Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

Beğenmediğimiz ve sürekli eleştirmeye çalıştığımız sözde sol-sosyalist forumlarda dahi sorulsa, kapitalizmden kurtuluşun sosyalizm olduğu söylenecektir. Özellikle reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte ortaya çıkan kerameti kendinden menkul kişilerin ''sosyalizm değil komünizm'' deyip ML'e aykırı olarak ileri sürdükleri bir yığın safsatayı kenara koyacaksak hemen hemen büyük bir çoğunluk, bu konuda aynı kavramlarda birleşecektir: Devrim, sosyalizm-komünizm!

Bu konuda pek sorun çıkmıyor. Sorun bundan sonrasında!

Teorik olarak devrimin nasıl gerçekleşeceği konusunda da bir yere kadar farklılık yaşanmıyor: ''Devrimle'' ve ''işçi sınıfının kapsayıcılığında komünist partinin ( veya partilerin) öncülüğünde.'' Aşağı yukarı hepimiz dillendiriyoruz bunu. Bir farkla ki, kimileri bu konuda işçi sınıfı ve emekçi halkı devrim stratejisinin dışında tutmaya ve iradeciliğe-örgütçülüğe çok daha fazla vurgu yapmaya özen gösteriyor. Devrimin işçi sınıfı ve emekçi halk dışında illegal bir örgütün iradi-silahlı kalkışması sonucunda gerçekleşmesi gerektiği yolunda tezler öne sürüyor ve çoğu kez bunu hen Blangui'ye ve hem de Lenin'e dayandırıyorlar. Bu konuyu da tıpkı kerameti kendinden menkul devrim kaçkınlarının ileri sürdükleri safsatalar gibi bir kenara koyalım. Kapitalizmin yol aldığı ve temel sınıfların ortaya çıktığı hiç bir kapitalist ülkede sınıfı-halkı dışta tutan ve sadece devrimci örgütün iradi müdahalesine dayanan devrim stratejilerinin hem pratikte karşılığı yoktur ve hem de Leninizm ile hiç bir bağı bulunmamaktadır. Bunları geçelim.

Evet; kurtuluş devrimle gerçekleşecektir ve devrim de öncünün önderliğinde, işçi sınıfı ideolojisi altında işçi sınıfı ve emekçi halkın başkaldırısı, düzen karşıtlığı ve artık eskisi gibi yönetilmeme iradesini göstermesiyle ortaya çıkan nesnellik koşullarında hayat bulacaktır. Genellikle böyle olacaktır. Bu yüzden devrimin gerçekleşebilme koşullarının   bu olduğunu söylüyor ve bu koşullara da ''devrimci durum'' adını veriyoruz. ( Konu Lenin'de detaylı olarak var.)

Bu konuyu daha anlaşılır kılmak için, bir konu üzerinde biraz daha durmak gerekiyor. Lenin devrim ve devrimci durum üzerinde çözümlemeler yapar ve buradan devrimci sonuçlar çıkarırken hiç kuşku yok, devrim öncesi Rusya nesnelliği üzerinden hareket ediyordu. Hatırlayalım, devrim öncesi Rusya kaynayan bir kazan özelliği gösteriyor. 1905 devrimi sırasında greve çıkan işçi sayısı 500 bin. Köylü ayakta. Liberaller reform istiyor. vb. Bu süreç bu özelliğini 1917 ekim'ine kadar hemen hemen hiç yitirmedi. Toplumun hemen her kesimini saran bir memnuniyetsizlik ve bu memnuniyetsizlikten kaynaklı sokak eylemleri hiç kesilmiyor. Birinci paylaşım savaşı ile birlikte bu memnuniyetsizlik had safhaya varıyor. Kısaca toplumun her kesimi kendi içinde bir ayaklanma durumu yaşıyor. Ve Lenin'in partisinin kitleyi sokağa çağırmak gibi bir derdi yok. Sadece örgütlü ve ayaklanmış kitlelerin öncülüğüne geçme gibi bir hedefi var ve sonra da doğru zamanda ayaklanma çağrısına...

