Yalçın Küçük, Perinçekin MOSSAD suçlamasına ne yanıt verdi
Prof. Dr. Yalçın Küçük gündeme ilişkin soruları yanıtladı.
Prof. Dr. Yalçın Küçük gündeme ilişkin Deniz Hakan ve Okan İrteme konuştu. Genelkurmay Başkanı Hulusi Akarı Tak Şak Paşaya benzeten Yalçın Küçük, 1994 yılındadır ve tam ve yine PKK Kürtlerinin kökünü kazıyacağımız bir zamandadır ve bu darb-ı mesel Genelkurmay Başkanı Güreşin icadıdır; 'tak emrediyor şak yapıyorum' demişti, adı 'tak şak paşa' olarak kalmıştır. dedi.
Doğu Perinçekin kendisi için MOSSAD operasyonlarına alet oluyor şeklindeki sözlerine de cevap veren Küçük, Doğu, beni, mossadın etkisine girmekle suçluyormuş, aslında oyun yapmak istiyor, pek yapamıyor, Doğu Perinçek, benim pek etki altına girmeyeceğimi bilirler, aslında, bana mossadın adamı demektedir. Ben de, şimdi bunu yazarken dahi gülüyorum ve bir bu eksikti diyorum, çok tükenmiş haldedir. şeklinde konuştu.
İmralı tutanakları kitabında Abdullah Öcalanın Yalçın Küçüke selam yolladığına ilişkin haberleri hatırlattığımız Küçük, kendisine selamın nasıl iletildiğine ilişkin ise şunları söyledi: Bir rastlantı, bunun aslını bana aktarmışlardı. Aslı, mit tarafından dışarıya çıkarılmıştı ve Kürt'lerin elindedir. Elden ele bana duyurdular. Duyuranların pek memnun olduklarını sanıyorum.
İşte Küçükün Hakan ve İrteme yanıtları:
HULUSİ AKAR DEYİNCE TAK ŞAK PAŞA AKLIMA GELİYOR
Deniz Hakan: Yalçın Hocam, geçtiğimiz hafta içinde Genelkurmay Başkanı Hulusi Akarı, Davutoğlunun Suudi Arabistan ziyaretinde Suudi Kralı edilen heyette gördük. Giydikleriyle de ilgi çekti, üzerinde resmi kıyafeti değil, kamuflaj kıyafeti vardı. Üstelik bu ziyaret Rusya Savunma ve Dışişleri Bakanlıklarından Türkiyenin Suriyede askeri operasyon için hazırlıklar yaptığına ilişkin şüphelerimiz var açıklamaları yaptığı günlere denk geldi. Ardından da Suudi Arabistan, IŞİDle mücadele için Suriyeye asker göndermeye hazır olduğunu açıkladı. Ne dersiniz, bunları birbiriyle bağlantılı görür müsünüz? Ve Türkiye ile Suudi Arabistanın Ortadoğuda bir savaş çıkarma güçleri bulunuyor mu sizce?
Yalçın Küçük: Sorunuzun ilk kısmından başlayacak olursak şunu söyleyebilirim: Açıkçası hayli şaşırdım, bir Davutoğlu ve bir Genelkurmay Başkanı, aralarında bir kral var, öyle diyorlar, yakın zamanlarda bizim mülkümüzdü, Cenubi Arabistan mahalli, oradalar. Fotoğraf işte buradadır ve Davutoğlu, işlerimiz yoğun buyuruyor, o nedenle genel kurmay başkanımızın olmasını istedim bunu da ekliyor. Benim de birden sinirim bozulmaktadır. Devlet Adamımız Hikmet Çetin bunu pek bilirler, Süleyman Demirel başbakanımızdı, belki pek çocuktum, huzurunda devlet işleri görürdük, beni birden gülme tutardı. Ülkü ve Hikmet bu halimi ezberlemişlerdi. Ülkü kızdı, ben Baba Ülkü derdim; çok mertti, adı öyle kaldı. Ülküyü kaybettik, Hikmet ile ben kaldık, beni kamufle etmek için birden kah kah gülmeye başlarlardı, ben dışarı çıkardım, devam ederlerdi, Süleyman Bey de görmediği bir komiklik sanıyordu, gülerdi. İstemesek de kandırıyorduk; demek Davutoğlu, gel Paşa diyordu, belki hadii paşaa dahi çığırıyordu ve demek Hulusi Paşa da emrin olur, cevap veriyordu. Ve ansızın Arabistana gitmişler ve çat kapı, öbür saraya inmişler. Ve birden aklıma Tak Şak Paşa gelmesin mi, ne zaman gelse ben gülerim, 1994 yılındadır ve tam ve yine PKK Kürtlerinin kökünü kazıyacağımız bir zamandadır ve bu darb-ı mesel Genelkurmay Başkanı Güreşin icadıdır; tak emrediyor şak yapıyorum demişti, adı tak şak paşa olarak kalmıştır. Ol tarihte sadrazam ise Tansu Çillerdi, aslen Tziller olmakla birlikte, İbraniyette, tsnin, tsadik karakteri, üzerine bir nokta koyarsak ç okuyoruz. Annesi Selaniklidir ve Hegel ile Marxtan öğrendiğimize göre bu tür vakalar, iki kez olmaktadır ve ilkine komik diyoruz. Sonra trajik olan gelmektedir ki bunları da genellikle ben yazıyorum. Komik olanı düzeltilebilir yanlışlık olarak tarif ediyorum. Trajedi ise ağırdır ve üzerime alıyorum.
