Sn.Kaçak'ın SF'de yazdığı bir ''özeleştiri'' var.
Sosyalist düşüncelerle tanışmamın ardından kısa süre içinde silahlı mücadele çizgisini savunan radikal gruplardan birine yakınlık duymaya başlamıştım. O dönemde bu yaygın eğilimdi. Gençlik radikal düşüncelere prim veriyordu. Ben de öncü savaşı, gerilla savaşı, halk savaşı stratejisi gibi tezleri benimseyip kendimce anlayarak savunmaya başladım.
80 darbesi sonrasında da bu çizgimi koruyordum. 80 darbesi benim için büyük hayal kırıklığı olmuştu ve halkın değişen güçler dengesine göre nasıl yön değiştirdiğini görmemi sağlamıştı ama yine de halk savaşı anlayışını savunmaya devam ettim. Halk savaşı, yani, önce şehirlerden başladıktan sonra kırlara geçecek olan öncünün gerilla eylemleriyle yavaş yavaş oluşturulmaya başlayacak olan emekçi köylülükten oluşan halk ordusuyla kırlardan şehirlere iktidarın ele geçirileceğini anlatan teori.
Buna samimi olarak inanıyordum. Böyle bir şeyin Türkiye'de olabileceğini düşünebiliyordum. Ülkenin şartlarını analiz etmeden, sorgulamadan, benden önceki radikal solcu kuşak tarafından başka ülkelerden alınmış bu teoriye kesin ve tek doğru gözüyle bakıyordum.
Sonra PKK'nin 84 atılımı geldi. Ben de bunu o dönem derhal desteklemiştim. Hem 12 Eylül'ün zorba yönetimine karşı bir isyandı ve hem de gerilla savaşı-halk savaşı konseptine pek uygun düşüyordu.
PKK giderek büyüdü ve ben de onu diğer sol gruplara karşı ideolojik alanlarda desteklemeyi, mücadelesini savunmayı sürdürdüm. PKK'nin devrimi diğer radikal sol gruplarla da işbirliği içinde, Türkiye'nin bütününe yayacağını düşünüyordum.
Sonra köy korucularının köylerine PKK tarafından yapılan baskınlar gerçekleşmeye başladı. Bu baskınların çoğunda aileler de, hayvanlar da öldürülüyordu. Ben bunları devletin, kontrgerillanın eylemleri olarak görüyordum. Özgür gündem'de vb yapılan açıklamalar da bu yöndeydi. Sonra yine böyle bir köy baskınında öldürülmüş çoluk-çocuk, bir sürü insanın cesetleri kamuoyunda büyük tepki çekince Öcalan'ın bir açıklamasını okudum. Öcalan kurşuna adres yazılmaz ki diye bir açıklama yapmıştı. Yani bu ölümlerin kaza ile olduğunu, PKK'nin köy korucularını öldürürken, arada sivillerin de gittiğini söylemek istiyordu.
Yani bu sivil katliamlarını kontrgerilla değil de PKK mi yapıyormuş? İnanamadım ve yine de, Öcalan'ın o açıklamasını yanlış bir savunma olarak kabul edip, genel mücadeleyi savunmayı sürdürdüm. Yani o tür eylemlere karşı çıkıyordum ama genel mücadeleyi destekliyordum.
PKK köy basıp çocukları öldürüyordu; biz, kontrgerilla yapmıştır veya kazayla öldürmüştür diye aklamaya çalışıyordum. PKK alışveriş merkezini basıp ateşe veriyordu ve içinde insanlar ölüyordu; biz, neden yangın merdiveni koymadı diye işyeri sahibini eleştiriyordum. Böyle hazin ve acınası durumlara düşmeye başlamıştık.
Sonra Öcalan yakalandı ve o bilinen taktiği izledi. Anneannesinin de Türk olduğu ve devlete hizmete hazır olduğu şeklindeki bilinen açıklamalar vb. Bunu da önemsemeyip, siyasî taktiktir deyip, savunmaya devam ettim. Mahkemede PKK eylemleri sonucu hayatını kaybeden sivillerden, masumlardan özür diledi; ben bunu olumlu buldum ama asıl gerçeği sorgulamayı yine beceremedim. Yani bu cinayetlerin asıl sorumlusunu, yani silahlı mücadele anlayışını...
PKK kuruluşundan beri bu tür onaylanamaz şiddete pek çok kereler karışmıştı. Muhaliflerine uygulamıştı şiddeti, diğer sol hareketlere uygulamış, sıradan halk kesimlerine uygulamıştı, böyle bir geçmişi var.
