Simon Bolivar bir diktatördü ve kendisi bile farkında değildi
Simon Bolivar, Mezarımın üzerinden birçok diktatör doğacaktır demişti.
Doğdu da...
Latin Amerikada kurtuluş mücadelesi veren ülkelerin eylemleri ve yüklediği özellikler, zorunlu olarak diktatörlerin doğuşunu da gerektiriyordu. Şimdi Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi.
Dünyanın hemen her yerinde bağımsızlık savaşları, sömürgeciliğe karşı yürütülen bir kitle ayaklanması biçiminde gerçekleşmedi. Bu ne Rusyada oldu, ne Fransız İhtilalinde ne de Maonun Çininde... Hepsi birer köylü ayaklanması olarak ucu açık bir hak kazanma savaşı olarak ortaya çıktı. Büyük bir heyecanla başlayan Meksika ihtilali bile bu talihsizliği yenmeyi başaramadı. Ne Zapata ne de Panço Villa ardına aldıkları muhteşem kitleleri doğru yönetemediler ve hepsi hüsranla sonuçlandı.
Sonuçta verilen tüm savaşlar halkın bilinçlenmesi yerine askeri donanımların ve değerlerin daha sağlamlaşmasına yol açtı, ama bu arada ekonominin de allak bullak olmasına neden oldu.
Latin Amerika tarihine baktığımızda bunu tüm çıplaklığıyla görmek mümkün. Simon Bolivarın bağımsızlık için başlattığı savaş bir süre sonra tamamen kontrolden çıkıp, sermayenin tüm Güney Amerikaya egemen olmasını sağladı ve ardından da darbeler dönemi geldi. Çünkü sermayeyi koruyacak tek şey askerlerdi. Elbette sermaye de askerleri beslemek zorundaydı.
Simon Bolivar, 1783te Caracasta doğdu. Kendisini Jean Jacques Rousseaunun etkisi altında kalmış Simon Rodriguez adında bir öğretmen yetiştirdi. Rodriguez, özellikle Rousseaunun Toplumsal Sözleşme adlı yapıtını benimsemiş ve diktatörlük eyleminin de bir ülke için geçerli olduğu düşüncesini Bolivarın beynine kazınmıştı.
Bunda kötü bir niyet yoktu. Gelişmemiş veya az gelişmiş toplumlara bazı devrimci eylemleri kabul ettirebilmek için toplumları bir süre diktatörlükle yönetilmesini öneriyordu Rousseau ve bu da Rodriguezin de Simon Bolivarın da aklına yatan bir düşünceydi.
BOLİVARIN ORTAYA ÇIKIŞI
Bolivar Avrupadan Güney Amerikaya döndüğünde tarih 1807yi gösteriyordu. O sıralarda Güney Amerikanın durumu şöyleydi: Siyasi olayların hızla gelişmesi sonucu her şey de aynı hızla değişiyordu. Bir çok Güney Amerika ülkesinde devrim sayılacak ayaklanmalar oluyor, ancak örgütsüzlüğün getirdiği çözülmelerle isyanlar başarılı olamıyordu. Çok uzun zamandır silahlanan ve ülke milli gelirinin çoğunu kendi harcamalarında kullanan askerler çok daha örgütlü ve silahlıydı. Bu nedenle tüm ayaklanmalar acımasızca bastırılabiliyordu.
Bolivar, 1810 yılında Venezuela cuntasına katıldı. Destek sağlamak için İngiltereye döndü. 1812 yılında 23 kişilik cuntanın lideri Mirandanın İspayollara teslim edilmesinden sonra, 1813 yılında çılgınca bir harekatla Caracasa girdi. Ama bu harekat bir süre sonra aleyhine döndü ve Bolivar önce Jamaicaya ardından da Haitiye kaçmak zorunda kaldı.
Bolivar, 1816 ylında yeniden Güney Amerikaya döndü. General Paezin güçleriyle birleşerek İspanyolları birkaç yerde bozguna uğrattı ve Venezuela Cumhuriyetini yeniden kurdu. And dağlarını aşarak Caracası da ele geçirdi.
