Faşizmi tanımak ya da tanıyamamak Yaşar Ayaşlı
Türkiye, otoriterlik ile demokrasi arasındaki gelgitlere indirgenen egemen siyasetin tarihinin faşizm bahsi açılmadan yazılabildiği, ya da tersine olarak kurulduğundan beri faşizmsiz gününün geçmediğinin kaydedildiği, sonuçta kendi faşizm tanımını kendisi yapanların bol olduğu bir ülke. Ezilenlerin yalnızca öncülerine, örgütlenmelerine ve mücadelelerine değil, canlarına, mallarına ve hatta mezarlarına kasteden böylesine hayati bir meseledeki savrukluk fazlasıyla lükstür.
Faşizmin tanımını ve somut analizini, önemli kılan ve faşizme karşı mücadelenin parçası yapan da budur.
İki dünya savaşı arasında altın çağını yaşayan faşizm, merkezi Avrupa olmak üzere dünyaya mikrop saçan bir salgın hastalık gibi yayılmıştı. Faşist hareketler hem hepsinde ortak olan ideolojik, politik, toplumsal, kültürel karakteristikler taşıyorlar, hem de totaliter, dinsel, askeri, parlamenter özelliklerine göre öbeklere ayrılıyorlardı. Faşizm, Nasyonal Sosyalizm, Frankizm, Salazarizm (vb.) gibi adlarla anıldıkları da oluyordu.
İçinde kaybolmadan orman ve ağaçlar üzerine fikir yürütebilmek için faşizmin en klasik, en çarpıcı biçimi olan Alman ve İtalyan (birbirlerine hem yakın hem farklı) biçimlerine ağırlık vermek doğru olacaktır.
Faşizmin ortamı
Faşizm, emperyalizm çağının ürünüdür. Birinci Dünya Savaşından sonra tarih sahnesine çıkması, Ekim Sosyalist Devrimine ve kapitalizmin bunalımına verilmiş bir cevaptır. Savaşın mağlubu Almanya Versay boyunduruğundan, İtalya yağma bölüşümünde hakkının yenmesinden şikâyetçiydi. Burjuvazi zayıflamış, devrimler ve sınıf mücadeleleri adımlarını sıklaştırmıştı. Ekonomik çöküntü içindeki, geleceğinden kaygılı, işsiz, karşıdevrimci ruh hali içinde debelenen küçük burjuvazi ve lümpen-proletarya faşist bir mayalanma içindeydi.
Devrimci partileri ve işçi hareketinin öncü kesimlerini kitle terörüyle vahşice bastıran paramiliter faşist çeteler bu bataklıkta boy atmışlardır. Büyük sermaye faşist harekette geleneksel yöntemlerle üstesinden gelemediği sorunları çözecek ve emperyal iştahını karşılayacak kabiliyette bir güç keşfettiğini düşünerek 1920li, 1930lu yılların başında iktidara geçmelerinin yolunu açmıştır. Bu yol açılmasa muhtemelen iktidardaki güçlerine erişemeden eriyip gideceklerdir.
Faşizmin yükselişi
1920-1945 arası faşizmin yükseliş yıllarıdır. İlkin İtalya (1922), Bulgaristan (1923), Almanya (1933), Avusturyada (1934) sonra öteki ülkelerde iktidara gelmiştir. Muhalefette kaldığı ülkelerde ve Avrupa dışında küçümsenemeyecek bir güce ulaşmıştır. Faşist partilerin çoğu az ya da çok bir kitle tabanına sahiptir. Gene de Mussolini İtalya Kralının, parlamentoda hızla güçlenen Hitler, Alman Cumhurbaşkanının davetiyle, Salazar darbeyle, Franko iç savaşla (ve darbe) iktidara geleceklerdir. Böylece, finans kapital burjuva demokrasisi, Bonapartizm-Bismarkizm, askeri diktatörlük gibi eski devlet biçimlerine alternatif yeni bir devlet biçimi daha keşfetmiş oluyordu.
Faşizmin iktidarı hükümetin el değiştirmesinden ibaret değildi. Faşistler iktidara geldiklerinde parlamentoyu dağıttılar, güçler ayrılığına son vererek yargı ve yasamayı yürütmeye, yürütmeyi de iktidarın dizginlerini elinde tutacak kudretli tek adamın (Führer, Duçe) elinde merkezileştirdiler. Parti-devlet özdeşliği totaliter bir yönetimle sonuçlandı. Komünistler ve işçi hareketinin önderleri başta olmak üzere bütün muhalefet kanla bastırıldı, partiler, sendikalar, muhalif medya (vb.) kapatıldılar. İtalyan, Alman ve öteki ülke faşist burjuvazileri arzularını hızla gerçekleştirebileceklerini düşündükleri demirden bir yönetim kurdular.
