Türk faşizminin niteliksel dönüşümü
ZÜLFÜ LİVANELİ
Hrantın katledilişinin yıldönümünde, ülkede kan gövdeyi götürürken, siviller, çocuklar, hamile kadınlar öldürülürken, yazan çizen düşünen insanlar hapislere doldurulurken, Türk faşizminin dönüşümü üzerine düşündüklerimi kısaca yazmak istiyorum.
Bu kadar acı içinde duygularımız düşüncelerimizi bastırsa bile, elden geldiğince serinkanlı bir değerlendirme yapmak niyetindeyim..
Özellikle bizim kuşağın ömrü askeri darbelerle, cezaevleriyle, sistemli işkencelerle, faili meçhullerde kaybettiğimiz dostlarla, sürgünlerle geçti. Demokrasinin önündeki en büyük engel orduydu. Ne var ki Türk Silahlı Kuvvetlerinin yaptığı darbeleri, dünyanın başka ülkelerindeki darbelerle karşılaştırdığımızda tuhaf bir ayrım dikkatimizi çekerdi. İspanya, Portekiz başta olmak üzere birçok ülkede iktidara gelen asker, onyıllar boyunca faşist rejimini sürdürüyordu. Güney Amerika ülkelerinin çoğunda da böyleydi durum. Oysa Türkiyede askerler daha idareye el koydukları gün, bir iki yıl içinde gideceklerinin sözünü veriyor, ortalığı düzeltmeye geldiklerini ve iktidarı en kısa zamanda tekrar sivillere bırakacaklarını söylüyorlardı. Hatta darbeleri açıklarken Beethovenin Kader Senfonisi eşliğinde hafif mahçup ve ürkek bir tavır takınıyorlardı. Franconun, Salazarın, Pinochetnin tavrı bu değildi.
Gerçekten de askerler açık darbe modelini çok fazla sürdüremediler. Gerçi 12 Eylülün ardından olduğu gibi Askeri idareye son verildi dedikten sonra bile kurum, kural ve zihniyetleriyle ülkenin siyasal yaşamını etkilemeye devam ettiler ama diğer darbe ülkelerindeki gibi apoletler görünmedi ortalıkta.
Bu olguyu düşünürken gözümün önüne hep Yunanistan Albaylar Cuntasının cakalı yürüyüşü sırasında hemen yanlarında yer alan, ellerindeki buhurdanlığı sallayarak askerleri takdis eden Ortodoks din adamları gelir.
Faşizm bir sac ayağına dayanıyordu oralarda: Silah, sermaye ve din. Kısacası ordu darbe yaptığı zaman hem milliyetçilikten, hem dinden hem de büyük sermayeden destek alıyordu. Bu yüzden dikta rejimleri daha uzun sürüyordu.
Türkiyede ise faşizmin üçlü dayanağının bir ayağı eksikti. Ordu ve büyük sermaye, milliyetçi reflekslerde birleşiyordu ama ordunun laik geleneği dolayısıyla din kurumu bu dayanışmanın dışında kalıyordu (Hatta laik rejim öncesinde, 31 Mart isyanını ve Hareket Ordusunu hatırlamak bile bu geleneğin varlığını kabul etmek için yeterli). Gerçi askerler dine her zaman sempatiyle bakıyor, hatta Soğuk Savaş yıllarında bir numaralı düşman olarak gördükleri sola karşı, Tesbih çeken el, tetik çeken elden iyidir diyerek dincileri destekliyorlardı, imam hatip okullarının açılışına hız veriyorlardı ama yine de bu, üstü örtülü bir destek biçiminde kalıyordu.
Bugün ise niteliksel dönüşüm kendini bu noktada gösteriyor. Faşizmin klasik sacayağı kurulmuş durumda. Dinle milliyetçilik birleşti. El değiştiren sermaye de yanlarında. Dolayısıyla bu sefer, insan haklarını ve demokrasiyi ayakları altında çiğneyen faşizmin daha uzun süreli olması ihtimal dahilinde.
