Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

Seçimin ve kapitalizmin ötesi…- Haluk Yurtsever  

Önümüzdeki birkaç gün içinde olağanüstü bir şey olmazsa, 5 gün sonra bu tuhaf seçim yapılmış, sonuçlar açıklanmış, koalisyon orta oyununun perdeleri açılmış olacak.

7 Haziran, Erdoğan’ın başkanlık oylamasıydı. “Hayır” bu oylamanın tartışılmaz ve tersinmez sonucudur. 7 Haziran’dan sonra yaşananlar bu gerçeği değiştirmemiştir.1 Kasım sonuçları da değiştirmeyecektir.

7 Haziran’da ortaya çıkan dört partili parlamento pratiği ise, örgütlü halk eylemiyle birleşmeyen “seçmen” iradesinin yaptırım sınırlarını, halkla parlamento arasındaki kopukluğu dramatik biçimde göstermiştir.

Erdoğan ve AKP, “tekrar seçimde” tüm propaganda, eylem, hile ve tertip güçlerini “tek başına iktidar” hedefi için seferber etmiş durumdalar. Katliamları, iç savaş manzaralarını “huzur ve istikrarı ancak biz sağlarız”ın gerekçesi olarak “değerlendirmeye” çalışıyorlar. Dahası, CHP ve MHP liderlerinin süregelen tutumları nedeniyle her durumda iktidarda kalacak gibi görünüyorlar.

Komünistlerin, tekrar seçimde de, 7 Haziran’da olduğu gibi, Erdoğan ve AKP dayatmalarını püskürtmenin, fiili başkanlığı sürdürülemez kılmanın, toplumsal muhalefete moral ve enerji kazandırmanın en etkili yolu olarak HDP’ye oy vermeleri, ama bu kez, 1 Kasım sonrasının ideolojik, siyasal ve örgütsel görevlerine daha iyi yoğunlaşmaları, hazırlanmaları gerekiyor.

***

Düzen içi yeni düzenlemeler açısından süreç, seçim sonuçlarına göre farklı gelişmelere açık. Bu kez “tekrar seçim” diyemez, devlet iktidarını uzun süre boşlukta bırakamazlar.

Önemli bir “yenilik” daha var: Ortadoğu kaynaklı gelişmeler siyaset zemininde yarılma ve heyelanlara yol açıyor. Emperyalist Rusya ile emperyalist ABD’nin Suriye üzerindeki çatışmalı uzlaşmalarının bu ülkenin bölünmesi yönünde ilerlemesi, zaten var olan, etnik, dinsel/mezhepsel, ideolojik temelli bölünmeleri keskinleştirmekle kalmıyor, Türkiye sosyalist hareketini, Kürt hareketini, bu ikisi arasındaki ilişkinin kimyasını da etkiliyor.

Seçimin ötesi için söylenebilecek olan şudur: Parlamento içi “reel” siyasal seçeneklerden, koalisyon almaşıklarından hiçbiri, emekçi halk çoğunluğunun eşitlik, özgürlük ve barış içinde bir arada yaşama özlemlerine yanıt verecek nitelikte değil.

Teorik ve tarihsel olarak yanıtın adresi komünist harekettir.

Komünistlerin evrensel varlık nedeni, bir siyasal akım, örgüt ya da “kimlik” olarak kendilerini yaşatmak değil, emeğin ve insanın kurtuluşu mücadelesinin mayalanmasına katkı yapmaktır. Komünizm,   bugünkü durumu, toplumsal düzeni ortadan kaldıracak gerçek bir hareket olduğu ölçüde siyasal bir harekettir ve özgörevini ancak o zaman yerine getirebilir.

***

Sorumuz şudur: Henüz var olmayan, bu anlamda “ütopik” bir dünya için savaş çağrısı ile günün sorunlarına yanıtlar üreten gerçek bir siyasal hareket olma hedefi arasında bugün nasıl bir ilişki zemini var?

Bu soruya, ele alınacak soyutlama düzeyine göre değişik yanıtlar verilebilir. Tartışmaya giriş olmak üzere, bu yazıda konunun daha çok tarihsel ve nesnel yönüyle ilgili birkaç saptama yapacağım.