Bugünün Türkiye'sine geldiğimizde bir farklılığı göz ardı etmek mümkün değil. O da Haziran ayaklanmasını saymazsak, sınıfın ve toplumun daha çok sindirilmiş halinden söz etmek mümkün. Ekim'den bu yana nerdeyse yüz yıl geçti. Kapitalizmin 250 yılı aşan bir deneyimi var. Öğrendi artık. Bu toplum içinde azınlık olduğunu biliyor. Çoğunluğu yönetebilmenin yolunun o çoğunluğun zihninin esir alınmaya mümkün olduğunu, kendi sınıfsal çıkarlarını sanki çoğunluğun sınıfsal çıkarıymış gibi işçi sınıfı ve emekçi halkın zihnine akıtmaktan geçtiğinin bilincinde.   Böyle de yapıyor. Eğitimiyle, geleneksel kültürüyle, medyasında, diniyle, hukuk sistemiyle, mahkemeleri, hapishaneleri ve gerektiğinde işkencehaneleriyle kendi ideolojini yoksulun zihnine yerleştirebiliyor. Bugünün Türkiye'sindeki   halkın önemli bir kesimin sinmişliği, duyarsızlığı, boşvermişilliği ve kendi sınıfsal çıkarına aykırı siyasetlere meyletmesi bundan. Ekim öncesi Rusya ile bugünün Türkiye'si arasında böyle bir fark var. Ve bu fark öncü olma iddiası taşıyan partiye farklı bir misyon da yüklüyor.

( Daha sonra devam edilir.)

munzur  |  Cvp:
Cevap: 1
17.02.2015- 13:37

Devrim işçi sınıfının öncülüğünde mülksüzlerin örgütlenmesi sonucu gerçekleşir. Mülksüzler dışlanarak devrim stratejisi kurulamaz. Bu tür devrim modelleri halktan kopuk eylemlerin gerçekleşmesine yol açar, faydadan çok zarar getirir. Sosyalistlerin ne yapıp edip mülksüzleri örgütlemesi lazım. Seçimi hedef olarak önüne koymadan sokakta örgütlenmenin yolunu bulması lazım. Bu aşamadan geçmeden devrimin gerçekleşmesi koşullar ne olursa olsun olası değil.

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
18.02.2015- 17:34

Alıntı Çizelgesi: melnur yazmış



Bugünün Türkiye'sine geldiğimizde bir farklılığı göz ardı etmek mümkün değil. O da Haziran ayaklanmasını saymazsak, sınıfın ve toplumun daha çok sindirilmiş halinden söz etmek mümkün. Ekim'den bu yana nerdeyse yüz yıl geçti. Kapitalizmin 250 yılı aşan bir deneyimi var. Öğrendi artık. Bu toplum içinde azınlık olduğunu biliyor. Çoğunluğu yönetebilmenin yolunun o çoğunluğun zihninin esir alınmaya mümkün olduğunu, kendi sınıfsal çıkarlarını sanki çoğunluğun sınıfsal çıkarıymış gibi işçi sınıfı ve emekçi halkın zihnine akıtmaktan geçtiğinin bilincinde.   Böyle de yapıyor. Eğitimiyle, geleneksel kültürüyle, medyasında, diniyle, hukuk sistemiyle, mahkemeleri, hapishaneleri ve gerektiğinde işkencehaneleriyle kendi ideolojini yoksulun zihnine yerleştirebiliyor. Bugünün Türkiye'sindeki   halkın önemli bir kesimin sinmişliği, duyarsızlığı, boşvermişilliği ve kendi sınıfsal çıkarına aykırı siyasetlere meyletmesi bundan. Ekim öncesi Rusya ile bugünün Türkiye'si arasında böyle bir fark var. Ve bu fark öncü olma iddiası taşıyan partiye farklı bir misyon da yüklüyor.