Bunu daha önce de biliyordum. Pkk böyle bir örgüttü. Ama epeyce bir süre bu bilgime rağmen desteklemiştim. Çünki hem devletin işkenceleri, cinayetleri, faili mechulleri, yargısız infazları, karanlık sicili beni bu konuda ona karşı mücadele eden bir örgütü desteklemeye itiyordu; hem de benim kafadaki gerilla savaşı-halk savaşı konseptine çok uyuyordu. İdeolojime ve tuttuğum tarafın çıkarlarına uygundu yani.
Karşı tarafın vahşeti ve cinayetleri varsa, ona karşı mücadele verenin eylemleri daha kabul edilebilir oluyordu. Özellikle 90'lı yıllarda bu böyleydi. Yakılan köyler, bombalanan gazete binaları, Jitem infazları vb hızla sürüyordu. Ta ki Susurluk'a kadar böyle gitti.
Diğer nedeni ise, dediğim gibi, ideolojime uygun olmasıydı. Bir devrim mücadelesi veriliyordu ve bu yolda böyle istenmeyen ölümler olabilirdi. Olmasa iyiydi ama olması da kaçınılmazdı. Yapılacak şey yoktu. Büyük yolda küçük kusurlar olacaktı tabii...
Sonra anladım ki, artık büyük yol kapanmıştı. Büyük yol artık bizi ileriye götürecek bir yol değildi. Dünyanın diğer bölgelerinde de böyleydi, bizde de. SSCB yıkılmıştı, sosyalist sistem çökmüştü. Artık tek kutuplu dünya vardı ve gerilla savaşının yol açıcı olması imkansızdı. Halk savaşı stratejisi zaten ülke gerçekleriyle uyumsuzdu; ama şimdi varlık şartları da tamamen kalkmıştı.
Mücadele sürüyordu ve sonuç alma yönünde ilerlemeyi bırakın, sürekli darbeler yiyor ve artık ülke genelindeki siyasî iklime de zarar verir bir hâl alıyordu. Silahlı mücadele çizgisinin geçerliliği iyice kalkmaya başlamıştı. 12 eylül dönemi kapanmış, sivil siyasette yol alınmış, Jitem vb tasfiye edilmiş, kısmen bazı demokratik reformlar yoluyla muhalif güçlerin siyasete yasal yollardan katılımının önü açılmıştı.
Bu gerçeklere rağmen silahlı mücadelede ısrarın sadece yeni ölümlere sebep olacağını görmeye başladım. Silahlı mücadele çizgisi yanlıştı, giderek varlık şartları daha da ortadan kalkıyordu; üstelik illegal ve silahlı mücadele süreci kirletiyordu da. Değerleri aşındırıyor, insanı masum ölümlerine, kendi yoldaşlarının ölümlerine ahlâkî olmayan eylemlere itebiliyordu. İktidar kirletiyordu, örgütlerin kendi iç iktidarları da öyle.
Silahlı mücadele, geçerliliği olmayan bir yol olduğu için, askeriyle-siviliyle insanlar boşuna hayatlarında edilmiş oluyordu. Silahlı mücadele içinde ölen askeri de, polisi de, gerillası da, militanı da, sivili de, boşu boşuna hayatından oluyordu. Ölümler arttıkça, hele hele masum ve haksız ölümler arttıkça, dava daha çok kirleniyor, yol daha fazla tıkanıyordu.
Geçmişte bu konularda daha sorumlu olmadığım ve masum ölümlerini, kendi ideolojimin, kendi siyasî hedeflerimin yüce yolunda birer teferruattan ibaret gördüğüm için kendimi eleştiriyorum.
Sonra gördüm ki, solumuzda şöyle korkunç bir adet var: kendi vehimlerimizi, varsayımlarımızı, ideolojik dayanaklarımızı, gerçeğin yerine büyük bir inançla koyuyoruz. Öyle ki, gerçekle uyuşmuyorsa, kesin gerçek yanlıştır!
Mesela Borga bir başlık açmış; dünyada komünizme tek tek ayrı ayrı ülkeler bazında devrimlerle mi varılacak, yoksa hep birden bir kalkışma yoluyla mı?
Yani komünizme ille de varılacak! Sanki Allah'ın hükmü! O kadar kesin... bütün mesele nasıl varılacağı. Onda da öyle ütopik yaklaşımlar var ki, aynı anda dünyanın her yerinde ayaklanmalar, devrimler gibi... Oysa mesela büyük bir bilimsel teknolojik devrim, kapitalizmin büyük dünya krizi vb gibi başka yollar da akla gelebiliyor. Ama yok, ille de ideolojik kabullerimize uygun olacak!