Faşizmin Tanımı
Bu acil tehlikeye karşı etkili mücadele yolları arayan Komintern partileri kendi aralarında faşizmin anlamını ve tanımını uzun süre tartıştılar. G. Dimitrov, III. Enternasyonalin 1935 yılındaki VII. Kongresine sunduğu raporda genişçe ele aldığı faşizmi şöyle tanımladı: Faşizm, finans kapitalin en gerici, en şovenist ve en emperyalist öğelerinin açık terörist diktatörlüğüdür.
Faşist diktatörlüğü; Turati büyük burjuvazi üzerinde küçük burjuvazinin iktidarı, Bordiga burjuvazinin demokrasiden farksız egemenliği, Thalheimer Bonapartizmin özel bir biçimi, Bauer sınıflar üstü bir iktidar olarak tanımladı. Troçki, küçük burjuva tabanını öne çıkararak faşizmin sınıf niteliğini silikleştirdi. Reich ise faşizmi insanın akıldışı karakterinin dışavurumu, Alman halkının akli depresyonu ile açıkladı.
Dimitrovun tanımı faşizmin sınıf niteliğini ve en tehlikeli düşman kategorisinde yer aldığını ifade eder. Doğru tanım olmadan ne doğru teşhis ne de doğru mücadele olur. Gerçek olgulara dayanan enli kesimler dışında kalan finans kapital gruplarına ilerilcilik atfedildiği eleştirisi haksızdır. Aynı şekilde küçük burjuva kitle tabanını göz ardı edildiği de doğru değildir, 1933teki XIII. Plenumda tanımın hemen ardından bu özelliği vurgulanmıştır. Ancak kısa ve özlü olması gereken bir tanımın, tabanı öne çıkararak değil, sınıf niteliği üzerinden yapılması doğrudur. Aksi takdirde okları küçük burjuvaziye yöneltme tehlikesi baş gösterir.
Derin bir ekonomik ve siyasi kriz, işçi hareketinin zayıflaması, aptallaştırılmış küçük burjuvazinin efsanelere yatkınlığı ve kurtarıcı lider beklentisine girmesi, şeytanlaştırılmış etnik gruplara ve komünizme düşmanlık, olası bir devrimde her şeyini kaybedeceği korkusu, faşizmin arayıp da bulamadığı bir ortamdır. İktidarda olsun olmasın faşist partiler şoven milliyetçilik, biyolojik veya kültürel ırkçılık, paramilitarizm, antiplüralizm, antikomünizm, anti-Aydınlanmacılık, totalitarizm, korporatizm, lider kültü, ulusal yeniden doğuşçuluk, militarizm, sahte antikapitalizm gibi özellikler ve karakteristikler gösterirler.
Avrupamerkezci faşizm anlayışını aşmak
Faşizmin karakteristik özelliklerinin İtalya ve bilhassa Almanya üzerinden belirlenmesi doğru yöntemdir, çünkü tarihsel olgular en iyi tipik durumlarda anlaşılabilirler. Ancak faşizmin varlığının klasik, en kanlı biçiminin tasvirine endekslenmesinin sakıncaları vardır. Faşizmin 1945te mezara gömüldüğü, Avrupa kapitalizminin ender rastlanan habis bir türü olduğu izlenimi doğurur, dolayısıyla başka kıtalardaki düşük dozlu ve eksik özellikli faşizm biçimlerinin fark edilmesini önler.
1945 hezimetinden sonra metropol ülkeler burjuvazisi devrimle sonuçlanma riski nedeniyle, dizginlerini elinde tuttuğu faşist partileri iktidara getirmede hep mesafeli ve temkinli olmuştur. Bunun yerine burjuvazinin hegemonyasını baskı ve rıza yönünden tahkim etmeyi, faşizmin bazı öğelerini devlet içinde özümsemeyi, sözgelişi Gestapo rolünü CIA ve Süper NATO (Türkiyede MİT, Jitem vs.) gibi kurumlara aktararak gayri resmi paramiliter grup işlevlerinin bir kısmını devralmayı, neofaşist, neo-Nazi parti ve grupları yedekte tutmayı, darbeleri, komploları, müdahaleleri çıkarına daha uygun bulmuştur.
Faşizmin yalnız bir numarası üzerinden değil, iki savaş arasında aldığı biçimle yorumlanması da yanlıştır. Dünya çapında yükselen faşizm, savaş sonunda mağlup olmuş ve itibar kaybetmiştir. Yeni dönemde Romaya veya kaz adımlarıyla yürüyerek iktidara gelemeyeceğini bildiğinden, kılık değiştirme yoluna gitmiştir. Bu, özünü korumak şartıyla Dimitrovun analizinin de güncellenmesini gerektirir.