Galiba hep bilen ikimiz kaldık, 6 Şubat tarihli Hürriyet gazetesinde Ertuğrul Özkökün bir yazısının başlığı da Tak Diye Yapanı Biliyoruz Peki Ona Şak Diyen Kim, aynı konudadır, amma ben artık Ertuğrulu bıraktım, hep magazin yazıyor; ve merakla yine baktım, içi yine boş ve yalnız Suriye üzerinedir. 1994 yılında ve PKKnın belini kırmak emrini alır almaz şak diyen Erkan-ı Harbiye Reisi, Doğan Güreş idi ve bu sözcüğün aslı, daha doğrusu İbrani şekli Koreştir, biz , Latinize olanlar, Cyrus olarak biliyoruz, Kır ve us Latin bir ektir. Pek güzel, eski arkadaşım Ertuğrul, darb-ı meselde tak ve şak tekerlemelerinin yerini değiştirmişler ve olsuun ve canı sağolsun, biz devam ediyoruz ve biz Türkler, Kır diyoruz, Pers İmparatoru Koreş, Yahudileri Babil esaretinden kurtarandır. Bunun tarihi, Ezra Peygamberin Kitabında, Tevratta pek güzel yazılmıştır ve tavsiye ediyorum. Öte yandan bu ismi biz de çok severiz ve daha çok Kırca olarak, Ali Kırca veya Coşkun Kırca misali, taşıyoruz. Yalnız, Kıral da var, hatta addır, Kır-al, Allahın Koreşi ya da Güreşi yerindedir. Peki, İbraniyeti ilerletiyoruz ve devam ediyoruz.
DAVUTOĞLU BOĞAZİÇİ ÜRÜNÜ
Ne kadar da bir birine benziyorlar, Tak diyenler, Çiller ve Davutoğlu, her ikisi de Boğaziçi Üniversitesi ürünüdürler, Davutoğlu Karaydır, İbrani asıllı demek istiyorum, Çöküş kitabımda yerleri var, Çiller, yanından eşleri Özeri ve Davutoğlu, Sareyi hiç eksik etmiyorlar ve güzel, biz Sara tabir ediyoruz, Karaylar sare severler, kitaplarımda yazılıdır. Öte yanda, Öcalan Avrupada yayınlamakla birlikte Türkiyede best-seller olan son kitabında, Davutoğlunun bilgisinin az olduğunda ısrar ediyorlar, çucuk tabiri var. Çiller ise pek çok sözcüğü yanlış söylemek ile meşhurdular. Birbirini andırıyorlar.
Çöküş, Öcalanın, İmralıya düştükten sonra en çok beğendiği kitabımdır. Şimdi, Türkiye dışında yayınlanan ve pek çok ilgi çeken kitabında ise Çıkışı tavsiye ettiğini duyuyoruz, bu birinci Çıkıştır, ikincisi daha sonra yayınlanmıştır. Çöküşte federasyon fikri vardır ve Çıkışta Obama Doktrini ile Kürtlerin Türklerin önüne geçişi yazılıdır; Çöküşte ayrıca İstiklal Marşının yazımına Ersoyun elinin değmediği ve Kürtlere ödün olarak tertip edildiği de kayıtlıdır. Ve güzel, Çöküşü yeniden basmıyorum ve hep tekrarlıyorum ve Çıkış, hep basılmaktadır. Böylece araya girişi tamamlamış oluyorum.
Aradan çıkarıyorum, Sözcü gazetesi haber verdi, Paşa, umre yapmamış, ne mi demek, Davutoğlu ile Sare Hanımın umreye gittikleri rivayet edilmişti, yoksa Hulusi Paşa da gitmişken..; hayır, yapmamış, Sözcü aydınlatmaktadır. Haber imzasız, ama biliyoruz, Genelkurmayın bir tek sözcüsü var ve bu da mitten iyi haber aldığı söylenen Saygı Öztürktür, hep bir yüksek rütbeliden aldım der ve yazar; böylece müsterih oluyoruz. Ordumuz, bu şekilde tutum ile hareket ediyor, sözcü Saygı ile idare ediyorlar ve ordumuzun, böylece davetsiz ve umresiz bir ziyaret gerçekleştirdiğini öğrenmiş oluyoruz. Ve sağolasın sözcü Saygı diyoruz.
İşte tam bu sırada, Hulusi Paşanın, nagehan ve umresiz bir Cenubi Arabistana sefere çıktığında, Ruslar birden Türkiye, Suriyeye sefer yapacak demeye başladılar. Israr ettiler; anlamadım, bir bildikleri var mı, akılımın karıştığını itiraf ediyorum. Sovyet ve Rus istihbaratına güvenim yüksektir.
