7 Haziran seçimleri yaklaşıyor ve sosyalist sol ne yazık ki yine toplumsal bir güç olamamak kaynaklı ''seçeneksizlik'' içinde. Çoğunlukla yine CHP ve HDP'ye yönelim olacak. Hatta eminim, seçime giren KP sempatizanları bile sandığa gittiklerinde bu iki partiden birine oy verecekler, AKP kaynaklı bilinen nedenlerden ötürü. Doğru, yanlış bir tarafa bu seçimde ilgi çekici bir özellik, kendilerini sosyalist gören bir kısım çevrelerin ki, sanalın kuyrukçuları da bu konuda başı çekiyor, solun HDP'de toplanmasını solculuğun bir koşuluymuş gibi ileri sürmeleri. Bu siyasi tavrın savunulacak ve tartışılacak bir yanı yok; bu ayrı, ama bence daha önemlisi, sol sempatizan kitle başta olmak üzere bazı sol aydın ve siyasilerimizin, seçimde CHP veya HDP'ye vurma alışkanlıklarını devam ettirmeleri. Sıradan eleştirilerden söz etmiyorum, sistematik bir ''vuruş''tan, ve adeta sanki iktidar partileriymiş gibi bu partilere kesin cephe almalardan ve acımasız, neredeyse düşmanlığa varan eleştirilerden ve karşı duruştan söz ediyorum.
CHP de HDP de burjuva partileridir, sistemin partileridir. CHP sosyal demokrat bir parti olma iddiasını taşıyor, HDP radikal demokrat bir parti olduğunu söylüyor. Bu kavramlar bile tartışmasız bir biçimde sistem çerçevesi içinde kalan kavramlardır. Bu konunun tartışılır bir yanı da yok. Bu yüzden kendisini solcu, daha daraltalım sosyalist olarak niteleyenlerin bu iki partiye seçim konusunda çağrıda bulunulması, sosyalizmin toplumsal bir güce her zamankinden daha da fazla ihtiyaç duyduğu koşullarda aymazlıktan başka bir şey değildir. Geçelim.
Peki ya CHP ve özellikle HDP'ye yönelik sistematik karşı duruşlara ne demeli? Birincisi yanlış da bu tavır doğru mu? Hayır, bu da en az birincisi kadar yanlış. Eğer ''iktidarda faşizm var'' diyorsak, ''7 Haziran'dan sonra faşizmin anayasal bir meşruiyet kazanabileceği''nden söz ediliyorsa, kuru sıkı gevezeliklerle bunu önleyebilmenin olanağı yoktur. Türkiye'de AKP karşıtlığı daha çok aydınlanma ve laiklik bağlamında ortaya çıkmaktadır. Haziran da böyle bir direnişti özünde. Hem CHP kitlesi ve hem de olabildiğince yanlışlarına rağmen kürt hareketi bu iki kavramın sahiplenenidir. AKP'yi bir kenara bırakıp, seçime giderken HDP ve CHP'ye vurmak AKP'nin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramaz. İdeolojik tartışmalar her zaman yapılır. Ama sanıldığı gibi toplumsal alanda ideoloji ile siyaset birbirinden farklılık göstermez, göstermemeli. Yaşanan sürecin ne olduğunu kavrayabiliyorsak, tam da bu nedenle CHP ve özellikle HDP'ye yönelik sistematik karşıtlığın doğru bir siyasi yönelim olmadığını da görebilmek gerek.
7 Haziran Sonrasında HDP ve Sosyalistler (Cihan Keskin)
Cihan Keskin - İleri Forum
Cumhuriyetin aydınlanmacı değerlerine sahip çıkmak, her sosyalist, devrimci örgütün tartışmasız gündemindeki en önemli sorundur. Haziran 2013 direnişi de, AKP gericiliğinin bu değerlere saldırısının tepkisi olarak ortaya çıktı.
Kürt siyasetinin 35 yıllık mücadelesi de aynı şekilde sosyalist siyasetin en önemli başlıklarından birisidir.