Bir: Kapitalist üretim ilişkilerinin egemenleşme, küreselleşme süreci, aynı zamanda egemen sınıfın toplumsal temelinin daralması sürecidir. 1789’da “burjuvazi” feodal aristokrasiye karşı iktidar için savaşan, bu savaşa toplumun tüm sınıflarını çeken, siyaset sahnesine geniş bir kentli sınıflar koalisyonu olarak giren bir toplumsallıktı. Bugünün egemen/yöneten sınıfı, sermaye gelirleriyle (kâr, faiz ve rant) var olan “kapitalist” sınıftır. Birinci daralma buradadır. İkincisi, kapitalist sınıf içindeki hegemon ve yöneten fraksiyon olarak mali sermaye (finans kapital) toplumsal açıdan çok küçük, “oligarşi” sözcüğüyle tanımlanmayı hak edecek kadar küçük bir azınlıktır.

İki:   Bu daralmanın siyasal sonuçlarından biri, devlet erkinin genel oy, seçim vb. temsili kurumlar dışında süzülüp merkezileşmesi, buna bağlı olarak bu düzeneklerin toplumsal rıza ve onay üretme işlevinin zayıflamasıdır. Bunun da sonuçları var: Sermaye düzeni dünyanın her yerinde, kendi koyduğu yasa ve kuralları bir kenara iterek otoriter rejimlere, zor ve baskı düzeneklerine yöneliyor. Bu da karşıtını üretiyor: Siyasal hakların, en başta zulme, sömürüye karşı direnme ve devrim hakkının doğrudan ve fiilen kullanılması meşruluk kazanıyor.

Üç: Fransız Devrimi’nin bayrağında “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” yazıyordu. 226 yıl sonra bu üç sloganın yeni içerikleriyle bayrağımızdaki yerlerini hâlâ koruyor olmaları ilginçtir. Yeni içerik, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin, bu mücadelenin geleneksel ve yeni hak, özgürlük istemlerinin doğrudan kapitalist meta, mübadele, kâr, rant ve mülkiyet ilişkileri duvarına dayanmış, nesnel olarak sermaye karşıtı, bu anlamda komünizan bir karakter kazanmış olmalarıdır. HES’lere karşı çıkan Karadeniz köylüsünün mücadelesi, konusu ve hedefinin iç mantığı bakımından, nesnel olarak kapitalist metalaştırma ilişkilerinin yadsınmasıdır. Çünkü bu ilişkileri ortadan kaldırmadan dereleri korumak artık olanaklı değildir. Bilginin, enformasyonun özgür dolaşımı ve paylaşımı için mücadele eden internet kullanıcısının durumu da aynıdır vb.

Bu saptamalar, komünist siyasetin kendisini gerçek bir hareket olarak toplumsal ölçekte yeniden üreteceği zeminin kimi ipuçlarını veriyor.

***

Konu derin, engin ve verimli. Bu yazı için burada duruyor, kapitalist uygarlığın sınırlarına dayandığını gösteren olgular, kapitalizmin bağrında yeşeren komünizan öncüller, toplumsal devrimin toplumsal öznesi proletaryanın verili durumu ve bugünün Türkiye’sinde komünist siyasetin üzerinde temelleneceği tarihsel, toplumsal ve somut siyasal koşulların çözümlenmesi konularını başka yazılara bırakıyorum.

Türkiye’nin bu zor ve kaotik ortamında, komünist siyasetin “Sosyalist Cumhuriyet” programıyla düzenin karşıt kutbu olarak öne çıkması, toplumsal zeminiyle kaynaşarak komünizm iddiasını ete kemiğe büründürmesi olanaklı ve ivedi görev olarak kendini duyuruyor.

Dağılmakta olan Türkiye’yi emek ve toprak kardeşliği temelinde toparlamada, topluma eşitlikçi ve özgürlükçü bir yeni bir yön, heyecan ve enerji kazandırmada komünistlere bugün her zamankinden daha yaşamsal bir sorumluluk düşüyor.

Bu özgörev, düzenin açmazlarını, yönetme güçlüklerini sayıp dökerek, her aşamada kenardan nelerin olmayacağını söyleyerek, steril bir siperden “ bağımsız sosyalizm” diye bağırarak, söylemi keskin etkisi cılız eylemlerin arkasında soluk tüketerek ya da proleter ve sosyalist olmayan bir harekete tutunarak yerine getirilemez.

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 1
27.10.2015- 10:01

Solda hep haklı çıkmanın garantili yolları-Erkin Özalp  

Sosyalist/Marksist solu kastediyorum...

Her şeyden önce, herkesin anlayabileceği somut hedefler tarif etmekten kesinlikle kaçının.

Bunun yerine, bolca “analiz” yapın.