Aklımı karıştıran bir nokta da Hulusi Paşanın seferi giysilerle gitmesidir; bu ne samimiyet, öyle düşünüyordum. Yalnız çok da üzerine durmadım, belki Davutoğlu acele ediyordu, umreye yetişmek istiyordu, hadii Paşa diyordu ve belki de Hulusi Paşa, bu bizim eski tebamıza, yeni model tatbikat üniformasını göstermek istiyordu. Demek, pek önemsemedim; Rusya neden ısrar ediyor ve bunu önemsiyordum.
TÜRK ORDUSU İÇİN ÜZÜLÜYORUM
Demek, müthiş bir hafta yaşamışız, büyük bir maceranın kapısından dönmüşüz, Hulusi Paşanın, eski tebaamız Suudinin yerinde, seferi giysisiyle resminin basılış tarihi, 1 Şubattır ve Tolga Tanışın, Washington mahreçli Türkiyenin Suriyedeki Çöküşü başlıklı pek açıklayıcı yazısı ise 7 Şubat tarihini taşıyor; Türkiye, Suriyeye girmek için Suudileri ikna seferindedir. Bu arada, Davutoğlu, Suudilerin yanında ve her zaman olduğu üzere havalardadır, Suudistantan mı, önce hazırız sesleri çıkmaktadır, Tayyip Beyefendi, sessiz beklemektedir. Rus uçakları ile Beşar güçleri, sanki Vietnamda Vietgong yükselişini tekrarlıyor, üç yılda verdiklerini üç günde geri almaktadır, Akepenin güvendiği tepelere, Çöle, kar yağmaktadır ve bir çöküşten söz edilmektedir. Öyleyse Akepe çevresinde, Nusra ile IŞİDin ancak, Suriyeye savaş açmakla kurtarılabileceği mi düşünülmektedir? Peki ama nasıl, ve diğer yandan, çok şaşırtıcı, Sovyet döneminde de pek güçlü Rus istihbaratı, Tayyip Beyin bir başka yerde söyledikleri gibi, damara girmiş haldedir. Demek Rus istihbaratı çok yüksek yerdedir.
Tabii bir yol daha var, Nusra ve IŞİDi, telef olmaktan, sınırları açarak kurtarmak da mümkündür. Yaparlar mı, Allah bilir ve Yiğit Bulut, yüksek komutanlığın ikiye bölündüğünü haber veriyordu. Peki orada mıyız; bir de ben biliyorum. Ve yazmıyorum.
Ve sonra, Suudi Arapları, herkes girerse ben de varım demekle yetindiler. İran, Suudiler, korkarlar, girmezler açıklamasını yaptılar ve Suriye, Suriyeye saldıran evine tabutla döner şeklinde ve yıllardır ilk kez yüksek moral saçtılar. Ve tam bu sıralarda, Tayyip Bey, dış seferden dönüş yolunda, ben sabahları, saat altı sularında, cnn international ya da Fransız 24 Televizyonunu izliyorum, Türkiyenin bir savaş açması için, risible bir haberdir, açıklamasını yaptılar; gülünç bir iddiadır, anlamındadır. Güzel, son nokta, bu seferi üniformalı umre gezisi, komik mi, yoksa trajik mi, burada duruyorum.
Türk Ordusu için çok üzülüyorum.
Necdet Paşa, Genelkurmay Başkanı, yüksek rütbeli ve güvendiği bir subayımıza, beni çok arayacaksınız demişler. Bunu, bu yakını Paşadan duymuş haldeyim ve düşünüyorum. Herhalde elimdeki malzeme budur demek istiyordu. Ve herhalde, işaretinin çok uzağında değiliz.
Eleştirdim, ancak ayrılırken yumuşak ve sabırlı olduğunu yazmıştı, zindandan çıkışımızda bir rolü vardır, hep ümit de vermişti, ancak Erdoğan, parelelci diyerek çeşitli rütbeden 1500 subayı daha tasfiye etmek istiyordu ve Hulusi Paşayı da yanına alıp buna karşı koyduğunu biliyoruz. Önemli bir iştir.
KUMPAS SAVAŞINA İNANAN KALMADI
Erdoğanın bu kumpas savaşına inanan artık sadece Doğu Perinçek ve bir buçuk adamı kaldılar. İlker Paşa Hazretleri, Yargıtay savunmasında, bunlar birdir dediler. Silivrinin ilk Mahkeme Başkanı Köksal Şengün, yakın zamanda, tektirler açıklamasını yaptılar, Akepe ve Gülen bir ve aynıdır dediler. Doğrudur, Perinçek, her gün Erdoğana yapışmak için bir gerekçe aramaktadır, ihtiyacı var. IŞİD ve Erdoğan, Amerikaya karşı mücadele ediyor deyip göbek atan da Doğudur; artık nerede ise tektir ve çıkarı olduğunu biliyoruz. IŞİD formasını ilk giyenlerdendir ve geçerken, not etmiş oluyoruz.
