Çözülmenin eşiğinde: Saray, millet, Beypazarı
"AKP, sermayenin ve kaostan ürkecek toplumsal kesimlerin kendisini Erdoğan'ın başkanlığını altında bu kez kalıcı olarak davet etmesini bekliyor. Aşağısının "kesmeyeceğini" çoktan göstermiş durumdalar. O yüzden çatışmalar karşısında ortaya çıkan tepkilerin ve saldırıların 1990lara kıyasla türdeş olmaktan uzak ve kontrolsüz olmasının nesnel koşulların zorlaması yanında AKPnin de bir tercihi olduğunu düşünmek için çok sebep var."
Cenk Saraçoğlu - İleri Haber
7 Haziran seçimlerinin ardından yeniden başlayan çatışma sürecinde asker ve polis ölümleri karşısında gösterilen tepkiler 1990lar boyunca yaşadıklarımıza hiç benzemiyor. Son bir ay içerisinde öznesi ve içeriği hakkında kestirme yorumlar yapılamayacak birbirine benzemeyen bir dizi reaksiyon ortaya çıktı. Son onbeş günde, kardeşinin tabutuna sarılıp iktidara beddua eden kıdemli asker unutuldu; sahneye Beypazarında Kürt tarım işçilerine saldıran linççi gruplar, gazete binalarını tahrip eden AKP militanları, HDP binalarını basan Türkçüler, Diyarbakır ve Van menşeli firmalara ait yolcu otobüslerini taşlayan gruplar, Kürde benziyor diye ülkücü döven ülkücüler, hepimiz mehmediz, PKKya yeteriz diye bağıran TGBli gençler çıkmaya başladı. Saldırılar PKK ve HDPye yönelik yaygın bir öfke doğurmuş olsa da bu öfke toplumun bütününü ortak kesen kodlarla ve karşıtlıklarla ifade edilmiyor. Hava 1990lı yıllardaki gibi değil; çok daha karmaşık çok daha öngörülemez sonuçlara gebe.
1990'lı yıllarda Türkiye toplumunun çok önemli bir kısmı çatışmalar ve ölümler karşısında devletin söylemini büyük oranda tekrar eden basit bir ikiliğe dayalı tepkiler gösteriyordu. Bir yerde iktidarda hangi parti(ler) olursa olsun herkesi temsil ettiğine inanılan bir devlet ve onun en itibarlı, güçlü ve dokunulmaz kurumu olarak ordu; diğer yanda da esas olarak "bizi" bölmek ve zayıflatmak isteyen dış güçlerin desteklediği, "dağları" kendisine mesken etmiş eşkıya grubu olarak PKK ve onun lideri Öcalan. Son derece karmaşık dinamiklere sahip ve bütünüyle algılandığında devletin de sorgulanmasını gerektirecek bir çatışma sürecine yönelik işe yarar bir indirgemeydi bu.1990'lar boyunca egemenler PKK eylemlerinin en yoğun olduğu dönemlerde bile bu indirgemenin toplum nezdinde karşılık bulmasını şu ya da bu düzeyde sağlayabilmişti. Bu bakımdan "terörle mücadele" bir grup eşkıya olarak düşünülen inanılan kudretli devlete güvenle havale edilmişti; bu sayede PKK ha bitti ha bitecekti.
Bugün ise hem AKP iktidarının 13 yıllık iktidarının yarattığı siyasal ve ideolojik düzeydeki alt üst oluşlar hem de Kürt siyasetinin Ortadoğudaki gelişmelerin de etkisiyle geçirdiği dönüşüm böyle bir indirgemenin karşılık bulmasını mümkün kılmıyor. Karşıtlık artık basitçe herkesi temsil eden devletin ordusu ile dış destekli bir grup eşkıya ile sınırlı tutulacak noktadan çok uzakta. Zira hem devletin hem de PKKnin kavranış biçimlerinde niteliksel bir değişim söz konusu.
AKP'nin özerk ve tarafsız olduğu varsayılan bütün devlet kurumlarını fethettiği ve bu durumun Türkiye toplumunun önemli bir kısmını bu parti hakimiyetindeki devlet erkinden yabancılaştırdığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemde, milliyetçi çevrelerde bile devletin ve onun güvenlik güçlerinin herkesi temsil ettiğine dair mutlak bir inanç söz konusu olamıyor. Meselenin bir kısmı, elbette devletin sadece AKP yandaşlarını kolladığına ve kayırdığına dair bir kanaatin yaygınlaşmasıyla ilgili. Fakat bundan da önemlisi, AKPnin fethettiği devletin ve onun güvenlik aygıtlarının bütün toplumu temsil ettiği iddiasının Gezi İsyanı ile birlikte tamamen çökmesi; o tarihten itibaren AKPnin kendisinin bile bu temsiliyeti taşıyamayacağını anlamış olması. Kısacası 1990larda PKK karşısında ülke güvenliğini sağlayan partilerüstü bir aygıt olarak devlet fikri AKP tarafından tedricen aşındırıldı. Bu yüzden, hele ki AKPnin çözüm süreci adı altında şu son çatışma ortamına kadar Öcalan ve PKK ile müzakere halinde olduğunun alenileştiği bir durumda devletleşmiş AKP ile PKK arasında mutlak bir karşıtlık algısı oluşturmak neredeyse imkansız.
