Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

Öncülük misyonu ve kuşatıcı nesnellik
Metin Çulhaoğlu  


Okura beylik gelecek, ama gene de söyleyelim: Bugün Türkiye sol hareketi 1980 sonrasının en kritik dönemecinden geçmektedir.

“Teoriyle” güncel somut durum arasında henüz fark edilemeyen buluşmaların gerçekleştiği bir dönemeç…

Örneğin, eğer Marksizm diyorsak düşünelim: Sınıf mücadelelerinin seyri bağlamında 1848-50 dönemine ilişkin değerlendirmeler ve daha sonraki sınıf analizleri… Leninizm diyorsak verili toplumsal formasyon içinde “öncünün” yapması gerekenler… Sonra, sınıf egemenliği ve “devlet teorisi” ise klasikler sonrası kalburüstü denebilecek Marksistlerin yazıp çizdikleri…

Ve akla gelebilecek daha başkaları…

Diyoruz ki bunların hepsi günümüz Türkiye’sine üşüşmüş, sanki “Arada bize de bakın” der gibidir. Sanki ilahi bir irade sosyalizmin teorik-pratik mirasını oluşturan öğelere “Hadi gidin, Türkiye’de şöyle bir boy gösterin” demiştir. Özetle, sınıflar, sınıf mücadeleleri, devlet, siyaset, ideoloji gibi başlıklar söz konusu olduğunda Türkiye bugün dünyada “özel bir laboratuvar” durumundadır.

O zaman, Türkiye sol hareketi bu durumun hakkını verme göreviyle karşı karşıya olduğu için mi “çok kritik” bir dönemden geçmektedir? Yani sol hareket, bu söylenenlerin işaret ettiği “teorik görevlerin” üstesinden gelerek mi kritik dönemden başarıyla çıkacaktır?

Gelemezse, yerinde mi sayacaktır?

Söylediğimizde ısrarlıyız: Türkiye, bir teorik-pratik mirasın olanca zenginliğiyle test edilmeyi beklediği ülke durumundadır. Ne var ki, önerimiz, bu mirasın derinliklerine dalıp analiz-sentez-uyarlama üçgenine takılıp kalmak değildir. Önerimiz, bunlara içinden zor çıkılacak kadar gömülmeden var olan birikimin üzerine konulacak sezgilerle, sadeleştirmelerle ve somut gerçeklerle inşa edilecek bir “çıkış hattı”dır.

Sezgi, sadeleştirme ve somut gerçekler…

Akla önce dünya geliyor. Genel gidişat ne yönde? Kalınca bir eğilim çıkarmak mümkün mü? Yeni bir kabarma dönemine girilebileceğinin işaretleri dışında dünyanın gidişatından hareketle önemli, üstelik Türkiye’ye hemen yansıtılabilecek çıkarsamalar yapmak mümkün görünmüyor. Sezgileri burada devreye sokabiliriz, ama ihtiyatlı olma koşuluyla…

Sırada, ülkedeki sınıf hareketi var. Baktığımızda, son derece sadeleştirici etkileri olan bu dinamiğin de ülkeye henüz damgasını vurmamış olduğunu görüyoruz. Vurduğunda, teorik-pratik mirasın çeşitli öğelerinin yeni ve yaratıcı, üstelik farklı kesimleri bir araya getirici sentezlerde buluşturulabildiğini de göreceğiz.

Bunlara ilişkin sezgilerimiz olabilir; ama salt buradan hareket edemeyiz.

O zaman?

O zaman, “kritik eşiği aşmak” deniyorsa, Türkiye sol hareketinin odaklanması gereken asıl soru şudur: Geçerliliği, gerekliliği ve önemi her tür tartışmanın ötesinde olan, geçmişteki yeri neyse bugün o yeri aynen koruyan öncülük misyonu, kendisini, büyük değişiklikler geçirmiş, pek çok yönüyle farklılaşmış kuşatıcı nesnellikle nasıl ilişkilendirecek?

Bu sorunun yanıtında, başka yerlerde işlevli olabilecek “sezgiyi” şimdilik bir yana bırakıp “sadeleştirici” yanı ve “somut gerçekliği” hiç tartışılmayacak bir olguya bakalım: 2013 Haziran Direnişi (ya da “başkaldırısı”)…

“Haziran özeldi, her zaman olmaz” deniyorsa, kabul; o zaman o boyutlarda olmasa bile önümüzdeki dönemin kaçınılmaz hareketlenmelerini düşünelim ve aynı soruyu yeniden soralım: Bunlarla nasıl ilişkilenilecek?

“Ben, kendimden ödün vermeden, kendim olmaktan çıkmadan ilişkilenemiyorum” demek bir yanıtsa “Yeter ki hareket olsun, ben kendim olmamaya razıyım” demek bir başka yanıttır ve ikisi de “ilişkilenmeyi” gündemden düşürdüğü için gerçekte yanıt sayılamaz.

O zaman “ilişkilenmeye” ve bunu gerçekten isteyenlere dönelim.

Kuşkusuz, “nasıl ilişkileneceği” sorusunun yanıtı pratiktedir, belirleyici olan budur. Ancak, bir teorik ön kabulle birlikte: Öncülük ile kuşatıcı nesnellik, birbiriyle geçirimsiz ve geçişimsiz iki ayrı alan oluşturmaz. Hamama giren nasıl terlerse, ilişkilenen özne de kuşatıcı nesnelliği değiştirebilmek için kendinde belirli uyarlamalara gitmek zorundadır…

Türkiye sol hareketi önündeki kritik eşiği bu ilişkilenmeyi gerçekleştirerek aşacaktır.