Necdet Paşa döneminde tasfiye işini gerçekleştiremediler. Öyle anlaşılıyor, Erdoğan yüksek komutanların büyük kısmının yanında olduğunu düşünüyor; Yiğit Bulutun itirafı bu yöndedir. Kaldı ki işaretleri var; bir aşiret reisi olan Barzaniye, Ankarada, karargah açan herhalde yüksek komutanlardan birisidir; Yaşar Güler Paşa mı, İkinci Başkan, bilemiyorum. Latin Amerikaya giderken, zırhlı otomobili askeri uçakla nakleden de herhalde bir komutandır; nakilde kamu çıkarı ve gereği olmalıdır ve burada yoktur. Şimdi ki Jandarma Komutanı, tutuklu bir kurmay albayı Ordudan tasfiye edebilmektedir, Fethullahçı mı, nereden biliyorlar ve Necdet Paşa, çok kaygandır, bilemeyiz, diyor ve tasfiyelere itiraz ediyordu. Bu gerekçeleri arıyoruz.
Şimdi kanun çıkarıyorlar, 1500 albayı tasfiye etmek hazırlığındalar. Çok güzel ve çok güzel, Diyarbakırda savaş var, Suriyede savaş peşindeler ve Rusya ile karşılaşma ihtimali uzak değil ve biz albay fazlalığı gerekçesiyle bir tasfiye planlıyoruz. Güldürme beni demek durumundayız. Şöyle bir mantıkları olabilir, bir-iki pürüz var, atarız, Yaşar Güleri hızlandırırız, ve iş albaylardadır. Laik ve kaldıysa Kemalist albayları bitirmenin zamanıdır. İşte hesap budur.
Peki ben ne mi diyorum; bir, yanlış hesap Halepten döner, bunu söylüyorum. İki, Karamürsel sepeti değiliz, bunu ekliyorum. Üç, beş-taş oynamıyoruz, hatırlatıyorum. Dört, bölmeyiniz ve bölmeyi tavsiye etmiyorum. Sonunda kazanırız.
APONUN SELAMI KÜÇÜKE NASIL İLETİLDİ
D. H.: Basın, yurtdışında yayınlanan ve İmralıda 2013 yılındaki görüşmelerden kayıtlar aktaran kitaptan parçalar aktarmaya devam diyor. Bu hafta içinde yayınlanan bölümlerde sizden de bahsedildiğini gördük. Öcalan Çıkışı tavsiye ediyor dediniz. Okudunuz herhalde. Duydunuz ya da? Ben ifadeleri not ettim, şöyle demiş Öcalan: Ateşe su dökmek istiyorum. Farklı düşünenler de var. Yalçın Küçükün son kitabını okudum. Siz de okuyun. Yalçın hastadır. Siz yine de ona selamlarımı söyleyin. Öcalan kitaplarından faydalanıyor deyin, ona moral olsun. Biz sanki Cumhuriyet'e en büyük ihaneti yapıyormuşuz gibi değerlendiriyorlar. Cumhuriyet'e burada komplo kuruyorlar diyorlar. Ne dersiniz?
Y.K.: Bir rastlantı, bunun aslını bana aktarmışlardı. Aslı, mit tarafından dışarıya çıkarılmıştı ve Kürt'lerin elindedir. Elden ele bana duyurdular. Duyuranların pek memnun olduklarını sanıyorum.
Öcalan'ın, mit temsilcisi, belki Fidan ile konuşmasıdır. Bir ara Öcalan soruyor, Yalçın Küçük ne yapıyor, diyor; mitçi de ne yapacak, "kaçık" benzeri sözler söylüyor. Öcalan "selamımı söyleyin" diyor ve Yalçın Küçük'ün "kaçık" ya da "hasta" olduğunda, öyle anlaşılıyor, ısrar edilmektedir. Öcalan'ın "selam" ısrarı da var, ve sonunda "hasta" sözcüğü bu şekilde ve burada yerini alıyor ve görüyoruz.
Öcalan bir de benim onları Cumhuriyete en büyük ihaneti yaptığı değerlendirmesini yaptığımı söylüyor ki, biz akepe ile işbirliğini ve Doğu'da yobazist hareketleri, Cumhuriyet'e karşı sayıyor ve görüyoruz. Bunlar biliniyor. Hep yazıyoruz.
D.H.: Kendisinin de AKP ile işbirliği kabulü var zaten. Şöyle demiş: "AKP oyalamayı seviyor. Ben buna rodeoculuk diyorum. Benim artık buna tahammülüm olmaz. Devlet de bunu kaldırmaz. Bu öyle üzerinde çok tartışılacak şeyler de değildir. Nevruz bildirisinde de dönemin ruhundan bahsettim. Oradaki önerilerimin bazıları onların katkısıydı, ben de onayladım. Yani ortak mutabakattı."