Sosyalist siyaset, 12 Eylül darbesinin karanlığından çıkıp kendisini yeniden şekillendirirken bu iki yakıcı mücadele başlığı, siyasetlerinin ana gövdesi oldu.
Ne var ki, sosyalist hareket bu iki başlığın geleneksel siyasi öznelerinin gücü ve alan kapatmaları nedeniyle kendi bağımsız hattına bu gerilimlerin enerjisini katamadı ve Kürt siyaseti ile CHPye verdiği ideolojik desteği kendi örgütlenme alanına taşıyamadı.
Kürt siyaseti ve CHPnin ülke siyaseti üzerindeki politikalarının çatışması ise solu iki özne arasında salınır hale getirdi.
Örneğin Kürt Siyasi Hareketi ve CHP, 12 Eylül 2010 Referadumuna boykot ve hayır seçeneğiyle girince sosyalistler bu iki siyaset arasında ayrıştı.
Anılan referandumda liberallerin 'yetmez ama evet' kampanyasının solla arasındaki bağı kopartması ise referandumun en önemli kazancı oldu. Siyasette sadeleşmenin önü açıldı.
Sosyalist siyasetin özneleri, 7 Haziran Seçimlerine de aynı siyasetlerin, özellikle de HDPnin siyasal konumlanışının destekçisi olarak girmektedir.
Bu seçim siyasetinin ardından sosyalist sol ancak HDP ile olan ilişkisini bağımsızlaştırırsa, etkisiz kaldığı 7 Haziran Seçiminden tıpkı 2010 referandumundaki gibi kazançla çıkmış olur.
Bağımsızlaşmadan kastım; liberallerle olduğu gibi artık herkes kendi yoluna gitsin değil elbette.
Kastım Kürt siyasetine artık bizim varlık nedenimizi sadece size destek vermek olarak sınırlandırdığınız bakış açısını değiştirin demektir.
Sosyalist sol 8 Haziran'da bunu yapmazsa, 8 Haziran sonrası görünen kaotik ortamda yeniden bu iki hareketin liberal demokrasisi ve radikal demokrasisi arasında patinaj yapar duruma düşecektir.
HDPnin pragmatist siyaseti, zaman zaman AKP ya da bir başka burjuva siyasal aktör ile örtüşebilir. Kürt siyasal hareketi, bu örtüşme zamanlarında sosyalist siyaseti yanında görme talebinden vazgeçmelidir.
HDP ana dilde eğitim gibi temel bazı politikalarında sosyalist solu elbette yanında görmek isteyebilir, üstelik bu desteği de her zaman alacaktır. Desteğin dışında sol'un görevidir de bu.
Sosyalist sol artık HDPye; AKP'nin Türkiyeye dayattığı yalnızca Kürt halkının hak gaspı değil, Türkiyenin bütününe dayattığı İslami yaşam tandanslı otoriterlik siyasetidir ve bu iki başlık birbirinden kopartılamaz" demelidir.
HDP'nin ezilen-ezen arasındaki mücadele hattının, emek sermaye çelişkisi başlığında ortaklaştırılmasının ayakları oluşturulmalıdır. Bu başlık için örnek olsun, Kürt siyasal hareketine şu söylenebilir:
Türkiye'nin her yerinde inşaatlarda çalışan Kürt kökenli emekçiler taşaronlaşma politikaları ile katmerlenmiş bir sömürü sistemiyle karşı karşıyalar. Kimlik siyasetinin yanında taşeronlaşma karşıtlığını koyup örgütlenme politikaları üretelim!
Sosyalist siyaset, Rojava ve Kobanedeki Kürt siyasal oluşumlarının mücadelesini ikirciksiz olarak desteklemiştir. Kürt siyaseti de, AB ve ABD ile olan ilişkilerini yeniden gözden geçirmeli, en azından bizim bu konudaki siyasallaşmış duyarlılıklarımızı gözetmelidir.