Üstelik kendi değerler sistemine ihanet ettiği için, buna karşı çıkacak bir Batı da yok ortalarda.
Umutsuzluğa gerek yok: Her faşizm yıkılmaya mahkumdur ama ne yazık ki çekilen acılar bir süre daha devam edecek gibi görünüyor.
Her zaman en hızlı etkilenen en hızlı panikleyen en hızlı dönen aydınlar olmuştur.
Daha her şey bitmedi son söz söylenmedi .
Her aydın her daim kendine yedek adres bulmuştur bu 12 eylül faşizminde de oldu 1940 ta 1950 de de ama kaçacak yeri olmayan başka bir adresi olmayan larda var bu ülkede onlar son sözlerini söylemedi zaten söylediğinde ayakta değil tabutta olacaklardır.
Hayat aydınların baktığı yerde değil başka pencerelerde var .Bir ülkede faşizm olması için ülke krizleri yeterli değildir dünya koşulları da uygun olması gerekir
Bu ülke de mücadeleyi bırakmayan % 40 insan var .Henüz kazanmış değillerdir bizde kaybetmiş değiliz Evet bir çok mevzi kaybedildi bir çok göstergeler faşizm i işaret ediyor ama aydınlar gibi teslim olmadık çünkü gideceğimiz başka adres yok.
Biz 12 eylülde de gördük o aydınları uzaklardan seslendiler ama biz burada idik içinde tam göbeğinde hayatın.
Geldikleri gibi gittiler ve giderken kep yalnızdılar hiç bir yoldaşları yanlarında değildi halbuki biz bunu yapmışsak yalnız yapmadık dedi o cuntacı faşistler .
Bunlar gidecek geldikleri gibi gidecek hemde yapayalnız gidecekler dostları düşmanları olacak.
Tarih ihanetlerle dolu sevgi olmadığında dost çıkarcı oluyor korkuyla yönetmek korkutacak insan bulduğunda oluyor
Ne derler ölmüş eşek kurttan korkmaz. kaybedecek şeyi olmayanda kimseden korkmaz.
Faşizm bir sac ayağına dayanıyordu oralarda: Silah, sermaye ve din. Kısacası ordu darbe yaptığı zaman hem milliyetçilikten, hem dinden hem de büyük sermayeden destek alıyordu. Bu yüzden dikta rejimleri daha uzun sürüyordu.
Türkiyede ise faşizmin üçlü dayanağının bir ayağı eksikti. Ordu ve büyük sermaye, milliyetçi reflekslerde birleşiyordu ama ordunun laik geleneği dolayısıyla din kurumu bu dayanışmanın dışında kalıyordu (Hatta laik rejim öncesinde, 31 Mart isyanını ve Hareket Ordusunu hatırlamak bile bu geleneğin varlığını kabul etmek için yeterli). Gerçi askerler dine her zaman sempatiyle bakıyor, hatta Soğuk Savaş yıllarında bir numaralı düşman olarak gördükleri sola karşı, Tesbih çeken el, tetik çeken elden iyidir diyerek dincileri destekliyorlardı, imam hatip okullarının açılışına hız veriyorlardı ama yine de bu, üstü örtülü bir destek biçiminde kalıyordu.
Zülfü Livaneli din ve milliyetçilik derken halkı kastediyor anladığım kadarıyla. Din ve milliyetçilik ekseninde halkın desteğini almak faşizmin ruhunu oluşturuyor. AKP hükümeti halkın yarısını bu eksene sokabiliyor, öbür yarısını ise bu eksene dahil etmesi zor, Türkiye'nin Cumhuriyetçi damarı bu eksen içine girmez. O zaman bizi çatışmalı bir süreç bekliyor demektir. AKP diktatörlüğü fiili bir diktatörlük, tek başına yeterli değil buna anayasal güvence katması lazım. Buna uğraşıyorlar, başarırlarsa Livaneli'nin dediği olabilir. Kolay geçmeyeceğini, çatışmalı bir süreç olacağını düşünüyorum.