Sonra gelsin “laboratuvar Türkiye” ve geleceğe dönük yaratıcı teorik çıkışlar…

umut  |  Cvp:
Cevap: 1
12.05.2015- 09:51

Neden Tartışamıyoruz?
Metin Çulhaoğlu  


Önceki yazılarımızda, Türkiye sol hareketinin önümüzdeki dönemde hamle yapma, belirli bir eşiği aşma imkânlarının olduğundan söz etmiştik.

Bu tespite genel olarak katılıp gerisini “Ancak…” diye başlayan cümlelerle getirmek mümkün. Örneğin, “Ancak, sınıf hareketinin bugün için yeterince güçlü olmayışı kısıtlayıcı bir etmendir” denebilir. “Ancak, bu yöndeki hamlelerin karşısına çıkarılabilecek liberal saptırmalara dikkat etmek gerekir” diyen de olabilir.

Bu yazıda ise “Ancak…” deyip gerisini öyle getirmek üzere bunlardan değil başka bir kısıtlayıcı etmenden söz edeceğiz.    

***

Türkiye sol hareketi içinde 1960’larla başlayan hararetli tartışmaların bir bütün olarak sol açısından öğretici olduğunu; solun bu tartışmalardan hareketle kendini teorik, ideolojik ve siyasal açılardan geliştirdiğini söyleyebiliriz.

Tartışan tarafların kendileri farkına varmasalar, “konumumuzu kendi içsel dinamiklerimizle geliştirdik” demiş olsalar bile “objektif durum” böyledir.  

Bundan yalnızca sol içinde birbirine yakın duran öbekler arasındaki tartışmaları kastetmiyoruz. En zıt kutuplarda yer alanlar bile, aralarında doğrudan tartışmış olmasalar da, kendi konumlarını en karşıda kimler duruyorsa onlara bakarak geliştirmişlerdir. “Öncülüğü hangi sınıfın/zinde güçlerin üstleneceği” “Türkiye’nin emperyalizme bağımlılık biçimi”, “Türkiye kapitalizminin gelişkinlik derecesi” ve “Kürt sorunu” gibi başlıklar, verilebilecek örnekler arasındadır.

Geçmişte böyle olmuştu, deyip geçelim.

***

Bugün durumun böyle olmadığını düşünüyoruz.

Dolayısıyla, “Türkiye sol hareketinin önümüzdeki dönemde bir hamle yapma, belirli bir eşiği aşma imkânları vardır. Ancak, bugün sol içinde ciddi tartışma olmaması, kimi başlıkların gerçek anlamda tartışılmaması, kısıtlayıcı bir etmen olarak kendini göstermektedir” diyoruz.

Peki, nedenleri?

Nedenlerden biri, geçmişteki deneyimlerin de etkisiyle her tür tartışmanın “eylemden alıkoyucu” ya da “bölücü” sayılması, belirli bir gerçekliğe denk düştüğü inkâr edilemeyecek olan “atalet” ya da “bölünme” endişelerinin sakıncalı uçlara taşınmış olmasıdır.

Gelgelelim, eğer “eşik aşma” imkânlarının varlığından söz ediliyorsa, bunun hep bilinen minvalde giderek, cepten yiyerek değil yerine göre yeni tezler ortaya atarak gerçekleşebileceğini unutmamak gerekir.

Hem bunu yapmak hem de “eylemli olmak” ve “bölünmeden kalmak” mümkündür deyip geçiyoruz.

Ancak, Türkiye solunda bugün görülen gerçek anlamda tartışmama, tartışamama durumunun, az önce değinilen endişenin ötesinde nedenleri de olduğu kanısındayız.      

Örneğin, o güne dek söylenmiş olanların ötesine geçen, bu anlamda “yeni” denebilecek görüşlerin her durumda ve mutlaka “olumsuzluk” taşıyacağı düşünülmektedir: Heretiktir, ortodoksluk dışıdır, sapmadır, devrimci demokratlıktır, liberal etkilenmedir şudur budur…

Bu durumda insanlar yeni şeyler söylemeye pek cesaret edememektedir.   Söylenebilenler ise, daha ötesine geçmeye, üzerinde düşünmeye hiç gerek duyulmadan elde hazır duran yaftalardan birine layık görülmektedir:   Ulusalcı, Kemalist, “Kürt kuyrukçusu” ve liberal…

Kuşkusuz, geçmişte yaşanan, “olumlu ve ilerletici” yanı olduğuna değindiğimiz tartışmalarda da yaftalar olurdu; ancak insanlar yaftalama işleminden sonra en azından kendi konumlarını geliştirip ilerletme gereğini duyarlardı. İşte, şimdi bu yoktur. Yafta kendi başına her şeye yetmektedir, her şeyin hem başı hem sonudur: Ulusalcısın, Kemalist’sin, kuyrukçusun ya da liberalsin; bitti, o kadar…    

Birilerinin defterinin böyle kolay ve kısa bir yoldan dürülebildiği sanısı ve bunun beraberinde getirdiği “rahatlama” duygusu, ötesini düşünmeye gerek bırakmamaktadır.

Görüldüğü kadarıyla özellikle ülkenin son çeyrek yüzyılına damgasını vuran “liberal dalga” karşısında teorimizi, mirasımızı ve müktesebatımızı koruma titizliğinin zamanla konformizme dönüşmesi gibi bir tehlike söz konusu. Oysa tarih çizgisinin belirli bir noktasında elimizde olanın, üzerine yeni şeyler eklemeden bizi varmak istediğimiz yere kadar o haliyle götürebileceği düşüncesi, en masum ifadeyle, bir “yanılsama” sayılmalıdır.

Tarihteki “devrimlerden” söz ediyoruz: Ne 1917 sadece ve sadece 1902, ne 1949 yalnızca 1922-1927 ve ne de 1959 tek başına 1953 ile gerçekleşmiştir.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]