirilen tekil çatışmalar gibi, savaştaki zafer de onun hanesine yazılmalıdır.
Aslında Stalin, askeri stratejiyi derinden kavrama yetisini, daha Parti Merkez Komitesi adına sorun çözücü sıfatıyla bir cepheden öbürüne koştuğu 1919-20 İç Savaşı sırasında kanıtlamıştı. O, askerlik bilimine önemli katkılar yaptığı 1941-45 savaşı sırasında bu kavrayışını daha da geliştirdi. O, bu savaşta geliştirdiği stratejiyi şöyle detaylandırıyordu:
Kuvvet bakımından daha üstün bir düşmanla karşılaştığımızda, eğer savaşmak için geniş topraklara sahipsek, doğru strateji, bir stratejik geri çekilme gerçekleştirmek ve bu geri çekilme sırasında düşmana yararlı olabilecek ve taşıyamayacağımız her şeyi yoketmek, geri çekilme sırasında düşman kuvvetlerine ağır kayıplar verdirmek, kendi haberleşme hatlarımızı kısaltırken düşmanınkilerin uzamasını sağlamak, düşmanı bilmediği ve dost-olmayan bir arazide savaşmak zorunda bırakırken bizim dost ve bildiğimiz arazide savaşmamızı sağlamak biçiminde olmalıdır. Daha sonra, kuvvetlerimizin güçlenmesi ve düşman kuvvetlerinin zayıflamasına bağlı olarak artık düşmanın kuvvet bakımından bizden daha zayıf olduğu bir noktaya ulaştığımızda, kararlı bir karşı-saldırıyla düşman kuvvetlerini kuşatmamız ve yoketmemiz gerekir.
Sovyetler Birliğinin savaşta zafer kazanmasını sağlayan, işte bu stratejiydi.
Gene Stalin, emperyalist bir devlete karşı savaşan sosyalist bir devletin önderi sıfatıyla, asıl vurguyu devrimci sosyalist sloganlardan çok yurtsever sloganlara yaptığı ve Rus ulusal duygularını okşadığı için eleştirilmektedir.
Ama, Stalin ve Sovyet Marksist-Leninistleri Stalin savaşı yürütme görevini devraldığında SSCBnin diğer önemli uluslarını oluşturan Ukraynalılar ve Belaruslar Alman işgali altında olduklarından- Rus halkının tümünü seferber etmelerini gerektiren bir savaşı sürdürme göreviyle karşı karşıya bulunuyorlardı. Rus halkının ana kitlesi, devrimci bilinçli işçilerden değil, çoğunlukla devrimci sosyalist bilince sahip olmaktan uzak küçük-burjuva köylülerden oluşuyordu. Bununla birlikte onlar ateşli yurtseverler idiler; Rus ulusunun ırksal geriliğini alaya alan Nazi propagandasına büyük bir tepki duyuyorlardı. Ben, belirli ölçülerde bir revizyonist dejenerasyonun zaten meydana gelmiş bulunduğu 1941-45 dönemi Sovyetler Birliğinin koşullarında, bu siyasal çizginin doğru olduğu kanısındayım.
Savaş dönemi Sovyet liderliğine getirilen bir başka eleştiri, onun emperyalist bağlaşıklarıyla Britanya ve ABD- Avrupanın askeri nüfuz bölgelerine bölünmesine ilişkin bir anlaşma yapmış olmasıdır. Fakat bir savaşta bağlaşıklara sahip olmak çok istenir bir şeydir; ve bir ülkenin, bağlaşıklarıyla ortaklaşa çalıştığı ve düşmanı işgale uğramış olan topraklarının ötesinde kovalamaya devam ettiği koşullarda, askeri nedenlerden ötürü her bir ordunun operasyonlarını yürüteceği farklı alanlar üzerinde karşılıklı bir anlaşmaya varmanın mutlak bir gereklilik olduğu da açıktır.
Son bir eleştiri, Doğu Avrupanın Sovyet askeri işgali altına giren bölgelerinde, içlerinde muhafazakar öğelerin de bulunduğu hükümetlerin onaylanmasına ilişkindir. Ama Marksist-Leninistler her zaman, sosyalizmin bir ülkeden bir başka ülkeye kuvvet yoluyla ihraç edilemeyeceğini, herhangi bir ülkede sosyalizmin, ancak o ülkenin işçi sınıfı siyasal olarak bunu yapmaya hazır olduğunda kurulabileceğini savunmuşlardır. Bu yüzdendir ki, Kasım 1941 gibi erken bir tarihte Stalin şöyle diyordu:
Bizim, kendi irademizi ve rejimimizi Avrupanın Slav ya da başka köleleştirilmiş uluslarına dayatma türünden savaş amaçlarımız yoktur ve olamaz... Bizim amacımız, Hitlerin tiranlığına karşı kurtuluş savaşımlarında bu uluslara yardım etmek ve kendi topraklarında kendi yaşamlarını istedikleri gibi örgütlemekte onları bütünüyle özgür bırakmaktır! (J. V. Stalin, 6 Kasım 1941 Konuşması)
Sovyet ordusunun işgali altına giren ülkelerde bu yol izlendi. Nazilerle işbirliği yapmayan bütün siyasal partilerin içinde yer aldığı ulusal hükümetler kuruldu; fakat fiili devlet iktidarı, Sovyet ordusu aracılığıyla Sovyet devletinin elinde bulunuyordu. Ellerinde herhangi bir gerçek devlet iktidarı bulunmayan muhafazakar politikacılar görece kısa bir süre içinde sergilendiler ve yerlerini bu ülkelerin ilerici güçlerine bıraktılar. Böylece kendi halklarının inisiyatifiyle bu ülkeler, bir dönem işçi sınıfının önder siyasal rol oynadığı Halk Demokrasilerine dönüştüler.