Türkiye özgülünde eskide kalmak, CIA, ordu, Kontrgerilla ve MİTi (vs.)dışta bırakan, faşizmi aşağıdan, paramiliter bir hareket olarak sahneye çıkan MHP ile sınırlayan anlayış şeklinde kendini göstermektedir. Bu ülkede yalnız Türk-İslam sentezinin kefelerine konulan ağırlıklarla renk değiştiren sivil faşizmler yoktur, aynı eksenin daha dengeli ve örtük bir uğrağını temsil eden militarist bir faşizm de vardır. Alman tipi faşizme takılıp kalmanın sonu, 12 Mart ve 12 Eylül yönetimlerini 27 Mayısla bir tutmaktır.
Faşizmin tek yüzlü yoktur
Savaştan sonra faşist diktatörlüklerin bağımlı, yarısömürge ülkelerde görülmesi, kısmen yeni dönemin özellikleri, esas olarak da devrimlerin merkezinin dünyanın bu kısmına kaymasıyla alakalıdır. Dünyanın yeni jandarması ABD, NATO ve CIA marifetiyle, buralarda artarda patlayan devrimleri önlemek ve hegemonya krizlerini çözmek için, yerli işbirlikçileriyle birlikte darbeler tezgâhlamıştır. Örnek Endonezya, Yunanistan, Brezilya, Şili, Arjantin, Uruguay, Bolivya, Türkiye, Pakistan askeri faşist diktatörlüklerdir. Bunların faşist değil, askeri veya Bonapartist yönetimler olduğunu söylemek, mükemmeliyetçi ve Avrupamerkezci faşizm anlayışının diliyle konuşmak demektir.
Bu askeri faşist rejimler ne ilk, ne sonuncudur. 1945ten önce faşizm Bulgaristan, İspanya, Portekiz, Yunanistan ve Finlandiyada askeri darbelerle iktidara geldi. Üstelik belirli bir kitle tabanına sahip İspanya ve Portekiz 1970lere kadar ayakta kalırken, Yunanistanda ikinci bir darbe daha gerçekleşti. Eğer faşizm yalnız Alman ve İtalyan çeşidinden ibaret olsaydı, zamandaşı Tsankov, Metaksas, Franko ve Salazarı listeden düşmek gerekirdi.
Paramiliter şok birliklerinin sırtında iktidara gelmek faşizmin yegâne belirtisi değildir, eğer öyle olsaydı o zaman sadece askeri faşist rejimleri değil, ABDnin (ve ortaklarının) Asyanın doğusundaki Güney Kore, Güney Vietnam, Kamboçya, Laos gibi ülkelerdeki işgal rejimlerini, monarco-faşist Şah İranını, Ferdinand Marcos Filipinlerini, yakın zamanlarda Afganistan, Yugoslavya, Irak, Libya, Suriye ve Afrika ülkelerinde (vs.) yapılanları da dünya faşizm tarihinin dışında irdelemek gerekecekti. Şiddetin derecesi, demokratik özgürlükler, plüralizm ve hukuk elbette yalnız başına ölçü değildir, ama bunları hesaba katmamak da olmaz. İster ileri ister çevre ülkelerde olsun, ister aşağıdan ister yukarıdan gelsin asgari özelliklere sahipse, klasik modelin belirtilerini taşıyorsa faşizm faşizmdir.
Aksi takdirde faşizmi kapitalizmin nadiren görülen, emperyalist kapitalizmin ritmine ayak uyduramayan iğreti bir türü saymak, 1930ların dönüşünü Godot gibi beklemek gerekecektir.
Mükemmeliyetçi faşizm anlayışı
Şimdilerde faşizm üzerine tezleri unutturulmak için elbirliğiyle çalışılan III. Enternasyonal, sonraki yıllarda olabileceklerin ipuçlarını ta o zamandan vermişti. Dimitrov, Kominternin VII. Kongresinin bir oturumunda, faşizmin kitle tabanına sahip olmadığı ülkelerde (yukarıdan faşizme örnek emperyalist Japonya bir yana) orduya dayanarak iktidara geldiğini ve devlet eliyle temelini genişletmeye çalıştığını söylemiş, Bulgaristan, Yugoslavya ve Finlandiyayı da buna örnek göstermişti (Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekim Yayınları, s. 225). Dimitrov bunu kafasından icat etmeyecek, 1936da partisinin MKsına sunduğu bir plenumda kendi ülkesindeki faşizmi ayrıntılı olarak analiz edecekti.
