KİMİNLE YA DA KİMLERLE ULUS OLACAĞIZ?
Kendisini Atatürkçü, Kemalist, Ulusalcı vb. kavramlar ile tanımlayan pek çoğumuzun Türkiyenin günceline ilişkin en önemli iddialarından biri Türkiye Cumhuriyetinin ulus-devlet niteliğinin tehdit altında olduğu ve bu tehdidin bir an evvel bertaraf edilmesi gerektiğidir. Kemalist devrimin inşa sürecinin en önemli sonuçlarından birisi olan Türkiye Cumhuriyeti ulus-devleti, Soğuk Savaş sonrası süreçte yükselen ulus-devletin sonu başlıklı tartışmalar arasında temel eleştiri noktalarından biri haline gelmiştir. Ulus-devlet ile ilgili teorik tartışmalar bu yazının konusu değildir ancak ulus olabilmek bağlamında güncel siyaset içindeki pozisyonumuzu değerlendirmenin oldukça önemli olduğu kanaatindeyim.
Türkiyenin ulus-devlet temelinde inşa sürecinde kapsadığı alana baktığımız zaman mevcut sınırlar içinde herhangi bir coğrafyanın ötelenmediğini ortaya koymak gerekir. Pek çok yerde Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkesler
diye başlayan konuşmalarımızın alt metninde herhangi bir ayrım gözetilmeksizin bu topraklarda yaşayan her insanın bu ulusun bir parçası olduğunu söylemde kabul eden bir siyasetin takipçisi olarak görünmekteyiz. Milli Mücadele dönemine bakıldığı zaman Anadolu ve Trakyanın emperyalist işgalden kurtulması ve bu topraklarda bağımsız bir devlet kurulabilmesi için tek vücut olmak yönünde bir irade ortaya konduğunu söylemek gerekir. Bu birlikteliğin gelecek kuşaklara taşınabilmesi ve bağımsız bir Türkiye Cumhuriyetinin devamı için ulus-devlet projesinin önemi tam bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Günümüz siyasal atmosferi ise Milli Mücadele döneminde ortaya konan ulus perspektifinden önemli ölçüde uzaklaşıldığının sinyallerini vermektedir. Çok fazla detayına girerek bilineni yeniden anlatmaya gerek olmadığı bir gerçektir ancak kendi siyasal pozisyonunu ulus temelinde oluşturan bir siyasetin kendisiyle çelişen durumuna da değinmek gerekir. Çok kabaca ifade etmek gerekirse Türkiyenin ulus-devlet niteliği bir taraftan teorik tartışmalara maruz kalırken diğer taraftan da bu iddiaları destekleyecek şekilde toplumun dönüştürülmesine çok uzun bir süredir tanık olmaktayız. İdeolojik görünümlü bölünmelerin yanı sıra 90lı yıllar etnik ve mezhepsel olarak bölünmenin yoğun bir şekilde yaşanmaya başlandığı bir süreci ifade etmektedir. Küreselleşme sürecinin en olumsuz etkilerinden birisi de kültürel kimliklerin giderek politik bir kimlik haline gelmesi olmuştur. Küreselleşme ekseninde yapılan siyaset her ne kadar bu durumu bir özgürleşme olarak tanımlasa da toplumun giderek birbirine düşman edilmiş kamplara ayrılması bu durumun bir özgürleşme olmadığının en açık kanıtlarından birisidir. Bu yazının konusunu oluşturan ana problem tam bu noktada kendisini göstermektedir. Her seferinde ulus-devlet yok edilmeye çalışılıyor diye haykıran bir kitlenin de bu bölünme sürecinden etkilendiğini söylemek zorundayız. Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus temelinde varlığını sürdürmesi gerektiğini iddia eden bir düşüncenin böylesi bir bölünmüşlüğü kabul edercesine hareket etmeye başlaması oldukça düşündürücüdür. Cumhuriyet öncesinin bıraktığı en kötü miraslardan biri olan Alevilere karşı hoşgörüsüzlük üstü örtülü bir biçimde yıllar boyunca devam etmiş son on yıllık süreçte bir devlet politikası haline gelmiştir. Alevileri Cumhuriyetin belkemiği olarak gören bir siyasal algı en ufak bir krizde onları öteki vitrinine kolayca yerleştirmektedir. Bunun yanı sıra 80li yıllarda Rabıta örgütünün faaliyetleri ile hız kazanan ve 28 Şubat sürecinin temel aktörü olan İslamcılık rüzgarına maruz kalan yurttaşların gerici, örümcek beyinli vb. sıfatlarla nitelendirilerek ve bu insanların tamamı cumhuriyete yönelik bir tehdit gibi algılanarak yeni bir ötekileştirmenin de başlangıcını oluşturmuştur. Proje sahiplerinin planlarına oldukça uygun bir şekilde bölünmeye başlayan bir toplum PKK terörü ile dönüşü olmayan bir noktaya doğru ilerlemektedir. PKK ile ilgili mesele bir terör meselesi olmaktan çıkmış ve belirli bir bölgeye dönük kaybedilmişlik hissiyatının ortaya çıkmasını da sağlamıştır.