Bu arada Venezueladan yola çıkan bir başka devrimci grup da And dağlarını aksi yönden aşarak Pasifik kıyılarına varmayı başardı ve Peruya geçti. Bu grup daha sonra Şililerde ve gönünüllü İngiliz denizcilerinden de destek alarak Perunun başkentine ulaşmayı başardı.
Aslında bu büyük bir kuşatma harekatıydı, zira Peruya ulaşan birliklere Arjantin ve Şiliden gelen milisler de katılmıştı. Amaç, sömürgeci İspanyolları Güney Amerikadan tamamen silip süpürmekti.
Ama sonuç tam bir hüsranla bitti. İspanyanın Napolyon tarafından işgali ve Güney Amerika ile İspanya arasındaki iletişimin kesilmesi gibi olumlu gelişmelere rağmen, devrimci güçler Peruda istediklerini başaramadılar. Tüm bu olumlu özgürlük atılımlarına karşın, Güney Amerikanın yurtseverleri, İspanyadan boşalan alanlarda daha insanca bir yaşam kurmayı gerçekleştiremeyecekti.
Oysa Simon Bolivar, Jean Jacques Rousseaunun Emile adlı kitabındaki ilkelere göre kendini eğitmiş, Hobbesu, İngiliz filizof Lockeu ve Spinozayı neredeyse ezberlemişti. Bu dört düşünceyi bir araya getirmeyi de çok iyi becerebilmişti. Bütün bu donanımların sonucunda daha Romada eğitim görürken, Güney Amerikayı İspanyol işgalinden kurtaracağına ilişkin kendine söz vermişti. Sözünde duramamasının bir yığın parametrelere bağlı olduğu, özellikle de yönetim biçimindeki aksaklıkların kendisini zor durumda bıraktığı yıllar sonra ortaya çıkacaktı. O bir diktatördü aslında ve kendisi bile bunun farkında değildi.
BAŞKANLIK DİKTATÖRLÜK MÜ?
Venezuelada kurulan cunta 23 kişiden oluşuyordu ve başlarında Miranda vardı. Mirandanın düşünceleri ise tamamen askeri kanadın güçlendirilmesine dayanıyordu. Bolivarın da buna ses çıkaracak durumu yoktu. Askerlerin güçlenmesi ve halkın ekonomik olarak daha da zayıflaması, Güney Amerikada geçtiğimiz yüzyılın ortalarına kadar sürecek dareler dönemini başlatıyordu.
Bolivar, mezarının üzerinden bir çok diktatör çıkacağını söylerken haklıydı, zira tüm Güney Amerikalı liderler sırtını bir şekilde askerlere dayayarak ayakta kalmayı becerebililyorlardı ya da bizzat askerler yönetime el koyuyordu.
Diktatörlük, uzun yıllar Güney Amerikayı esir alacak ve gerçekten de Bolivarın mezarı üzerinde bir çok diktatör filizlenecekti. Ardından da onların yerini devlet başkanları alacaktı. Başkanlık sisteminde elbette diktatörün yetkileri olmuyordu, ama aradaki farkı ortaya koymak da son derece güçtü ve ayrı bir çalışma gerektiriyordu.
Şu anda Güney Amerikada salt diktatoryal yönetimlerden söz etmek mümkün değil belki, ama çoğunlukla başkanlık sistemiyle yönetiliyor ülkeler ve parlamenter sisteme ne kadar yaklaşsalar da, kendine özgü bir başkanlık diktatoryası hakim. Bu nedenle de dünya üzerinde yeterince ekonomik ve siyasal baskı kuramıyorlar.
Türkiyede tartışılan başkanlık sistemiyle Güney Amerikanın birçok ülkesindeki başkanlık sistemi arasında pek benzerlik yok. Örneğin Venezuelada bir parlamento başkanı denetleme, yetkisini artırıp azaltma hakkına sahip. Nitekim 20 Kasım 2013te başkan Maduroya ekonomik ve siyasi alanlarda özel yetkiler vermişti.