Hakan Fidanın MİT Müsteşarı olarak kalması HDP açısından gerekli ve değerli olabilir. Bizim bu konudaki en hafif deyimle bilgiye dayalı tedirginliğimizi gözetmeden 'çözüm süreci' başlığıyla bize yaklaşılmamalıdır.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş, Kürt siyasetinin mücadele başlıklarını başarılı bir dille solun duyarlılıklarıyla birleştirmişti. Bu söylemi ile de sosyalist solun önemli kesiminin de desteğini aldı. Oysa seçim sonrasında kimi sol duyarlılıklarının da adayı olduğunu unutup Tayyip Erdoğan'ı alkışlayabildi.
Demirtaş, burjuva siyasetinin dehlizlerinde bu alkışı centilmenlik olarak adlandırılabilir.
Ama unutulmamalıdır ki, bizim AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtlığımız burjuva siyasetinin dehlizlerine sığmaz. Olabilecek en eşitsiz şartlarda seçim kazanan AKP ve lideriyle hesabımız bir seçimle ve o seçimin sonucuyla bitmez ve bu karşıtlık bir sonraki seçime kadar da rafa kaldırılmaz.
7 Haziranda HDP'nin barajı aşması dileğiyle.
Çok uzağa gitmeyin daha önce yazdıklarınızı okuyun HDP için neler yazıldığını göreceksiniz. HDP'nin kürt milliyetçi bir parti olduğu buradaki her üye tarafından yazıldı ve bunu yazanlara da kimse ses çıkarmadı. HDP'ye söylenenlerin binde biri bile CHP'ye karşı söylenmemişken 'biz eleştirmiyoruz, yazdıklarımızdan böyle bir algı oluşuyor'' dediğinizde hiç inandırıcı olmuyorsunuz. Türkiye solu AKP'yi geriletmek ve iktidardan düşürmek için her türlü eylemi yapmıştı. Şimdi önlerine bir fırsat çıktı, HDP barajı aşarsa AKP gerileyecek, tek başına iktidar olamayacaktır. Bu konuda solun daha açık bir pozisyon alması lazım. Sosyalistlerin seçimde barajı aşacak bir güçleri de yoksa, bazı sosyalist partilerin yaptığı gibi HDP'yi desteklemelerini açıklaması ve bu konuda açık olmaları lazım.
Netekim, faşizm iktidarda hâlâ
Mesut Örs
Eğer biz ekmeğimizi kazanmak için madenlerde ölmeye devam ederken birileri gemicikler yüzdürüyorsa, çocuklarımız sokaklarda vurulmaya devam ediyorsa, hakkımızı istediğimizde devlet tepemize biniyorsa faşizmin sembolü anlamındaki Evren ölmemiş demektir.
Eğer Kenan Evren eceliyle ölmüş değil de, devrimciler tarafından cezalandırılmış olsaydı, bugün ölüsüne küfredenlerin bir kısmı, provokasyon diyecekti. Tam da seçimler öncesinde yapılır mı? Hem de çözüm sürecinde?diyecekti.
Belki beş yıl önce Erdoğanın darbecilerden hesap soracağız diye meydanlarda dolaştığı, Şafak Türküsüyle gözyaşı döktüğü, soldan yetmez ama evet destekli referandum günlerinde olsa, bu provakosyon korosu daha kalabalık olacaktı.
Şimdi hastane koşullarında, devlet denetiminde eceliyle ölmüş ve herkes rahat rahat küfrediyor. Bahsettiğimiz 35 yıl önce yapılan askeri darbenin başındaki isim. Evet bazı isimler sembol haline gelir. Kenan Evren de 12 Eylül faşizminin sembolüdür. Erdoğanın AKP faşizminin sembolü olduğu gibi.