Y.K.: Şöyle başlayabilir miyim, izninizle, başlamak, bir ölçüde, tekrar etmektir. Bir, 3 Kasım 2002 seçiminden bir gün sonra, 4 Kasımda, seçim değil darbedir demiştim. Ve darbe çıktı, her gün daha darbe oldu; peki nasıl bildim, hiç önemli değil, çünkü, bilmedim ve bekliyordum, darbe bekliyordum. 12 Eylülü de koyu bir islamist darbe olarak haber vermiştim, öyle oldu. Tekrarlıyorum, 1977 İsraelde şeri Likud, 1978 Hıristiyanlıkta Papa Jean Paul, 1979 islamda, İranda, Humeyni ağır ve karanlık darbelerinden sonra, 1980 Türkiyede kapkaranlık bir darbedir. Ve ancak, önceleri iyice gidiyordu, sonra gitmedi, daha islami darbe aradılar ve 2002 budur. Mehape ve ordu bunun içindedir. Güzel, bir teoremi yazabiliriz, 12 Mart 1971, eksik darbesinden itibaren ordu ve oligarşi darbelerde beraberdirler. El eledirler.
Pek güzel, 2002 Darbesinden hemen sonra, aynı yılın sonunda, bir darbe daha yaptılar, bir kasetle, cehepe ve lideri Deniz Baykalı tutsak aldılar. Daha sonradan öğrendik, gerçi ben 2006 yılından itibaren, yeni seçim dönemine girerken, Baykalın tutsak halini sezmiştim, televizyonlarda bağırıyordum. Sonra, Denizi, verdikleri sözü unutup, cumhurbaşkanı yapmadılar, Baykal ses çıkarmaya başlayınca, kaseti dayadılar.
Kaseti dayarlarken, Kılıçdaroğlu adında bir küçük memuru düzenlemeye başladılar. Ben, bu küçük ve ilkesiz memuru, 2010 yılında fark ettim, sanki lüks lokantaların önündeki bir vale idi, Aydın Doğandan ve Gülenden emirlerini alıyordu. Hiç bağlılığı ve sadakatı olmamıştır; doğruluğu bilmemektedir.
Yakın zamanda bunlara, Mustafa Koçun, babası Rahmi Koça darbesini ve yerine geçmesini ekledim; 2003 yılındadır. Mustafa Koç ile birlikte Hürriyet Gazetesi ve TÜSİAD da diktotaryanın eline geçmiş oluyordu. İdaresi, Kahya Doğanda kalıyordu ve bir muhalefet olan PKKda 1999 Şubat ayında düşmüştü. Tabii, o zaman henüz tam akepede değildi, şaşkınlık ve moral bozukluğu içinde olduğunu hatırlıyoruz.
Burada, Öcalan, AKP oyalamayı seviyor demektedir ve uzun zaman bir atalet içindedir. Arada, normal sarsıntılar bir yana, ortak mutabakat vardı demektedir. Bir dönem, için, Akepe ve PKK, ortaktılar ve birlikteydiler.
İki soru var; Öcalan, bunu, neden yapıyor ve ya da yaptı, Obama ve Putin, farklı şiddetlerde, ama açıkça, Erdoğandan kurtulma politikaları izlerlerken, içeriden sadece Kürtler harekete geçmiş durumdalar. İçeride, Demirtaş, dört yıllık diploması olmadığı görüşünü açtılar ve dışarıdan, bir Kürt doktor, saralı olduğunu ilan ettiler. Sanki yeni duydular. Belki, Kürtler, şimdi, Putine çok yakındırlar ve aynı zamanda Obama ile birlikte mücadele halindeler. Belki, neden sorusuna cevap budur ve Öcalanın, aşiret politikalarından gelme, bir ittifak ve zamanlama kabiliyeti vardır, biliyorum.
Üç dönemi var. Birincisi, Yalçın Küçük düşüncelerine yakın olduğu dönemdir. İkincisi, İmralıya düştükten sonra, Genelkurmay ile çok iyi konuştular ve Genelkurmay ideolojisini seslendirdiler. Üçüncüsü, Akepenin kontrolüne geçişi bundan sonradır ve 2011 başlarına denk düşmektedir.
Samanyolu Televizyonundaki Kollama ve Tek Devlet dizileri, özellikle Kollama burada çok etkili olmuştu ve Kollama, Minik Kaya adıyla beni, Yalçın Küçükü, oynuyordu. Dizi, çok az izledim, ama çok duyduğum için biliyorum, Öcalanı akepe ile ittifaka zorluyordu; diziler biterken, beni, tekrar hapse attılar. Bu kadar ve Hendek ya da Diyarbakır savaşlarına kadar beraberdiler. Burada duruyoruz.
APO TÜRKLERE GÜVENİYOR
Okan İrtem: Yalçın Hocam, şu nokta da ilginç değil mi? Şöyle demiş Öcalan: "Devlete de güvenmeyin. Devlet nedir? Ben devleti inşa ediyorum. Kürtleri de devlete inşa ediyorum. Devleti Kürtleştirip Kürtleri de devletleştiriyorum. Bu on tane sahte Kürt devletinden daha iyi bir şeydir. Ama bunun için kendinizi hazırlayın, yetkinleştirin." Ayrı bir Kürdistan vurgusu göremiyoruz.