Analiz yaparken de, dönüp dolaşıp, en genel geçer “doğru”ları yeniden ve yeniden vurgulayın: Tüm sorunların asıl/gerçek nedeni kapitalizmdir. Sosyalizmden başka gerçek çözüm yoktur ve olamaz.

Bu konuda, çaktırmamaya dikkat ederek, anarşistlerden ders alabilirsiniz. Biçimlerinden bağımsız olarak “otorite”nin, “hiyerarşi”nin, “devlet”in, “iktidar”ın, “iktidar mücadelesi” anlamına gelen “siyaset”in olduğu her yerde çürüme ve kokuşmuşluk da olmak zorundadır ve bu nedenle bunlar baştan ve toptan reddedilmelidir; reddetmeyenler uzlaşmacıdır, işbirlikçidir vs., diyorlar; ve en azından kendilerince hep haklılar! Somut tezleri olmasa bile onları savunma yöntemleri size ışık tutacaktır...

Diğer taraftan, Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in eserlerine son derece ihtiyatlı ve seçmeci bir şekilde yaklaşın.

Örneğin, Lenin’in Sol Komünizm’ini, daha baştan ve en kararlı şekilde, “çok özel bir dönemin çok özel bir ‘reel politiker’ metni” falan diyerek, tümüyle itibarsızlaştırmaya çalışın (“Lenin işte, hiçbir zaman gerçek düşüncelerini yazmaz, her zaman ‘reel politika’ yapar, yani aslında pek de inanmadığı şeyleri yazar” diye açıkça yazmayın ama!).

Engels’in Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne 1895 yılında yazdığı önsözü, kastınızı açıkça dile getirmemekle birlikte, “boş bir parlamenter hayalcilik” diye algılanacağı şekilde göstermeye çalışın.

Marx’ın 1880 yılında Fransız İşçi Partisi’nin programı için yazdığı ve “proletaryanın elinde bulunan bütün araçlarla mücadele etmek zorunda olduğunu ve bu araçların arasında, bugüne kadar bir aldatmaca aracı olarak kullanılmış, ama söz konusu mücadele sayesinde kurtuluşun bir aracına dönüştürülecek olan genel oy hakkının da bulunduğunu” sözlerini içeren giriş bölümünü yok sayın.

Komünist Parti Manifestosu’nda işçi sınıfının siyasal eğitimi konusunda söylenenlerin güncel karşılıklarının ne tür şeyler olabileceğini tartışmayın. Lenin’in “demokrasi mücadelesi”ne ne tür bir anlam yüklediğini, işçi sınıfının siyasal iktidar mücadelesi açısından bu mücadeleyi neden önemsediğini sorgulamayın.

Hep şu tür tezleri tekrarlayın:

Seçimler önemsizdir. Zaten, seçimler herhangi bir gerçek değişime yol açacak olsaydı, yaptırmazlardı (gerçi bu tez, Marksizmin değil, anarşizmin tezi; ama kaç kişi biliyor ki?). Önemli olan, devrim ve sosyalizm.

1 Kasım seçimleri mi?

Bunlar hep oyun işte...

Bu seçimlerden sosyalizm çıkabilir mi? (Bu soruyu defalarca tekrarlayabilir ve her seferinde ekleyebilirsiniz: Sosyalizmin olmadığı bir yerde gerçek eşitlik, gerçek özgürlük, gerçek adalet olabilir mi? Kendinize güveninizi asla yitirmeyin ve anarşistlerin yöntemini hatırlayın!)

Aslına bakılırsa, anarşistlerden daha tutarlı olanlar var: Nihilistler, yani “her şey boş”çular.

Öyle ya, Türkiye’de devrim yapsak ne, yapmasak ne... Yarın öbür gün büyük bir göktaşı çarpar dünyamıza, her şey yok olur, o ana dek yapılmış olan her şey anlamsızlaşır...

Ama şimdi kafanız karışmasın, nihilizmle falan... Hep haklı çıkmak için asıl başvurmanız gereken sihirli sözcük şu: Emperyalizm.

Ne de olsa, şu fani dünya üzerinde yaşanmakta olan her şey, şu ya da bu şekilde emperyalizme hizmet etmekle kalmaz, daha baştan emperyalizm tarafından tasarlanmıştır.

İktisadi bunalım mı çıktı? Emperyalistler kâr oranlarını yükseltmek için başvurmuştur (Marx’ın Kapital’de tarif ettiği kâr oranının düşme eğilimi yasasını kim biliyor ki?). ABD’nin Irak işgali sonrasında IŞİD diye bir şey mi çıktı ortaya? ABD çıkarmıştır. Tayyip Erdoğan ve AKP güç kaybetmeye mi başladı? ABD (ve Almanya) zayıflatıyordur.