Kendi insanını bu projeler içinde kendisine yabancılaştıran bir kitlenin ulus olmaktan bahsetmesi de oldukça problemli görünmektedir. Sürekli başkalarının yaptığı propaganda üzerinden özgür iradesini köşe yazarlarına devreden ve düşünmeyi unutan bir kitlenin yönlendirilmeye ne kadar açık olduğu ortadadır. Mustafa Kemal ile yatıp kalkan bir toplumun 1. Mecliste kimlerin yer aldığını hatırlamaması oldukça korkunçtur. Emperyalizmin etki altına aldığı topraklardaki insanlarla iletişimini koparmamış ve oldukça önemli ittifaklar kurmuş olan Mustafa Kemalin Kurtuluş Savaşındaki başarısının arkasında yatan en önemli hususun kendi halkına sırtını dönmemek ve kendi insanına yabancılaşmamak olduğu nerdeyse unutulmuş gibidir.
Sürekli ulus-devlet olmaktan bahsedip birlik beraberlik çığlıkları atan bir kitlenin sabah-akşam bıkmadan belirli kişileri bahane ederek çeşitli toplulukları, parti sempatizanlarını, inanç gruplarını zan altında bırakacak şekilde bir bütün olarak fütursuzca karşısına alması ulus kavramının bizzat bu anlayış tarafından zedelenmesine yol açmaktadır. Sürekli düşman üreten ve birbirini sevmeyi, farklı olana hoşgörü göstermeyi unutan bir toplumun ne kadar ulus olduğunu gerçekten yeniden düşünmek gerekir. Bırakın farklı olmayı kendisini aynı kelimelerle tanımlayan insanların dahi birbirini anlamadan ve dinlemeden suçlaması, çeşitli ideolojileri ve kimlikleri kendi çevresine indirgemesi, geri kalan herkesi yoldan çıkmakla itham etmesi, gerçek olan benim, hepiniz yanlışsınız noktasına gelmesi ise bu dönemin başka bir hastalığını da ifade etmektedir. Sadece kendisini haklı ve kendi dışında olan herkesi düşman görecek kadar paranoyaklaşan bir toplumun nasıl bir ulus olduğunu değerli yorumlarınıza bırakıyorum.
Peki bu noktada nasıl ulus olacağız? Bu ulus kavramının içine kimler giriyor?