Savaş- Sonrası Dönemi
Savaşın bitimiyle birlikte, Devlet Savunma Komitesi ortadan kaldırıldı ve Sovyet devletinin fiili yönetimi, bir kez daha hala gizli revizyonistlerin egemen olduğu SBKP liderliğinin eline geçti.
Savaştan sonraki ilk Parti Kongresi, 1952de toplanan 19. Kongre, bu değişikliği tuhaf ve hiç görülmemiş bir biçimde yansıttı; Merkez Komitesinin Raporunu Genel Sekreter Stalin değil, Georgi Malenkov sundu.
Hatta SBKPnin fiili liderliği, Stalinin çalışmalarını, 1950de yayımlanan Dilbilimin Sorunları gibi, dilin ve onun gelişiminin bilimsel incelenmesine önemli bir katkı oluşturmakla birlikte Sovyet toplumunun temel güncel sorunlarıyla doğrudan ilişkili olmayan makaleler yazma türünden görevlerle kısıtlamaya çabaladı.
Daha sonra Staline gene, tasarlanan siyasal ekonomi ders kitabının bir eleştirisini hazırlama gibi zararsız gözüken bir başka görev verildi. Ama 1952de bu eleştiri, SSCBnde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları adı altında kitap halinde yayımlandığında, daha o zaman Sovyet entellektüelleri tarafından açıkça ileri sürülmekte olan revizyonist düşüncelerin bir çoğunun sergilenmesi biçimine büründü.
Fakat uluslararası alanda, Stalin ve Marksist-Leninist azınlık revizyonizme karşı savaşım cephesinde daha başarılı olabildiler. 1947de Komünist Enformasyon Bürosunun (Kominform) oluşturulmasının, revizyonistler tarafından 1943de dağıtılan Komünist Enternasyonalin yeniden kurulması doğrultusunda atılan bu önemli adımın Stalinin inisiyatifiyle gerçekleştirildiği yolunda yeterince kanıt bulunmaktadır.
Stalinin, Kominternin son yıllarındaki revizyonist çizgisini ana öğeleri Komünist Enternasyonalin 7. Kongresinde benimsenen sosyalizme parlamenter yoldan geçiş çizgisi- desteklemiş olması gerektiğine inanmak isteyenler için, o yıllarda Kominternin öndegelen liderleri olan Dmitri Manuilski ile Georgi Dimitrovun yeni uluslararası örgütte herhangi bir görev almaya çağrılmadıklarını ve bu örgütte öndegelen rolün Stalinin yakın Marksist-Leninist çalışma arkadaşlarından Andrey Zhdanova verildiğini not etmek yerinde olacaktır. Ayrıca, Kominformun ilk eylemlerinin, Fransa, İtalya, Japonya ve Yugoslavya Komünist Partilerinin (ki, bu sonuncusu, Yugoslavyada kapitalizmi restore etmeye yönelmiş revizyonist bir parti olduğu için 1948de Kominformdan atıldı) revizyonist çizgilerini sert bir biçimde eleştiren yazılar yayımlamak olmuş olması da anlamlıdır.
Bu dönemde, revizyonist çoğunluğun sahte sosyalist görüntülerini sürdürmek zorunda olmalarından yararlanarak Sovyetler Birliğinde sanat ve kültür alanında revizyonistlerin teşvik ettiği burjuva eğilimlere karşı sosyalist kültür devrimine önderlik eden de Zhdanov oldu. Zhdanovun kültür sorunlarına ve sosyalist realizme ilişkin konuşma ve yazıları, bu önemli alanda Marksist-Leninist bakış açısını önemli ölçüde ilerletti.
Bu arada Stalinin istihbarat servisi, SBKP liderliğine egemen olan öğelerin aktiviteleriyle ilgili soruşturmalarını sürdürüyordu. Kruşçovun, Stalinin kuşkuculuğu konusundaki savları, elbette temelsiz değildi. Bu soruşturmaların sonundadır ki, 1952nin sonunda Kremlinde çalışan bir dizi doktor tutuklandı ve son bir kaç yılda aralarında Zhdanovun da bulunduğu bir dizi Parti liderini 1930larda kullanılan metotların aynısını kullanarak öldürmekle suçlandı. Sovyet Tıp Birliğine bağlı bir komisyon bu liderlere uygulanan tedaviyi soruşturdu ve bu vakaların hepsinde de uygulanan tedavinin kasıtlı cinayete eşdeğer olduğu yolunda bir rapor hazırladı. Yabancı basın muhabirleri, bu suçlamaların öndegelen Sovyet kişiliklerine uzandığı konusunda düşünce birliği içindeydiler.
Fakat doktorların yargılaması başlamadan, Stalin tam da bu öndegelen kişiliklerin işine gelecek biçimde- birdenbire öldü.
Birkaç gün içinde, Genel Sekreterin Kişisel Sekretaryası dağıtıldı, eski başı Poskrebişev ortadan kaybolurken Sekretaryanın kayıtlarına da elkondu. Ardından Pravdada, tutuklanan doktorların masum olduklarını ve serbest bırakıldıklarını duyuran bir açıklama yayımlandı. Temmuza gelindiğinde Beria da ortadan kayboldu ve Kruşçovun rastgele bir açıklamasına göre ölümünden sonra yargılandı.
Sonuç
Bugüne kadarki araştırmalarımızın Stalinin rolüne ilişkin ortaya çıkardıklarının kısa özeti budur. Bu, objektif dünya koşulları sonunda bu savaşımı başarısız kılmış olsa da yaşamı boyunca revizyonizme karşı tutarlı bir tarzda savaşım vermiş olan öndegelen bir Marksist-Leninistin rolüdür.