Bu tezlerde, 1923 gibi erken bir dönemde ve hayli geri bir ülkede askeri darbeyle iktidara gelen Bulgar faşizminin, özü itibarıyla bütün diğer ülkelerdeki faşizmle aynı olduğunu belirtir ve ardından, kendine özgü karakteristik özelliklerini sıralar: Darbeyle gelmesi, yabancı güçlerin önemli rolü, karizmatik lider yokluğu, kralın ve askerin ağırlığı
Bunlardan en önemlisi ise, Hitler ve Mussolini faşizminin tipinde, faşist bir kitle hareketinin olmaması idi.(Dimitrov, Bulgar Faşizminin Karakteri Üzerine Tezler, Özgürlük Dünyası, S: 55)
Öyleyse faşizmin varlığı türlerinin toplam özelliklerini taşıması veya Hitler ve Mussolini modellerine bire bir uyması şartına bağlanamaz. Bazı yönleri eksik, bazı yönleri yeni olabilir, önemli olan esasa ilişkin noktalarda birleşmesidir. Mutlaka kriz, mutlaka aşağıdan, mutlaka totaliter, mutlaka antisemitist, mutlaka antiparlamentarist, mutlaka yeniden doğuşçu olacak dersek mükemmeliyetçi anlayışa düşmüş oluruz. Tarih boyunca ne emperyalizm, ne feodalizm, ne de burjuva demokrasisi tornadan çıkmış gibi bütün ülkelerde aynı olmuştur.
Tek tip faşizm teorisine hayır
Türkiye Solunun faşizm yaklaşımına gelince bir uç faşizmi 1923/1945ten başlatıp hiç aksatmadan günümüze getirir ve ondan beri başa gelen bütün hükümetlerin önüne mutlaka bir faşist sıfatı ekler. Bazılarının faşizm sepetlerinde muhafazakârlar, liberaller, milliyetçiler bir aradadır, bazılarıysa buna Kemalistleri ve sosyal demokratları da katarlar. Böylece Türkiye tarihi faşizmin tarihi, Türkiye Solunun tarihi de faşizme karşı mücadelenin tarihi olmuş olur.
Öteki uçtaki akademik, liberal, Troçkist sağ anlayış ise, Alman modeline akrabalığı nedeniyle faşizmi MHPye indirger. İnönü, Menderes, Demirel, Özal dönemlerinin faşist bileşenli icraatları bir yana, 12 Mart ve 12 Eylül yönetimleri ve AKP iktidarı dahi dışta tutulur. Tarihi ya Sezarizm, Bonapartizm gibi miadı dolmuş devlet denklemleri, ya da otoriterizm, demokrasi, neoliberalizm, militarizm gibi muğlâk kavramlarla açıklarlar. Faşizme gelince küçük burjuva, lümpen kitle temeline dayanma şartına bağlanır ve bu, faşizmin olmazsa olmazı sayılır.
Mutlakçı anlayış faşizmi muhafazakârlığa veya herhangi bir gericilik türüne indirgemek, pejoratif kullanıcılar ise tersini yapmak zorundadır. Sonuçta birbirlerinin tersyüz edilmiş hali olan sol ve sağ analiz, günümüzün faşizm görüngülerini açıklayamaz hale gelir.
Tek tip faşizm teorisi, renk körüdür. Faşizmi tek renge boyar; siyah, beyaz, kahverengi, haki, yeşil renkleri de olabileceğini baştan reddeder. Her ülkenin tarihsel-toplumsal-ulusal özelliklerinin ve subjektif koşullarının farklı faşistleşme süreçlerine neden olduğunu, bunun da faşist diktatörlüğün ve faşizmin değişik biçimlerine yol açtığını görmez.
Oysa, Kominternin VII. Kongresinin hazırlık komisyonu tartışmalarında şöyle bir tespitte bulunulmuştu:
Bütünsel diktatörlük (Almanya ve İtalya), faşist askeri diktatörlük (Bulgaristan, Yugoslavya, Japonya) dinsel faşizm (Avusturya, İspanya), parlamentarizmin belli bir görünüm olarak kalması (Polonya, Macaristan, Finlandiya) vb. (Aktaran E. Leverenz, Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili, Sol Yayınları, s. 158)
Faşizmi türlerine bölmek, özü kaybedecek bir kılı kırk yarmacılığa kaçmadığı sürece, yararlıdır. Hiç olmazsa mutlakçılığa, dar görüşlülüğe engeldir.
O yüzden diyoruz ki, faşizmin aşağıdan-yukarıdan, homojen-heterojen, uzun süreli-kısa süreli, tam boy-yarım, askeri-sivil, sert-light, dinsel-laik, emperyalist-işbirlikçi/uydu biçimleri de olabileceği hesaba katılmalıdır. Bütün mesele bu oluşumların faşist bir nitelik taşıyıp taşımadıkları, faşizmin bileşenlerini bağırlarında toplayıp toplamadıklarıdır.