Asıl sorun, Güney Amerika da dahil hemen tüm başkanlık sistemlerinde yasamanın yürütmeyi feshetme yetkisi bulunmuyor. Güney Amerika tipi başkanlık sistemlerinde devlet başkanı yasa öneremiyor, ama parlamento (eğer varsa, ki çoğunda var) yasaları veto etme hakkına sahip. Başkanlar, yine Güney Amerika örneği verildiğinde seçimle gelmesi önerilir, ama örneğin Arjantinde son seksen beş yılda ancak iki devlet başkanı seçimle gelmiş, diğerleri hep askeri darbeler sonucu başa geçmiştir.
Genel olarak bakanlar devlet başkanı ile birlikte çalışır ve yürütme tek elden sağlanır. Yürütme neredeyse tamamen devlet başkanının iki dudağı arasındadır. Devlet başkanı, yürütmeyi sağlayan bakanlar ve ordu ile ortak çalışıyor gibi görünse de son söz devlet başkanına aittir. Devlet Başkanının yetkisi olmadığı tek alan hukuka müdahaledir. Başkanın yargıya müdahale etme, hakimlerin veya savcıların yerini değiştirme veya onlara talimat verme yetkisi yoktur.
Oysa Türkiyede istenen başkanlık sistemi bunun tam tersi. Zira daha tam başkanlık sistemine geçilmeden bile Türkiyede yargı, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından tamamen kontrol altına alınmış durumdadır. Bunu da 12 Temmuz Anayasa değişikliği ile elde etmişti.
Başkanlık sisteminin yargıya müdahale etmesi ve onu da kendi tekeli altına alması halinde artık başkanlık sisteminden değil diktatörlükten söz etmek mümkündür ancak. Ne yazık ki dünyada birçok ülke başkan ismini kullandığı halde diktatörlük rejimi uygulayan başkanlar tarafından yönetilmektedir.
Kaldı ki, Güney Amerika modellerine baktığımızda, son on, on beş yıl dışında devletin başına geçen başkanların hemen hepsi seçimle değil darbe ile gelmişlerdir. Bu da, kağıt üzerinde yazılı ve bilinen başkanlık sistemini değil diktatörlüğü çağrıştırmıştır.
Cumhurbaşkanı Erdoğanın sembolik bir başkanlık istemediği ortada. Bunun aksi ise, halk tarafından seçilmiş devlet başkanı olarak yürütmenin başına oturmasıdır. Her iki sistem de dünyada uygulanmaktadır, ama yürütmenin başına oturmuş ve hemen tüm yetkileri üzerine almış başkanlık sisteminde parlamenter sistemden söz edilemez, buralarda yasama meclisleri bulunur. Kimi yönetimlerde (şu anda Türkiye, İrlanda, Portekiz vb.) devlet başkanları sembolikken, Türkiyenin arzu ettiği başkanlık sisteminde oluşacak yasama meclisi veya senato tamamen sembolik görev yapacaktır.
Tek savunulacak alan istikrar alanıdır başkanlık sisteminde, ki bu parlamenter sistemle de sağlanabilecek bir yapıdır.
Geçerli olan başkanlık sistemlerinde yasama ve yürütme birbirinden ayrıdır ve iki birim birbirini denetlemekle yükümlüdür. Bu koşulların yerine getirilmesi halinde, devlet başkanının diktatör olmasının da önüne geçilmiş olur, ama bu her zaman mümkün değildir.
Arzu edilen de yasama ve yürütmenin tek elde toplandığı bir başkanlık sistemi.
Öyle görünüyor.
Bir tek merkezden ve denetim mekanizmalarının da aynı merkeze bağlı olduğu bir yönetim arzu ediliyor. Bunun insan hakları açısından büyük yaralar açacağı çok açık, ama kim bilir belki de asıl yaşanması gereken de bu.
Mümtaz İdil
Odatv.com