Bu solumuzun genel özelliği. Analiz yok, somut şartların değerlendirilmesi kalmadı; yerine istekler, seçimler, konumlanışlar geldi. Aksini savunacak olursan seni hemen aforoz eden bir sol var artık.
http://www.solpaylasim.com/k6183-kacak-ozelestiri-yapmis.html
Bu yazıyı okuduğumda aklıma gelmişti, 80 öncesi solculuğun ne olduğu konusu ve zaman bulup da yazamamıştım. Bugün uygun bir zaman da varken, bu konuya değinmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Forumda 80 öncesini kısmen de olsa yaşamış bulunanların olduğunu biliyorum, onların da katkılarıyla sürdürülebilir bir konu olabilir.
Forumlarda zaman zaman dillendirilir, 80 öncesini yaşamış olanlar ''şöyleydim, böyleydim'', ''onu yaptım, bunu yaptım'' veya ''hapse girdim, işkence gördüm'' şeklinde yorumlarda bulunma ihtiyacı hissederler. Gerekli midir, gereksiz midir bilemem ama, bu tür yorumlar bana hep bugünkü ideolojik ve siyasi duruşlarının bir savunması gibi gelir. ''Sen nasıl bir solcusun'' itirazlarının yoğunlaşmasını böyle bir yanıtla savuşturma çabası olabilir mi? Ya da kerameti kendinden menkul solculuğa eski günlerden kendince bir destek arayışı mı? Hepsi olabilir, ama bana çok gereksiz ve anlamsız geliyor. İnsanın geçmişinde ne yaptığı, nerede bulunduğu, neyi savunduğu bir yerden sonra hiç de önemli değil ki; önemli olan bugün nerede durduğu, ne yapmaya çalıştığı, neyi savunduğu değil mi? Bugün AKP'nin kulu kölesi olanların geçmişte Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu üyeliği yapmış olmalarının ne önemi olabilir; ne yani, dönekliği mi kutsayacağız?
80 öncesinin en önemli özelliği solun kitlesellik kazanmasıydı. En önemli sorunumuz ise legal bir partimizin olmayışıydı. Solun hangi fraksiyonu nerede örgütlenme çalışması yapıyorsa orası hemen hemen o fraksiyonun kontrolüne girmiş sayılıyordu. Sağın çok bariz bir üstünlük kurabildiği bazı yerellikler dışında kalan yerler günümüz deyimiyle zaten ''yüzü sola dönük kesimler''den oluşuyordu ve buralara hangi sol fraksiyon giriyorsa hemen hemen kabul görüyordu. Koşullar solun kitleselleşmesi ve örgütlenebilmesi için uygundu. Şunu da söylemeliyim, hemen hemen solun çok önemlice bir kısmı da aynı zamanda CHP üyesiydi. ( Dev-Sol'cu ''abiler'' CHP'ye üye olmamızı istemişlerdi, ben iki ilçede CHP üyesi olmuştum.) CHP'nin parti binaları bu yolla örgütün çalışmaları ve seminerleri için kullanılırdı.
En önemli sorunumuz legal bir partinin bulunmayışı derken kastettiğim CHP'nin dışındaki solun çok parçalı olması ve TKP'nin de CHP'nin siyasetlerine destek vermekten başka bir şey yapmamasıydı ve bu koşullarda ideolojik bilinç edinilmesinin pek de mümkün olamayacağıydı. Belki her fraksiyonun çok üst düzey militanları ve yöneticileri bir ölçüde sosyalist ideolojiye genel anlamda da sahiplerdi, ama hem örgütün alt düzeyindeki sempatizanları ve hem de solun etrafına toplayabildiği gençlik kesimleri böyle bir ideolojik beslenmeden yoksundu. Çok sayıda sol kitap piyasada bulunurdu, bunları okurduk ve solu , sosyalizmi ancak çok çok genel çerçevelerde anlayabilirdik. Bazı çeviriler ise bizim anlayabileceğimizin ötesinde bir çeviriydi. Legal bir parti olabilseydi, düzenli eğitimlerle bu sorun giderilebilirdi, CHP lokallerinde bu tür çalışmalar süreklileştirilemiyordu.
Aslında konuyu şuraya getirmek istiyorum. 12 Mart'ın yeterince darbe vuramadığı sol 12 eylül faşizmine çok hazırlıksız yakalandı. O dönemin solcu bir sempatizan gözüyle en önemli sorunumuzun yasal bir sosyalist partinin olmamasını söyleyebiliyorum, bugünden bakıldığında ise toplumsallaşabilen solun en önemli sorununun siyasal devrim perspektifine sahip olamamasıydı diyebiliyorum. Anladığımız kadarıyla sosyalizmi savunuyor, kapitalizme ve ''Türkiye'nin düzenine'' karşı çıkıyorduk ama, son çözümlemede kitlesel olarak CHP'ye oy vermek dışında pek bir şey de yapamıyorduk. Siyasal devrim perspektifini de içeren gerekli bir sosyalist donanıma sahip değildik. Pek çoğumuz böyleydi. Dediğim gibi çok üst düzey parti ve hareket içinde olanların belki de tamamı böyleydi ve tamamı da 12 eylül işkencehanelerinden ve hapishanelerinden geçmiş, zulmüne de uğramıştır.