Mustafa Kemal bize çok kıymetli bir miras bıraktı: Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. Ortada böylesine açık bir ifade varken, bu toplumu kendi içinde ayrıştıran projelerin değirmenine su taşıyan davranışların Kemalizm olarak adlandırılması Kemalizmle temelde bir çelişkiyi ifade etmektedir. Eleştirisini bu projelerin karar alıcılarından çevirip kendi insanına yönelten ve üstü örtülü olarak bu bölünme sürecini bir gerçeklik olarak kabul eden, kendi yurduna ait olarak topraklara, mahallelere, insanlara kaybedilmiş gözü ile bakan bir anlayışın Türk milleti diye başlayan cümlelerinin hiçbir kıymet-i harbiyesi bulunmamaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti ulus-devleti inşa edilirken bu toprağın tüm renklerini içine alan bir çatıdan bahsedilmektedir. Bu renkler yalnızca kültürel farklılıkları değil siyasal farklılıkları da içermektedir. Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal hiçbir etnik, dini ya da kültürel başka bir grubu doğrudan karşısına alarak mücadele etmemiştir. Kurtuluş Savaşı iradesine karşı mücadele etmeyi seçen tarafların karar alıcılarını karşısına almıştır. Milli Mücadelenin ateşini yakan Sevr haritasında işgal edilen toprakları görmesine rağmen o topraklara kaybedilmiş gözü ile bakmamıştır. Hem toprakları hem de o topraklarda yaşayan insanları bu bağımsızlık mücadelesi içinde kazanmak için sonsuz bir çaba sarf etmiştir. İşgal haritaları hazırlanmış bir coğrafyanın toprakları bile kaybedilmiş olarak görülmezken bugün Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içinde yer alan topraklara ve o topraklarda yaşayan insanlara kaybedilmiş gözüyle bakacak kadar çaresiz, güçsüz ve basiretsiz bir siyasetin nedenlerini anlamak oldukça güçtür. Kurtuluş Savaşı edebiyatıyla kürsüleri inleten, gazete sayfalarını süsleyen insanların emperyalizmin ürettiği bu bölünmüş durumu realite olarak kabul eden hatta bu bölünme durumunu körükleyen tavırları bir güç değil bir zayıflık halidir. Ortalığı yakıp yıkan yazılarıyla sanki bir savaş durumuna komutanlık edecek kadar hazır görüntü veren bu insanların daha derindeki sorunlarla, tetiği çektirenlerle, esas nedenlerle hiç uğraşmaması, kendi insanlarımızın öldürülmesini seyreden bir vicdansızlığı temsil etmeleri onların ne kadar cesur(!) olduklarını bir kez daha kanıtlamaktadır.
Ulus olmak kendi insanına dokunmaktır. Hiçbir ayrım gözetmeden kendi yurttaşının sorunlarını kendi sorunu bilmektir. Onların halinden anlamaktır
Ulus yalnızca belli bir siyasi partinin sempatizanları ile kurulmamıştır. Yalnızca belirli bir siyasal görüşün merkeze alındığı ve diğerlerinin bölücülük ile itham edilerek söz hakkı tanınmadığı bir ulus Mustafa Kemal döneminde bile hayal edilmemiştir. Bölücülük siyasal ideolojiler üstü hatta ondan ayrı bambaşka bir mecrayı tanımlamaktadır. Hiçbir etnik, dini ya da siyasal grup bir bütün olarak bölücü ilan edilerek ulus kavramının dışına çıkarılamaz. Sözde herkesin demokrat olduğu bu düzlem içinde yaşanan krizlerde kripto Ermeni, Ergenekoncu, Yahudi kökenli vb. ayrımların havada uçuştuğunu görmek çok zor değildir. Bölücü olmayı yalnızca belirli bir gruba indirgeyenler kendi bölücülüklerinin farkına hiçbir zaman varamayacaklardır. Kendi insanına temas etmeyen ve oturduğu yerden sürekli düşman üretip sadece kendini haklı ve doğru çıkaran küstahlığın Türkiyede ulus gibi tarihsel öneme sahip bir kavram üzerinden siyaset yapmaya hakkı bulunmamaktadır. Düşmanı bahane gösterip kendi insanını karşısına almaktan çekinmeyen bir siyasal algının Mustafa Kemalin mirasına ve ulus-devlet kavramına ne denli zarar verdiği ortadadır.
Ali İhsan
telgrafhane.org
Yazıda katıldığım ve katılmadığım yerler var. Ulus devlet projesinin hiçbir etnik, dini ve siyasal kimlikleri reddetmemesi lazım geldiğine katılıyorum. Türkiye yöneticileri bu konuda hatalar yaptığını da düşünüyorum ancak, yazarın değinmediği bir konu var. Ulus devletin normalde dışlamaması ve bölücü olarak görmemesi gereken dini, siyasi veya etnik kesimler ulus devlet projesine karşı çıktıklarında ne olacak? Ulus devletin laik ve cumhuriyetçi karakterine karşı çıkıldığında ulus devletin tavrı ne olmalı?
Onlarca yıldır kürt ayrılıkçılığının mücadelesini izliyoruz. Onbinlerce insan öldü, trilyonlarca lira kaybedildi, insanlar sakat kaldı, yerinden yurdundan oldu. Bu mücadele hala devam ediyor. Kürt hareketi bütün bileşenleriyle ulus devlete karşı çıkıyorlar bazen özerklik, federasyon, bazen ayrı bir devlet kurmak istediklerini söylüyorlar. Ulus devlet ne yapacak? Demokrasi deyip bu kesimlerle mücadele etmeyecek mi?