Y.K.: Öcalan ile Bekaada ilk görüşmelerimde, Apo Kürtlere hiç mi güvenmiyorsun sorusunu yöneltmiştim. Sanki Mustafa Kemale bir hayranlığı vardı. Dönüşte, beni hücreye atıp, bu konuşmanın kayıtlarını TRTde yayınladılar. Öcalanın bir televizyonda ilk görüntüsüdür.
Belki şaşırtıcıdır, on yedi yıllık hapsine rağmen, sanki aynı yerdedir. Ve bütün savaşları ve zahmetler bir yana, Türkler ile bir devlet olmayı istemektedir. Burada görüyoruz, Türklere bir güveni var.
Benim Kürtlerde kemalizasyon dediğim de işte budur.
O. İ.: Doğu Perinçek de hafta içinde bir röportaj verdi ve sizi, bilinçsiz de olsa MOSSADa çalışmakla suçladı. Ulusal Kanalda iptal edilen televizyon programınızda tartışma, Genelkurmay Basın ve Halkla İlişkiler Dair Başkanınının tescilli bir cumhuriyet düşmanını övmesine ilişkindi. Ancak, Doğu Beye bakılırsa günahlarınızın listesi uzun, Atatürke Yahudi demişsiniz, Hareket Ordusunda 600 Yahudi olduğunu, cumhuriyeti sabetayistlerin kurduğunu söylemişsiniz; sonra, Kürt illeri demişsiniz, HDPnin Meclise girmesine 3. Meşrutiyet demişsiniz. İlker Başbuğu ve Yaşar Büyükanıtı Yahudi ilan etmişsiniz. PKK, HDP övmüşsünüz. Doğu Bey, herkesi Yahudi ilan ettiğinizi ve bunun bir MOSSAD operasyonu olduğunu söylemiş. Okuma şansınız oldu mu, herkesi Yahudi ilan ediyor musunuz?
Y. K.: Hayır, okumadım ve arkadaşlarım haber verirlerken, kısa da olsa söylediler. İçinde yeni olan bir yanı yok, var var, bir tane, ama, o da beni çok güldürüyor. Doğu, beni, mossadın etkisine girmekle suçluyormuş, aslında oyun yapmak istiyor, pek yapamıyor, Doğu Perinçek, benim pek etki altına girmeyeceğimi bilirler, aslında, bana mossadın adamı demektedir. Ben de, şimdi bunu yazarken dahi gülüyorum ve bir bu eksikti diyorum, çok tükenmiş haldedir.
Diğer yandan, Doğu Perinçekin bu kadar dağıtmasına hak veriyorum kendine hakim olamadı, Hulki Bey ve İsmail Hakkı Paşa da önleyemediler. Beni de çok şaşırttılar; filmi, en güzel yerinde kestiler ve olağanüstü ölçüsüz oldular. Doğu, böyle durumlarda çok ölçü dIŞİDır ve şimdi ise ben sadece gülüyorum. Tabii, kestiler, iyi yaptılar, diyemem; yalnız keserse işte buradan keser, diyebiliyorum. Bir televizyon açısından kesmek için utanç verici bir noktadır ve yine gülüyorum.
Ne olmuşsa Cahiliye Devrine düşmüşler; a, İlker Paşaya Yahudi demişim, Paşa, Jerusalemde ağlama duvarına gitmişler, Doğunun sevdiği Akit Gazetesi yakalamış, Yahudi dediler. Ben savunmuştum. Güzel, ben Yaşar Büyükanıta da Yahudi demişim, diyenler, Fethullah Gülen takımı idi, çok güzel belge hazırlamışlardı, bu işleri bilirim, bilirkişi saydılar, bana sordular. İbrani asıllı olduklarını bilmeme rağmen savundum ve çünkü Erdoğan ikisini de genelkurmay başkanı yapmak istemiyordu ve ben kuralı bozmak istemiyordum. Hepsi budur.
Çok kötü yapmışım, Kürt-ili demişim. Ne demeliyim, çok bilgisizdirler. Rum, Romalı demektir, Rumların yaşadığı yere Rumeli diyoruz. Güzel, bir de Kırklereli var, on dördüncü yüz yılda zapt ettik. Kırkklise diyorduk ve bir de Kırk-er ya da Kırk-ler sözümüz var, Çöküşte bilgisi mevcuttur. Karay Yahudisi anlamındadır. Karaylar, çoktular ve 1924 yılında, buraya Kırklereli adını verdik, Karayların yaşadıkları yer anlamındadır. Biz, kalabalık nüfusların yaşadıkları yerlere, eli, ili, kale, köy, deriz, Doğu kardeşim öğreneceksiniz. Bunlar, Karalar, on altıncı yüz yılda, Köprüye yakın bir yerde, cıfıtların tam karşısında çoğalmışlar. Çoğaldıkları yere o zamandan beri Karaköy diyoruz. Doğu kardeşim, tükenmişsiniz, biraz okuyun artık, öğrenirsiniz.. Silme Kürt milletvekili çıkaran yerlere Kürteli deriz ve şimdi futbol takımına Amedspor diyorlar ve ben, bunları yazarken sizlerin sıkılmanızı diliyorum.
