Reformistler ve devrimciler buluşurken
Aytek Soner Alpan
Geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim...
Öncelikle, geçen hafta benim du bakalici, Aydemir Gülerin kolay çözümcü olarak adlandırdığı solun belli bir yaklaşımına, stratejide reform ve devrim başlığına köşe yazısı biçiminin izin verdiği ölçüde açıklık getirmek gerekiyor.
Meselenin bizim açımızdan anlamını iki tarihsel örnekle anlatmaya çalışalım:
5 Kasım 1912 tarihinde ABDde başkanlık seçimleri yapılmış ve ilkeleri ile tanıdığımız Wilson yüzde 42ye yakın oyla başkan seçilmiştir. Seçimler öncesinde Cumhuriyetçi Partiden kopan İlerici Partinin kurucusu Theodore Roosevelt ilginç vaatlerde bulunduğu seçimlerden ikinci olarak çıkmıştır. Seçimlerde sosyalistlerin adayı Eugene V. Debs de önemli denebilecek oranda oy almıştır. Bu manzara karşısında, Lenin, du bakali demeden yazdığı ve 9 Kasım tarihli Pravdada yayımlanan makalesinde tüm bunlardan başka bir noktaya odaklanmaktadır:
ABD seçimlerinin dünya çapındaki önemi sosyalist oyların büyük yükselişinde değil, burjuva partilerin kapsamlı krizinde, ne hızda tükendiklerinin ortaya çıkışındadır. Son olarak, bu seçimlerin önemi, sosyalizmle mücadelenin bir aracı olarak burjuva reformizminin olağanüstü derecede net ve çarpıcı biçimde açığa çıkmasında yatar. [
] Rooseveltin ve İlericilerin tüm programı ve tüm ajitasyonu burjuva reformu vasıtasıyla kapitalizmin nasıl kurtarılacağına odaklanıyordu.
İlerici Partinin seçim vaatleri hakikaten oldukça ilginçtir. Yine Leninden okuyalım:
Kapitalizmi reformlarla kurtaracağız, diyor bu parti. En ilerici fabrika mevzuatını kabul edeceğiz. Tüm tröstler üzerinde devlet kontrolü oluşturacağız (ABD özelinde bu tüm sanayii anlamına geliyor!). Bu kontrolü oluşturacağız ki yoksulluğu ortadan kaldırabilelim ve herkes doğru dürüst ücret alabilsin. Toplumsal ve endüstriyel adaleti sağlayacağız. Tüm reformların önünde saygıyla eğiliyoruz.
Lenin, cümlesini bitirmeden bu vaatlere İlericilerin ağzından şunu ekler: İstemediğimiz tek reform, kapitalistlerin mülksüzleştirilmesidir. [Vurgular Lenin'in]
Tüm dünyayı kasıp kavuracak bir savaşa doğru hızla sürüklenildiği neredeyse kesinleşen bir dönemde ABD gibi bir ülkede yükselen burjuva reformizminin değerini bilememişti Lenin. Leninin sekterliği, onun bu duruma ihtiyatla yaklaşmak ile tümüyle onaylayıp angaje olmak arasında bir yere yerleştirilebilecek olan makul sınırların dışına düşmesine neden olmuştu. Yükselen reformcu hareketi karalayan Lenin, sosyalistlere de olanaklar sağladığı belli olan bu atmosferi bir çırpıda elinin tersiyle itmiş, hareketin gücünü anlayamamıştı. Siyaset cahili diye bu adama denmezse kime denirdi ki?
ABDde kıymetini bilememişti de sanki Avrupadakini takdir etmişti oturduğu yerden siyaset yapan, halkın sorunlarından kopuk İlyiç Beyefendi...
Kendisi 1916 yılının sonlarında Zürihte fink atarken yani savaş tüm hızıyla devam ettiği bir sırada şöyle yazabilmekteydi:
Sosyalistler tüm faaliyetlerini devrimci işçi hareketini ona burjuva fikirler zerk etmek suretiyle bozan reformizmle mücadeleye odaklamalıdır. Reformizm günümüzde özel bir biçim almıştır: burjuvazinin savaş sonrası hayata geçireceği reformlara güven! Proletaryanın sosyalist devriminde ısrar edip, onu toplumsallaştırmak ve hazırlamakla işin pratik boyutunu göremez hale geldiğimizi ve reformları kazanma şansından yoksun kaldığımızı iddia ediyor reformistler. [
] Yalnızca burjuva reformizmi sorunu şöyle koyar: Ya devrimden feragat edersiniz, ki bu reform demektir, ya da reformlara da el sallayın. Ancak tüm dünya tarihinden, örneğin 1905 Rus Devriminden, çıkardığımız deneyim bize tam tersini öğretmekte: Ya devrimci sınıf mücadelesi, ki reformlar (devrimler tam manasıyla başarılı olmadığında) daima bunun bir yan ürünüdür ya da reformlara el sallayın.