Bugüne geldiğimizde, o günlere gönderme yapmak ve ''aslında ben buydum, hapse girdim, işkenceden geçtim, çatışmada vuruldum vb şeklindeki açıklamalar, bugünün gençliği üzerinde yoğun bir sosyalist bilinçlenme geçirmişler düşüncesine yol açmamalı.Yinelemekte hiç sakınca yok, önemli olan bugün neyin savunulduğudur. AKP faşizmine kul köle olduktan sonra 80 öncesinde en ileri mevzilerde bulunmanın tek anlamı var; geçmişe ihanet etmek ve döneklik... Yanlış da anlaşılmasın, Oral Çalışlar ve Cengiz Çandarlar için bu nitelemelerde bulunuyoruz da, geçmişin ''sol'' sempatizanları için dönek lafı kullanılabilir mi, pek kestiremiyorum. O dönemin koşullarında sol saflarda bulunan ve kesinlikle ideolojik donanım edinemeyen kişilerin bugün gerici saflarda bulunması soldan sağa çark etmek olarak nitelendirilmemeli. Gerçekte, o dönemde donanımsız olarak sol saflarda bulunuluyordu, şimdi ise yine donanımsız olarak sağ saflarda toplaşılıyor.
''eskiden şöyleydim'' diye başlayan yorumları okuduğumda nedense aklıma bunlar geliyor.
Yazmak istedim!
Dev-Sol gibi bir örgütün CHP'ye üye olmanızı istemesi bana çok ilginç geldi, CHP'ye bu kadar sempati mi duyuluyordu o yıllarda? Kürt gençlerinin durumu neydi, onlar da mı CHP'ye üye oluyorlardı? CHP'ye üye oluyorlarsa, o günlerden bugünlere geldik, şimdi AKP CHP'den daha değerli görülüyor.
Sol kitleselleşmişti ama sosyalist bilinç yaygınlık kazanmamıştı; sosyalist bilincin kazanılmaması durumunda devrimci durum da olmaz, devrim de olmaz. 12 Eylül ihtilali solu sindirmişse bunun nedeni de sosyalist bilincin o dönemin solcu gençliği tarafından kazanılmamış olmasıdır. 12 Eylül'den sonra liberalizme kayış, kürt hareketine kuyrukçuluk bu yüzden ortaya çıkmış olabilir. Bundan da ders çıkaracak olursak, sosyalizmi önemseyenlerin sosyalist ideolojiyi ve materyalist felsefey, öğrenmeye çalışmaları lazım. Eksik bilgi, yanlış düşüncelere yol açıyor ve o da yanlış yorumların yapılmasına zemin hazırlıyor. Sosyalist bilinç edinmek de kendi başına kolay olacak bir iş değil. Mutlaka komünist partiler çevrelerinde bulunmakla alakalı. Oralarda soru sorarak, tartışarak öğrenmek çok daha kolay oluyor.
[size=2]Bugünün sol sempatizanlarının önünde çok önemli olanaklar var. İnternet elinin altında ve yasal pek çok sosyalist-komünist parti var.
Buralarda bilimsel sosyalizmin ne olduğu konusunda seminerler veriliyor.
İşçi sınıfının bilimsel ideolojisini edinmek 80 öncesine göre çok daha kolay.
Bugünün zorluğu ise örgütlenme konusunda isteksiz davranması, belki ürkütücü gelmesi.
Oysa ürkütücü bir yanı olmadığı gibi, komünist partilere üye olmak, örgütlenmek arkadaş çevresini genişletmek anlamına geldiği gibi bilgiye ulaşma konusunda da ayrı bir kolaylık da sağlıyor.
Akla takılan bir soruya yanıt bulmak, oralarda tartışarak öğrenmek önemsenmeli. Kaldı ki, sosyalist mücadelenin örgütlü bir mücadele olduğunu da artık kavramak ve içselleştirmek gerekiyor.
Milliyetçilerle, dincilerle sosyalistlerin örgütlenmesi aynı mı sanıyorsun da böyle konuşuyorsun? Sol dergiler satanların tutuklandığı, öldürüldüğü gençlerle gazete basanların ödüllendirildiği gençlerin örgütlenmesini aynı gözlükle değerlendiriyorsun anlaşılan.