Merak etmeyin, kimse sormaz: Yakın geçmişte ABD’nin arka bahçe ülkelerinden biri olan Venezüella’da seçimler yoluyla Chavez’in iktidara gelmesi de emperyalizmin bir komplosu muydu, diye... Soran çıksa bile, yok sayarsınız, olur biter...

Olmaz ya, diyelim ki oldu ve zor durumda bırakıldınız... Cevabı yapıştırın: “Oranın son derece özgün koşulları nedeniyle öyle oldu.”

Peki, “bugün, ülkemizin özgün koşullarını göz önünde bulundurduğumuzda, somut olarak neler yapmamız gerekir” diye soranlara ne denmeli?

Hep haklı çıkmak istiyorsanız, herkesin anlayabileceği somut hedefler tarif etmeyin de, ne derseniz deyin!

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 2
27.10.2015- 10:05

“Dış odaklar” ve gözden kaçan iki olgu-Metin Çulhaoğlu  

Belirli güç odaklarının Türkiye’ye nasıl bir kıyafet biçtiklerine, bunun için ne tür oyunlar sahneye koyduklarına ilişkin çeşitli değerlendirmeler yapılıyor. Elbette, solda yapılan değerlendirmeleri kastediyoruz.

Bunların arasında akla yakın gelenler de var.

Ancak, neredeyse hepsinde, dünyanın ve Türkiye’nin içinden geçtiği döneme damgasını vuran kimi temel olgular gözden kaçırılıyor gibi…

Bunlara az sonra kısaca değineceğiz; ama önce hepimizin kullandığı şu “güç odakları” kavramına eğilelim.

Böyle odaklar elbette vardır: “Derin devlet”, doğrudan sermaye sınıfının çıkar ve öngörüleri doğrultusunda vizyon üreten çevreler, Avrupa Birliği’nin strateji üretim merkezleri, AB üyesi kimi ülkelerin Türkiye’ye özel ilgisi olan mahfilleri, NATO, CIA, ABD diye gider…

Böyleyse, hemen belirtelim: Bu sıralananların hepsinin, Türkiye’nin geleceğine ilişkin olarak kimi konularda anlaştıkları, belirli bir ortak paydaya sahip oldukları düşünülebilir. Gelgelelim, buradan kendi içinde türdeş, üstelik icracı yanları da olan bir “üst akıl” çıkarılması saçmadır. Dünya kapitalist-emperyalist sistemi kendi tarihinin hiçbir döneminde bu tür bir iç konsolidasyon sağlayamadığı gibi bugün bundan çok daha uzaklardadır.

Bunu akılda tutalım ve devam edelim.

***

Devamı, yaşadığımız dönemin iki temel olgusuyla gelsin…

Dünya kapitalist-emperyalist sisteminin “küreselleşme” adı verilen son dönemdeki entegrasyonu, sermayenin hareket yasaları çerçevesinde elbette nesnel temellere sahiptir. “Nesnel temeller” ise her zaman siyaset denilen sürecin aracılığına muhtaçtır. Örneğin, kapitalizmin tekelleşme süreçlerinin 19. yüzyıl sonlarına doğru emperyalizm aşamasına ulaşmasında “nesnel dinamiklerin” ötesinde siyasetin belirleyici rolü olmuşu. Bugün de, “küreselleşme” denilen dönem, temeldeki sermaye hareketlerinin ötesinde siyasetle belirlenen bir dönemdir.

Küreselleşme ideologlarının iddia ettiklerinin tersine, kapitalizmin nesnel dinamikleri, siyasetin, siyasal saflaşmaların ve gerilimlerin geri plana düştüğü, aykırı olasılıkların dar sınırlar içine hapsolduğu çok daha türdeş bir dünya getirmemiştir ve getirmeyecektir. Dolayısıyla, herhangi bir ülkeye, bu arada örneğin Türkiye’ye bu dünyada kesin bir yer ve kıyafet biçilmiş olduğunu söylemek mümkün değildir.

Siyasetin tükenmediği yerde merkezkaç kuvvetler her zaman devrede olacaktır.

Daha açığı, kapitalist-emperyalist sistem, karşıt sistemin (sosyalist sistem) olmadığı ve siyasetin de öyle geri plana falan düşmediği koşullarda dünyaya bir düzen verememektedir ve veremeyecektir.