Lenin bir kez daha gerçeklere gözünü kapamakta, halkın savaştan inlediği bir dönemde, tüm Avrupa savaş sonrası bir insani krizin ortasına yuvarlanırken halkın ufak da olsa yaralarını saracak bu girişimleri elinin tersiyle itmektedir. Ne hakkı vardır ki buna?
Örnekler çoğaltılabilir... Gerek yok. Bu manzaraya bakıp üç sonuç çıkartılabilir:
1. Kapitalist sistem içinde kalma perspektifi ve reformlarla halkın ve işçi sınıfının çeşitli sorunlarına kalıcı çözümler üretilebileceği fikrine dayanan reformizm, leninistler tarafından bir sempati nesnesi olarak değil, burjuvazinin sosyalizmle mücadele etmek için geliştirdiği bir araç olarak görülür. Ve elbette buna göre muamele görür.
2. Reformizmin biti kriz dönemlerinde kanlanır. Siyasal ya da iktisadi krizler beraberinde acilen çözülmeyi bekleyen bir dizi sorun dayatmakta bu da reformizme kapı aralamaktadır. Reformizm, kriz koşullarında devrimci olanakları silikleştirip, reformların tek gerçekçi yol olarak sunmanın da adıdır.
3. Reformlarla devrimleri birbirinin karşısına koymayan fakat reformları devrimci mücadelenin ancak bir yan ürünü olarak gören leninistler, reformizmin çeşitli meselelere incelikli bakışı, halkın acil sorunlarına çözüm önerme kapasitesi karşısında hep biraz siyaset cahili olmaya, tuzu kuru kalmaya mahkumdur. Bu bir gönüllü mahkumiyettir. Zira leninizmin devrimci iddia ve hedeflerden feragat etmeyi gerektirecek bir kıvraklığı, esnekliği yoktur. Bu nedenle leninizmden reformizme yuvarlanan her kesim siyaset ve teoride geliştirdikleri eklektizm vasıtasıyla kendisine eklem türetmeye çalışır.
Bugün de tam olarak böyle olmaktadır.
Son dönemde kriz ister istemez analizin ilk sırasına yazılıyor. Bundan daha doğal ve olası bir durum olamaz. Ancak mesele şu ki kriz başlangıç noktasından farklı hızlarla farklı yönlere hareket eden reformistler ve devrimciler bir bakıyorsunuz aynı dolmuşta buluşuveriyorlar.
Reformistler krizin derinliğinden yola çıkarak, krizin yarattığı tahribata dönük aşırı nesnelci analizlerle sorunları devrim denen Kaf Dağının ardına ertelememek konusunda ısrarcı görünüyorlar. Oysa kapitalizmin sınırları dahilinde sorunlara getirilecek çözümler kapitalizmin sorunlarına çözüm üretilmesinden başka anlama gelmiyor. Reformistler, halkın yükselen öfkesinin ardına saklanarak kapitalizmin hastalıklarına deva olmaya çalışıyorlar. Yine, yeni, yeniden...
Devrimciler ise yine ilk sıraya krizi yazıyorlar. Kapitalizmin krizinin hem genel manada hem de şu ya da bu nesnellikte derinleştiğinin altını çiziyorlar. Güzel... Ancak devrimciler durumdan yepisyeni bir radikalizm türetmek, yeni mücadele mecraları keşfetmek gerektiği sonucunu çıkarıyorlar. Bu da olabilir elbette. Neden olmasın?
Ancak fazlalıkları attığınızda gelinen nokta şu:
Reformistlerin önerdiği çare, meclis.
Devrimcilerin önerdiği yeni radikal mücadele mecrası yine meclis...
Hem de seçimler sözcüğün yakın ve uzak anlamları ile bitmişken... Hem de meclis tüm meşruiyetini kaybettiği bir anda... Rüşvetçi bakanlar aklandığı günlerde halk, meclis, burjuvazinin ahırıdır sözünü gönülden sahiplenmişken.
Tam da sosyalizm memlekette bağımsız, müstakil bir siyasi hat haline gelebilir denilen bir momentte.
O halde karar anındayız.
Kapitalizmi devirecek miyiz, yönetecek miyiz?
Halkın yüzünü düzen dışına mı çevireceğiz, onları milletvekili pazarlıkları, ilkesiz ittifaklar ile düzene mi bağlayacağız?
En önemlisi "Haziran, Haziran" dediğimiz Harizan 2013teki halk uyanışı mı, Haziran 2015te kurulacak seçim sandıkları mı?
Bir karar vermeliyiz.
Hem de hemen!
Bizim sanaldaki kuyrukçularımızın görmezlikten geleceği bir yorum olmuş. Bu yazıya bir yorum yapabilmek herşeyden önce reformist sol ile devrimci sosyalizm arasındaki farkın ne olduğunu bilince çıkarmakla mümkün. Öyle ya, sosyalizm diyen, devrim diyen, iktidarın alınması perspektifini gündeminden hiç düşürmeyenlere reformist yorumlarının yapıldığı, kuyrukçuluğun ise enternasyonalist solculuk ve keskin devrimcilik olarak nitelendirildiği bir sanal ortamda bu yorum, bize birkaç gömlek büyük gelecektir.
Öyle de oluyor zaten!