Kapitalizmin Kökenine İlişkin Marksist Görüşler
Kapitalizmin kökenine ilişkin tarihsel tartışmalarda Marksist ve Marksist olmayan tarihçiler arasında olduğu gibi Marksist tarihçiler arasında da anlaşmazlık vardır. Marx bile kendi eserinde iki farklı yaklaşım geliştirmiştir. Yaklaşımlarından birincisi Marxın ifadesiyle aslında kapitalizm bir biçimde feodalizmin çatlaklarında zaten mevcuttur ve kapitalizm feodal sistemin prangalarını parçalayıp attığında tarihin ana akışına katılır. Alman ideolojisi ve Komünist Manifesto gibi ilk dönem yazılarındaki anlatım öz olarak böyledir.
Marx, Kapitalin birinci cildinde yer alan sözde ilkel birikimi eleştirisinde ise, klasik ekonomi politik ve onun ticarileştirme modelinden net bir şekilde koptu. Ayrıntılarıyla ekonomi politiğin eleştirisinde yer alan genel eleştiriler bilhassa zenginliğin kendi başına sermaye olmayıp, sermayenin özgül bir toplumsal ilişki olduğu konusundaki ısrarı- burada feodalizmden kapitalizme geçişte uygulanır. Bu ilkelerden anlaşıldığı üzere sadece zenginlikten ibaret olan birikim, kapitalizmin kökenindeki belirleyici faktör değildi. Klasik ekonomi politiğin ilkel birikimi sözdedir, çünkü sermaye Marxın tarif ettiği üzere sadece herhangi bir zenginlik yahut kâr birikimi değil, aynı zamanda bir toplumsal ilişkidir de, dolayısıyla kapitalizmi yaratan bu türden birikim değildir. Zenginliğin birikimi, kapitalizmin açık ve zorunlu koşullarından birisi olsa bile yeter ya da belirleyici koşulu olmaktan uzaktı. Olsa olsa zenginliği sermayeye dönüştüren toplumsal mülkiyet ilişkilerindeki bir dönüşümdü.
Kapitalizmin özgül ön koşulu olarak kapitalist hareket yasalarını oluşturan unsur, toplumsal ilişkilerindeki bir dönüşümdü: rekabet ve kar maksimizasyonu zorunlulukları, artı değerin yeniden yatırıma dönüştürülmesi yönündeki bir zorlama-refleks, emek üretkenliğini artırmanın ve üretici güçlerin sistematik ve kesintisizce geliştirilmesi gereği.
***
Marxtan itibaren en önemli Marksist tarihlemeler, onun ilkel birikim eleştirisinde atılan temeller üzerine inşa edildi. Marksist düşünürlerden olan Maurice Dobb ve R.H.Hilton, feodalizmi kendi içerisinde çözen unsurun ticaret olmadığını kanıtlayan son derece önemli argümanlar kullandılar. Aslında, ticaret ve kentler doğal yapıları gereği feodalizme hiç de karşıt değildi. Buna karşın kapitalizm, feodalizmin temel ilişkilerindeki içsel faktörler tarafından bizzat feodalizmdeki köylüler ve toprak sahipleri arasındaki sınıf mücadeleleri içinde çözülmesiyle kurulmuştu.
Buna karşılık Paul Sweezy, feodalizmin çözülüş sürecindeki esas sürükleyici gücün dışsal zorunluluklar olduğu görüşünü savundu. Sweezy, feodal sistemin aslında ihtiyaç duyduğu belli bir düzeydeki ticareti kendi organizması içerisinde tölore ettiğini kabul ediyordu. Ancak yerelleşmiş kent ticareti ve uzun mesafeli ticaret temelinde kurulan aktarma merkezleri ile birlikte feodal kullanım için üretim ilkesiyle gerilim halinde olan ve dolayısıyla da değişim için üretimin yaygınlaşmasını teşvik eden bir süreç başladı. Sweezy, kapitalizmin bu sürecin doğrudan sonucu olmadığını ileri sürüyordu. Ona göre ticaretin yaygınlaşması, feodalizmi çözmeye, 17. ve 18. yüzyıllarda kapitalizmin temelini hazırlayan istikrarsız pre-kapitalist meta üretiminin geçiş evresini harekete geçirmeye yeterliydi.
Görüldüğü üzere, Dobb ve Hilton ticarileştirme modeline saldırırken Sweezy ticarileştirme modelini savunuyordu. Fakat, bir süre sonra Marksist tarihçi Robert Brenner, ana hatları ilk defa ve kesin olarak Adam Smith tarafından çizilen klasik ticarileştirme modeline benzer bir olguya bağlılıkları nedeniyle Andre Gunder Frank ve Immanuel Wallerstein gibi diğerleriyle birlikte Sweezyi de neo-Smithçi olmakla suçladı. Brenner, bazı Marksistlerin fiilen doğruluğunu araştırmadan eski modelin varsayımlarını kapitalizmin özgül dinamiğini ve onun emek üretkenliğini artırma gereksinimini, ticaretin yaygınlaşmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak ele alma eğilimini- kabul ettiklerine ilişkin güçlü bir argüman sundu.
Brenner, Sweezy gibi feodalizmin çözülmesinde bazı dışsal güçlerin varlığını arayarak ilerlemedi. Aksine Dobb ve Hilton gibi feodalizmin içsel dinamiğini aradı. Ama Dobb ve Hiltonun yaklaşımıyla arasındaki temel fark da buradadır. Brennerin aradığı açıkça var olan kapitalist mantığı önceden varsaymayan bir içsel dinamikti.
1970lere gelindiğinde bir diğer nüfuzlu Marksist Perry Anderson diğerlerinden tamamen farklı bir savla ortaya çıkmıştır. Andersonun kapitalizmin doğuşuna ilişkin argümanında mutlakiyet, kritik bir adımı temsil eder. Mutlakiyet, kapitalist ya da proto-kapitalist bir devlet yapısı değildi. Andersona göre arada herhangi bir fark olsa da mutlakiyetin temel yapısı esas olarak feodaldi ve köylü kitlelerini geleneksel-toplumsal konumlarına gerisin geriye sıkıştırmak üzere tasarlanan yeniden düzenlenen ve görevlendirilen feodal bir tahakküm aygıtıydı. Fakat kapitalizmin gelişiminde merkezi önemdeki bir momentti.
Öyleyse mutlakiyet, feodalizm ve kapitalizm arasında zorunlu bir geçiş noktası gibi durur. Ne olursa olsun ekonomi, doğrudan doğruya siyasi kölelikten azad edilen ve büyüme sürecine giren meta ekonomisinin kendine özgü yeteneklerince belirlenen eğilimleri izledi. Kapitalizm açıkça burjuvazinin siyasi iktidarı burjuva devrimleriyle ele geçirip devleti kendi özgül gereksinimlerine uygun şekilde dönüştürünceye kadar geçen sürede, tam olarak tamamlanmasa da ekonominin özgülleştirilmesinin, feodalizmin ölü elinin devre dışı bırakılmasının ve ekonomik rasyonalitenin doğal taşıyıcılarının, yani kentlilerin ve burjuvazinin serbest bırakılmasının bir sonucuydu. Andersonun argümanı tüm sofistike karmaşıklığına rağmen ticarileştirme modelinin büyüleyici ve pek çok açıdan aydınlatıcı ama en azından- rafine edilmiş halidir.
iktisatvehukuk