Doğu Kardeşimizin her söylediği tekrardır, daha önce de çok söylediler ve çok bilgisiz olmuş, bana ne zaman kızarsa, bunları yazıyor. Ben sabetayizm ve judaizm araştırmalarına başladığımda hepsini bir kez yazmıştı, Atatürke gelecek ha dahi kayıtlarını biliyorum. Bizim Mustafa Ekmekçi olsa, yok ya, annen güzel mi derdi, Lebibe Hanım mı, pek güzeldi. Haymana Hapishanesinin demir kafesinde karşılaşırdık, görüşmeciler dışında ve biz içinde, Lebibe Hanım, gözleriniz çok güzel, diyordum ve güzeldir cevabı bu oluyordu. Çok güzel anneydi, bütün anneler güzeldi. Doğu kibardır, kafesten çıkar, çay yapıp getirirdi. Lebibe Hanım bana çok güvenirdi; işte bu arada, nasıl, gece uyuyor mu, aman, üstünü ört diyordu. Güzel anne idi, güzel anneleri severim, bütün anneler güzeldirler.
Gün Zileli, Ümit Zilelinin amcası, Irmakın babası, Lebibe Hanımın damadıydı, kitaplarında, kayınvalidem Yahudi asıllılıdır yazıyordu ve bence hiçbir sakıncası yoktur. İkinci Dünya Savaşının sonuna kadar, daha doğrusu bir İsrael Devleti çıkmadan önce bunları serbestçe söyleyip yazabiliyorduk. Şimdi tekrar özgürleştirmek istiyorum. Adımlarım var.
Bitirebilir miyim, Çıkışın birincisinde, Alyans Okullarının ve Balatta yayınlanan El Tiempo dergisinin Osmanlı-Türk aydınlanmasının kaynaklarından en önemlisi olduklarını kaydettim. Doğu Perinçek, küfretmek yerine, oku ve aydınlan, tavsiye ediyorum. Her zaman, sabetayistler olmasa, biz bu Cumhuriyeti daha çok zor kurardık, diyorum. Ve şimdi çok rahatlar ve hem kendilerini ve hem de beni seviyorlar.
İkincisinde, Kuzguncuku yazdım ve yazarken heyecan duydum; büyük Kurtarıcı da, Ali Fuat Cebesoylarda uzun süre orada kalmışlar. Şimdi sabetayizmden sonra Yahudileri asimile etmeye çalışıyorum. Köklerinden utanmayacaklar, adımlar atıyorum.
Benim en yüksek tuttuğum devrimcilerden birisi Doktor Nazımdır, İbrani asıllıdır, Menderesin çok yakın akrabasıdır; Aydın Bey, bana, büyük dayım diyordu. Ve 1926 yılında hiçbir suçu yok iken Maliye Nazırı Cavit ile birlikte astık ve kalın kafalı Kemalistler doğru buluyorlar, bunları hiç sevmiyorum. Doğuyu gittikçe daha kalın kafalı Kemalist görüyorum, ancak hapishane arkadaşlığı da bir hastalıktır, yine de bir sevgim var.
Doğuya bir bilgi daha vermek istiyorum, birisinden söz etmek istiyorum, adı Nuridir, Yahudi isim kitaplarında da yeri var. Soyadı Adı Güzel olup, bizim Doğu, Nuri Adı Güzel Ağanın torunuyum deyu övünmektedir. Adı Güzel, Şem Tovdur ve sıklıkla İbrani asıllı ya da İbranidir. Demek benim hapis arkadaşım Doğu Perinçek de İbrani asıllıdır ya da olabilir. Ve Doğu, adı, İbrani isim lügatlarında Mizrah olarak yerini almaktadır. Ve hiçbir sakıncası da bulunmamaktadır. Ayrıca tekrar ediyorum, Ailenin damadı da bu görüştedir. Burada duruyorum.
DOĞU YERİNİ OĞLUNA BIRAKSIN
Ben diyorum ki Doğu, artık bırak bu işi, Kuzey Korenin başkanı, Azerbaycan Başkanı Aliyev, eski komünistler, hep yerlerini oğullarına bıraktılar. Sen de yap, Mehmet Perinçek var, iki yıl birlikte hapis yattık, çok terbiyelidir, bırak artık, Doğu yeter artık, bitmişsin, Mehmet çok terbiyelidir, çok iyi arkadaştır ve Fatih Hilmioğlu Hocam tanıktır. Doğu, artık senden bişi olmaz, lütfen bırak, diyorum. Ağırbaşlı ve bilgili Mehmet var.