Dönemler ve semboller değişir. Hatta bazen 2010 Referandumunda olduğu gibi bunlar birbirine karşıymış gibi bile görünebilirler. Sembollerle veya isimlerle sınırlı düşünmek kafa karışıklığına neden olup, bir faşistten kurtulmak için öteki faşisti desteklemeye kadar gider. Oysa aslolan semboller, isimler değil; onların üzerinde durduğu altyapıdır. Aslolan; dönemler, isimler değişse de ülkede faşizmin varlığıdır.
Dönemler ve semboller değişir. Aslolan; dönemler, isimler değişse de ülkede faşizmin varlığıdır.
Fikirlerimiz iktidarda ama biz içerdeyiz
Dönemin MHP Genel Başkan Yardımcısı Agah Oktay Güner böyle diyordu 12 Eylül mahkemelerinde verdiği savunmasında. Yani yahu biz sizinle aynı düşünüyoruz, biz niye içerdeyiz? gibi bir yakınmaydı ve aynı zamanda MHP ile 12 Eylül faşist cuntasının aynı saflarda olduğunun itirafıydı. MHP şu anda meclisteki partiler arasında.
12 Eylül günü sabaha karşı saat 04:00te CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze, Başkan Jimmy Carter a Bizim çocuklar işi bitirdi diyerek haber vermişti darbenin gerçekleştiğini. İç ve dış siyasetten güvenlik ve ekomnomi politikalarına kadar her alanda ülkemizin yönetiminde ABDnin belirleyiciliği devam ediyor. Başbakan olan herkes gidip ABDden icazet alıyor.
12 Eylül döneminde yaşanan zulüm, baskı ve yasakların bilançosuna herhangi bir kaynaktan ulaşılabilir. Özellikle referandum sürecinde bu bilanço değişik mecralarda çokça yayımlandı.
Faşist cunta meclisi feshedip siyasi partileri yasakladıktan sonra, faşist devlet yönetiminin kurumlaşmasına dönük yeni bir anayasa hazırladı ve 7 Kasım 1982deki referandumla aynı zamanda Kenan Evreni de 7. Cumhurbaşkanı yapan bu Anayasa yürürlüğe girdi. Sadece bu uygulama bile, faşist cunta yönetimin sivil yönetime taşınmasının göstergesidir.
Postallı faşizmden sandık demokrasisinde seçmeli faşizme
Sonrasında 1983te seçimler yapıldı ve tek başına iktidar olan ANAPla Özallı yıllar başladı. Sırasıyla Özal, Demirel, İnönü, Çiller, Erbakan, Ecevitin başbakanlık yaptığı dönemlerin ardından son olarak da 13 yıldır AKP hükümeti var.
Kısa bir araştırma yapıldığında bile, tüm bu isimlerin başbakanlık yaptığı dönemlerde de 12 Eylül bilançosunda görülen baskı, yasak, zulüm ve katliamların artarak devam ettiğini görmek mümkündür.
Hak gaspları, sendikasızlaştırma, yayın yasakları, sansürler, iş cinayetleri, tutuklamalar, işkenceler, işkencede ölümler devam ederken, gözaltında kayıplar, fail-i meçhuller, hapishane katliamları, yargısız infazlar, köy yakmalar, Gazi Mahallesi Katliamı ve Sivas Katliamı gibi saldırılar bu dönemlerde yaşandı.
2002 yılından beri iktidarda olan AKP hükümetlerinin ilk 8 yıllık bilançosu da şöyle. Sonraki dört yılın raporları da burada. Bu raporlara bakıldığında sivil yönetimlerin de 12 Eylül yönetimini aratmadığını, partiler veya başbakanlık yapan isimler değişse de faşist devlet yönetimin değişmediğini görüyoruz. Aksine yeni çıkarılan İç Güvenlik Yasasında olduğu gibi varolan baskı ve zulmü yasallaştırılıp en alt birimlere kadar yaygınlaştırmaya dönük adımlar atılıyor. Son dönemde sadece Erdoğana hakaretten onlarca kişiye dava açıldı, hapis cezaları verildi. Neredeyse her olayda bütün gazete ve televizyonlara yayın yasağı getirmek rutin bir uygulama haline geldi.