Peki, bu durumu gören kapitalist-emperyalist sistem, “dünyaya bir düzen veremiyoruz; bari Türkiye’de bir pilot uygulamaya geçelim, orada başarılı olursak sonra dünya geneline doğru ölçek büyütürüz” demiş olamaz mı?

Demişse, biz de pes deriz (şakaydı).

Birinci olgu budur.

***

İkinci olgu şu ünlü “dış dinamik-iç dinamik” meselesiyle ilgilidir.

Doğrudur; yaşadığımız dönemde, özellikle Türkiye gibi ülkelerde “dış dinamik” artık çok daha fazla “içeridedir”, yani “iç dinamiklerle” hemhal olmuştur. Ne var ki bu durum çoğu kez tek yanıyla görülmektedir: Dışarıdaki güç odaklarının ya da merkezlerinin projelerinin, senaryolarının vb. ülkedeki siyasal süreçleri ve konumlanışları belirlemesi…

Gözden kaçırılan diğer yan ise şudur: Dış etki içeriye ne kadar yığılırsa, ülkedeki siyasal süreçlere ne kadar içselleşirse, kendisi de iç dinamiğin etkilerine o kadar açık (suseptibil) hale gelecektir…   “Diyalektik” öyle soyut bir laf değildir; işin bu yanına da işaret eden bir çözümleme yöntemidir. Kısacası, “eğitenlerin kendilerinin eğitilmesinde” olduğu gibi, etkileyenlerin kendilerinin etkilenmesi de kaçınılmazdır.

Sonuçta, “dışarıdan” hangi proje, hangi senaryo kurgulanmış olursa olsun, bu içselleşme düzeyinde kesinlik ve mutlaklık taşımayacak, değişebilecek, değiştirilebilecek ya da vaz geçilebilecektir.

***

Bütün bunlar sol açısından ne anlama geliyor?

Şöyle bir anlam çıkarılırsa yeterlidir: Sol, görünürdeki herhangi bir senaryoya mutlaklık atfedip her şeyini buna göre düzenleme yoluna gitmemeli, hangisi olursa olsun her tür senaryoya panzehir olacak kendi asli görevine odaklanmalıdır:

Bağımsız sol-sosyalist hattın güçlendirilmesi…  

denizcan  |  Cvp:
Cevap: 3
27.10.2015- 10:16

HTKP'nin haber kanalı İLERİ'den üç yazarın yazısını sabah sabah okudum ve kafam karıştı. HTKP 1 Kasım seçimlerinde HDP'ye oy vereceklerini açıklamıştı. Dikkat ediyorum Erkan Baş ve Haluk Yurtsever bunu açık seçik yazabiliyor. Metin Çulhaoğlu açıktan bu konuya hiç değinmiyor, Erkin Özalp da komünistlerin komünistlere oy verilmesi çağrısını görmeden seçimlerde somut bir hedef önerilmesini istiyor. O da Metin Çulhaoğlu gibi bu konuya açıktan hiç değinmiyor. Ortaklaştıkları konu bağımsız sosyalist hattın güçlendirilmesi. Sormak istiyorum HDP'ye oy verilmesini isteyerek bağımsız sosyalist hattın güçlendirilmesi mi sağlanıyor? ''AKP'yi iktidarda biz tutuyoruz'' diyenlere oy verme çağrısının bağımsız sosyalist hattın güçlendirmeyeceği belli, AKP'yi mi geriletecek? HTKP'nin kurmayları AKP'nin gerilemesini AKP'nin parlamentoda üç beş sandalye kaybetmesi olarak mı görüyor? HTKP ne yaptığını bilmiyor, ne söylediğini de bilmiyor, bence ne yapılması lazım geldiğini hiç bilmiyor.

umut  |  Cvp:
Cevap: 4
27.10.2015- 16:37

Komünist Parti ayrılıktan sonra bulunduğu yerde durmaya devam ediyor, HTKP olsun, TKH olsun KP'den farklı bir ideolojiye sahip olmadıklarını hep söylediler. TKH yeni diyelim, henüz ne yapacağı belli değil, HTKP'nin ise ne yaptığı belli değil. İdeolojik farklılık yok siyasette farklılık varsa o farkın görünür yüzü HTKP'nin HDP'ye yanaşması ve oy vereceğini açıklaması. Bir komünist partinin düzen partisine oy verme çağrısının savunulacak bir yanı olacağını düşünmüyorum. HTKP ne yaptığını bilmiyor.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]