Tüm bu aleyhindeki koşullara rağmen AKP nesnel temeli olmayan bir şeyi ha bire zorluyor: 7 Haziran'dan sonra teröre karşı milli güvenliği koruma temsiliyetini, devlet ve dolayısıyla kendisi adına talep ediyor. Türkçüsü, İslamcısı ve hatta ulusalcısını istikrar ve güvenlik adına yürütülecek kendi kutlu savaşına davet ediyor.
1990larda kurulan karşıtlığın bir tarafında yer alan devletin toplumsal algıdaki konumu bugün nasıl değiştiyse diğer tarafında yer alan PKK algısı da niteliksel değişime uğramış durumda. PKK toplumsal muhayyilede de artık cılız ve uzakta değil. 2000'li yıllardan itibaren Kürt hareketi legal siyaset alanında genişleyen etkisiyle, kazandığı belediyelerle toplumsal tabanı olan bir siyasi güç olduğunu artık gizlenemeyecek derecede gösterdi. Üstelik AKP de onunla müzakereye oturarak devlet adına bu gücü tanıdı. Bir de bunun üstüne Suriye iç savaşında Rojavada YPG'nin kurduğu hakimiyet ve bu hakimiyetin Türkiye'nin Suriye politikasının çöküşünü tescillemesi PKK ile devlet arasında varolduğu sanılan güç asimetrisi düşüncesini iyiden iyiye ortadan kaldırdı.
Kürt hareketi bu süreçlerle Türkler tarafından da görünür siyaset alanında kolayca işaretlenebilir hale geldi. Politikleşmiş Kürt kimliğinin söylem ve sembollerinin 1990'lı yıllardaki hızlı göç süreciyle Batı metropollerine kitlesel bir şekilde taşınması da PKKnin toplumsal ve siyasal varlığını Türkiye toplumuna daha yakından hissettirdi. Bu koşullarda örgütün uzak dağlarda konumlanmış, bir operasyonla çökertilebilecek bir grup eşkıyadan ibaret olduğu düşüncesinin karşılık bulması imkansızlaştı. Bu yüzden bugün ortaya çıkan savaş ortamının "güçlü devletimiz" karşısında "zayıf ve dışarıdan beslenen PKK" indirgemesi temelinde bir tepkiyle sınırlanmasının nesnel koşulları kaybolmuş durumda. Eğer 1990lardaki herkesin temsilini ve güvenliğini üstlenen kudretli devlet miti AKP eliyle aşındırıldıysa ve PKKnin uzakta ve güçsüz olduğu düşüncesine artık kimse ikna olmuyorsa asker ve polis ölümlerine yönelik reaksiyonun sadece devleti ve askeri kutsamakla ve çatışma coğrafyası ile sınırlı kalması beklenemez. Bugün olduğu gibi, milliyetçi tepkilerin; Türk nüfusun, çoğunlukta ve hakim olduğu yerlerde devlet/toplum destekli olmanın da sağladığı güvenle PKK ile özdeşleştirilmiş en yakın ve en zayıf hedefe, örneğin HDP binasına, mevsimlik bir Kürt tarım işçisine ya da bir yolcu otobüsüne yönelmesi ve bir ırkçı şiddete dönüşmesi kaçınılmaz hale gelir.
1990larda devlet bugünküne benzer saldırıların emareleri ortaya çıktığında, yani tepkilerin kontrolsüz bir şekilde Kürtlere yönelebileceği durumlara bunları PKK ve APO karşıtlığı temelindeki birlik beraberlik eksenine çekmeye yönelik bilinçli müdahalelerde bulunabilir ve bunun karşılığını alabilirdi. Devletin AKP iktidarı altında bütün bir toplumu temsiliyet iddiasının zedelendiği, Kürt siyasal kimliğinin ise kendisini sadece askerlere emanet edilen dağlarda değil şehirlerin ortasında gösterdiği bir dönemde ise bu mümkün değil. Öte yandan bu durumun devletleşmiş AKP için mutlak bir dezavantaj olduğunu söyleyemeyiz. Tersine AKP'nin de bu nesnelliği kabul edip ona göre pozisyon aldığını, kendi sıkışmışlığını aşmaya yönelik çareleri bunun üzerinden tasarladığına dair çok alametler belirmiş durumda. Özellikle Haziran 2013'ten sonra ideolojik hakimiyetini kaybetmiş, Ortadoğu siyaseti çökmüş iktidar için bütünlüklü bir şekil verilemeyeceği anlaşılan bu tepkilerle doğabilecek kaos bir yeniden doğuşun fırsatı olarak düşünülüyor olmalı. AKP, sermayenin ve kaostan ürkecek toplumsal kesimlerin kendisini Erdoğan'ın başkanlığını altında bu kez kalıcı olarak davet etmesini bekliyor. Aşağısının "kesmeyeceğini" çoktan göstermiş durumdalar. O yüzden çatışmalar karşısında ortaya çıkan tepkilerin ve saldırıların 1990lara kıyasla türdeş olmaktan uzak ve kontrolsüz olmasının nesnel koşulların zorlaması yanında AKPnin de bir tercihi olduğunu düşünmek için çok sebep var.