Hitlerin de fiziki ölümü intiharla oldu. Ama asıl ölümü, dün 70. Yıldönümü kutlanan Zaferle, sosyalizmin ordusunun faşizmi ezmesiyle gerçekleşmiştir.
Simdi önümüzde seçimler var. Meclis ve seçimler demokrasinin teminatı olarak gösteriliyor. Kısaca özetlediğim Türkiye tablosu ise 12 Eylül Cuntasının uyguladığı faşist yönetim ile daha sonraki sivil hükümetlerin uyguladığı faşist yönetim arasında bir fark olmadığını, aksine baskı, sömürü, yasak ve zulmün artarak devam ettiğini, dolayısıyla meclisin ve seçim sandıklarının sadece göstermelik bir demokrasicilik oyunundan ibaret olduğunu kanıtlıyor.
Hal böyleyken; devletin emperyalizme bağımlı faşist niteliği yerinde durdukça, Evren mi gitmiş, Erdoğan mı gelmiş, o gitmiş başka parti mi gelmiş, fark etmiyor. Jimmy Carterın yerinde Barack Hussein Obama, Evrenin koltuğunda Erdoğan olur, gün olur bu isimler de değişir. Eğer biz ekmeğimizi kazanmak için madenlerde ölmeye devam ederken birileri gemicikler yüzdürüyorsa, çocuklarımız sokaklarda vurulmaya devam ediyorsa, hakkımızı istediğimizde devlet tepemize biniyorsa faşizmin sembolü anlamındaki Evren ölmemiş demektir.
Hitlerin de fiziki ölümü intiharla oldu. Ama asıl ölümü , dün 70. Yıldönümü kutlanan Zaferle sosyalizmin ordusunun faşizmi ezmesiyle gerçekleşmiştir.
Evrenin de fiziki ölümü nasıl olursa olsun. Gerçekten yok olması, ülkemizde de faşizmin topyekün ezilmesiyle olacaktır.yazisonuikonu
Seçime Giderken Duyulan Sıkıntılar-Yusuf Akay
Her seçim dönemi, siyasetin karnının şiştiği sancılı bir süreçtir. Karın ağrısı diye adlandırılan, insanda acı ile karışık bir kızgınlığın depreştiği bu zaman dilimini bizde partilerin, özellikle HDPnin aday listeleri oluşturdu. HDPnin milletvekili aday listelerinde yetmez ama evetçileri ve de eski yılgın solcuları görünce küçük bir not düşme gereği duydum.
HDPnin ABD emperyalizminin kurguladığı ve uygulamaya soktuğu Büyük Ortadoğu Projesinin bir parçası olduğu, geçmiş ve hâlihazır icraatlarından anlaşılacağı gibi, İmralı buluşmaları ile başta Abdullah Öcalanın demeçlerinden de rahatça kavranabilecektir. Ne demişti Öcalan: Yeni Türkiye, Yeni Cumhuriyet ve İslam Ağırlıklı Yeni Ortadoğu.
HDPnin hedefi, AKP ile koalisyon kurmak ve ABDnin Ortadoğu Projesi doğrultusunda Yeni Türkiyenin kurulmasını sağlamaktır. Bu Yeni Türkiye projesi, bugünkü faşist rejimden daha da baskıcı, tabiri caizse tam anlamıyla bir diktatörlük olan dini bağnazlığı içinde barındıran bir başkanlık sisteminden başka bir şey değildir.
HDPye olduğunun dışında bir anlam yüklemenin devrimci mücadelenin geleceğine ne kadar zarar verdiğini her devrimcinin bilmesi gerekmektedir. HDPnin bir takım popülist eski solcuları aday göstermesi düşündürücüdür. Bu tasarruflarıyla önemli değerleri sulandırmış oluyorlar. Bu adaylar, HDPnin vesayeti altında gösterilerek, Türkiye sosyalistleri etkisizleştirilmek isteniyor.