Türkiye sosyalist hareketinin kitleyle buluşma gibi bir sorunu var. 12 Eylül yenilgisi ve reel sosyalizmin çözülüşünün yarattığı koşullarda her türlü savrulmaya uğrayan ve deyim yerindeyse un ufak olan sosyalist hareket uzunca bir dönem ideolojik olarak ayağa kalkmaya çalıştı. Bugün için Türkiye'de ideolojik olarak hem yeterli kadro ve hem de yeterli ideolojik birikim olduğu söylenebilir. Bu konuda hiç bir sıkıntı yok. Ama şu da var; bir partinin hem kadro ve hem de birikim olarak yeterli derinliğe sahip olması o partinin kitleseleşme ve toplumsal bir güç olabilme konusunda kendiliğinden bir avantaja dönüşmüyor. Üstteki alıntıda da değinildiği gibi, işçi sınıfı ve emekçi halkın neredeyse uykuya yattığı dönemlerde parti ile sınıf arasındaki açının maksimum düzeye ulaşması, komünist partilere kendiliğinden bir akış sağlamıyor. İstenildiği kadar siyasal gündem doğru okunsun, okunan güncele doğru stratejilerle yaklaşılsın, partinin büyümesi bir yere kadar oluyor ve gelinen nokta partiye toplumsal alanda yeterli güç de veremiyor. Kaldı ki, Haziran ve sonrasında ortada farklı bir durum olduğu da aortada. Haziran ne kadar devrimci bir durum olmasa da, önemli devrimci olanaklar barındırdığı da yadsınamaz ve bugün için de Haziran'ın tamamiyle sönümlendiği söylenemez. Başa döndüğümüzde Haziran ve sonrasındaki olanaklar da ortadayken ne yapmalı, sosyalist solun toplumsal bir güç haline gelebilmesi için neler yapılması gerektiği sorusunu sorduğumuzda herhalde verilecek yanıt, ideolojik alandan siyasal-toplumsal alana çıkması gerektiği yolunda olmalıdır ki, başka da bir çözüm bulunduğunu da düşünmüyorum.

Komünist bir partinin toplumsal bir güç haline gelmesinin yolu sokaktan geçmektedir. Halkın toplumsal alandaki mücadele pratiklerine, bu pratikler sola aykırı bir karakter taşımadığı sürece yabancı veya soğuk kalan bir sosyalist/komünist parti kendini ideolojik alana hapsetmiş olur ve böyle bir parti de sosyalizmi toplumsal bir güç haline getiremez. Komünist bir parti parti kimliğinin silikleşebilme ihtimali/tehlikesini öne sürerek siyasal alandan, halkın somut pratiklerinden kaçmamalıdır. Partinin kitleyle bağ kurabilmesinden söz ediyorsak bu bağın kurulabilmesinin başkada bir yolu bulunmamaktadır. Üstelik Türkiye gibi emekçi halkın örgütsüz olduğu bir tülkede bu bağ ancak halkın sokaktaki gösterdiği pratikleriyle yüzleşmekten geçmektedir. Bana göre de sorun tam da bu noktada ortaya çıkıyor.

Toparlayacaksak, bir komünist partinin   toplumsal bir güç haline gelebilmesi ideolojik olana verdiği önemi siyasal olana da göstermesinden geçmektedir. Siyasal mücadele ile ideolojik mücadeleyi bir bütün olarak sürdürmek ve birini diğerinin karşısına koymadan savunabilmek, içinde bulunduğumuz konjöktürün temel stratejisi olmalıdır diye düşünüyorum. Sadece ideolojik alana sıkışmış bir partinin veya sadece siyasi alanda yoğunlaşan bir hareketin sosyalizmi toplumsal bir güç haline getirme şansının olamayacağı ortaya çıkmıştır. Kaldı ki, Haziran'dan sonra bu eşik de aşılmıştır; ve ülke başka bir sürece girmiştir.

Artık başka şarkılar söylemek gerekiyor!















Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]