Bu sürecin ipuçları açığa çıkmaya başlamıştır bile. Dün, Mahirlerin, Denizlerin yolundayım diyenler, bugün Yiğit arkadaşım Öcalanın yolundayım diyebilmekteler. Daha dün, Gezi Direnişi başlayıp bir başkaldırıya dönüştüğünde bu hareketi faşist karakterli bir darbe girişimi olarak niteleyenler, seçim sürecinde demokrasi havarisi haline geldiler. Eski solcularla birlikte bu görüntüyü vermeye çabaladılar ve çabalamaya da devam ediyorlar.
HDP demokrat bir parti değildir. Değildir, çünkü genelde devletin, özelde MİTin onay verdiği mesajları taşıyan, bunları deklere eden, inisiyatifsiz bir parti konumundadır. Partinin içerisinde demokratların olması bu gerçekliği değiştirebilecek ağırlıkta değildir. Başkanlık, yeni anayasa gibi konulara yaklaşırken Kürt halkının isteklerini teğet geçerek bugünkü faşist sistemden daha beter, dini, yobaz bir sistemin kurulmasına çanak tutuyorlar. İmralı dememiş miydi Başkanlık sistemi tartışılabilir diye! İşin komik yanı, düşünülen yeni anayasa ile oluşturulacak yeni Türkiyeyi daha barışçıl, daha demokrat bir sistem olarak lanse ettiler ve etmeye de devam ediyorlar.
Ama, biz çok iyi biliyoruz ki Türkiye halklarına demokrasi ancak demokratik devrim ile gelebilir. Bu da, devrimci mücadeleyi kotarması gereken devrimcilerin işidir. Sözün kısası Türkiyedeki demokrasinin inşası, başlı başına bir demokratik devrim sorunudur.
Kürt halkının sosyalist yolla kurtulmasından vazgeçtiler. Şimdilerde seçim sürecinde, demokratik Türkiyeyi kurma hayaline kapıldılar. Yıllardır sivil toplumcuların, İkinci Cumhuriyetçilerin ve Birikimcilerin savundukları tezlerle demokrasi algısı yaratmaya başladılar. Bu ülkenin bağımsızlığını savunan devrimcileri, demokratları, sosyalistleri kandıracaklarını sanıyorlar. Oysa devrimciler, yaratılmak istenen algının teslimiyetin bir teorisinin olduğunu çok iyi biliyorlar. Türk ve Kürt halkı bu gerçekliği bir gün elbette anlayacaklardır nasıl bir ABD eksenli bir Kürdistan teorisi çizildiğini
Liste başlarına popülist, eski solcu, Alevi, Ermeni koymakla demokrat olunmaz. Demokratlar, emekçi halklara birliğin adresi olarak İslamın birleştiriciliğini göstermezler. Hatırlayalım, daha önceki bir Nevroz mesajında İslamın birleştirici güç olduğu nasıl da savunulmuştu. Şimdi de sanki bunlar hiç söylenmemiş gibi, eski solcu, Alevi, Ermeni adayları listeye alarak demokrasi ve barış savunuculuğu yapıyorlar!
Umalım ki, kendisine ilericiyim, demokratım diyen herkes bu hileleri görür ve en önemlisi HDP projesinin kimin projesi olduğu anlaşılır ve ona göre davranılır.
Yazmaya değer mi bilmiyorum
Ana Gerilla Birliğini dağıtıp, arkasından Gerilla Kartaldır diye yazdığında anlamıştım, Onun sol gösterip sağa savrulduğunu
Ama doğrusu bu kadarını beklemiyordum. Mahirlerin yolundan sapıp Beni öldürmezseniz devletin hizmetindeyim diyenlerin yoluna gireceğini
Seçimlerden sonra, MİT Müsteşarı Hakan Fidandan onaylı bir belge ile İmralıya gitmek ona çok yakışacak. Yazık, yazık
Bir insan, aklı başında bir insan güzel geçmişini bu kadar kirletemez.
Sivas Devrimci Yol Davasından
Yusuf Akay