Ne mi yaparsın, bırak ve doğru, Sura git ve bir hendeğe yat ve Kürtlerden af dile; af dilemek iyidir. Ben de, iyi çocuktur, derim. İyi davranırlar. Bana ve sözüme güvenmeni istiyorum, Öcalanın son kitabında hakkımda yazdıklarını da buraya güvence olarak alıyorum.
Aforizmalarda var, Kürt gericileriyle Türk gericileri arasındaki ittifak bize göre en büyük kötülüktür. Biz önce birbirimizi ilerici yapacağız ve sonra beraberliğimizi kuracağız. Yolumuz işte budur. Öcalanın beni anladığını sanıyorum ve umuyorum. Çünkü, çok ağır sözlerime rağmen selamlarını eksik etmemektedir.
D. H.: Yalçın Hocam, mülakatlarımızda araya başka gündemler girdi, onları konuştuk, iyi de oldu, ancak Ocak ayında mülakata başladığımızda Güneydoğudaki savaş üzerine konuşuyorduk. Siz Diyarbakır savaşı diyorsunuz. Devam ediyor. Sizce nereye gidiyor bu savaş? Başarı şansı var mı?
Y. K.: Savaş, Clausewitzin çok doğru olarak söylediği üzere, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Savaş politikadır, politika devam eder, politika hep devam eder, savaş ise onun devamı ve tamamen politikadır. Ama başka bir araç kullanırsın. Ne demek istiyorum, şiddet kullanırsın, savaşın tarifi budur. Lenin de bunu almıştır, Collected Works, Toplu Eserlerinin 21. cildinde bu var. Ancak böyle bir şey söylendiği zaman burada bir parantez açıyoruz, Lenini okuduğunuz zaman Clausewitzi öğrenir misiniz? Hayır, öyle bir şey değil; Lenin alıyor, bir şekilde, eski bir sözümüz vardır, darb-ı mesel deriz, Lenin Clausewitzin bu sözünü kullandığı için yalnızca bu kullanılır olmuştur. Lenin yaygınlaştırmıştır ama basitleştirmiştir de. Fazla basitleştirmiştir, diyebiliriz. Yaymak budur, öyle olur. Yalnızca bu sözü öğrenmek ne savaş felsefesini, ne savaş teorisini öğrenmektir. Bu konularda yazan bir düşünürün çok güzel bir benzetmesi vardır, Aristoya filozof derler, biz de hep filozof olarak biliriz, neyi biliriz, sanki yüz bin tane filozof var, Aristo da onlardan biri, hayır, filozof sözü Aristo ile kullanılmaya başlamıştır. Dünyada, tarifte filozof lafı Aristo ile başlar.
D. H.: Platonu ne yapacağız, Yalçın Hocam? Platon Aristotelesten önce.
Y. K.: Platonu bir yana bırakalım, bu söz ilk olarak Aristo için söylenmiştir. Filozof sözü Aristo ile çıkmıştır. Aynı düşünür şunu söylüyor, Clausewitzin de bir savaş filozofu olduğunu söylüyor. Ama bunu söylediğin zaman, bir yığın savaş filozofu var, o da onlardan biri, anlamında söylemiyor. Hayır, savaş filozofisi Clausewitz ile başlamıştır. Lenin biraz önce de söylediğim gibi Clausewitzden almıştır, ama Lenin İngilizce deyişle, to the point, meselenin gözbebeğini alır, herkes de bunu bilir, bu kadarını bilir. Hobsonda da öyle olur, Lenin, emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır, demiştir; herkes bunu bilir, bu kadarını bilir. Bu kadarını bildiği için de herkes Hobsonu da okuduğunu, bildiğini zanneder. Bu, işin özüdür ama Hobson bambaşkadır, müthiş bir ahlaki bozulmayı, insanlığın bozulmasını, hepsini Hobsonda bulursun. Hatta şunu da söyleyeyim, hep söylerim, Kafka ile Hobson arasında ne kadar mesafe vardır, biri 1902de, öbürü 1915te yayımlanmıştır, neredeyse bir nefeslik mesafedir, koşarsan varırsın. İnsanın o hale gelmesinin bütün ipuçlarını, tekelleri şunları, bunları, savaşı orada bulursun, dolayısıyla bunu da bir şekilde yazıyorlar.
Buradan neye geliyoruz, şiddeti kullanarak, ama sadece öyle şiddeti kullanarak değil, savaş şiddeti en yüksek boyutuna kadar zaman zaman kullanmaktır, savaş budur. Bir parantez daha açacak olursam, IŞİD-istan böyledir, IŞİD ile İslam arasındaki mesafeyi Amerikada tartışanlar var, IŞİDin islamın en yüksek boyutuna ulaştığı hal olduğunu söyleyenler var. IŞİD Medine islamıdır, her şeyi yapmıştır. Savaşa, Clausewitze tekrar dönecek olursak, ne der Clausewitz, War is an act of violence intended to compel our opponent to fulfill our will, savaş düşmanın iradesini ortadan kaldırıp düşmana senin iradeni kabul ettirmektir, esası budur, çok önemlidir. Peki yapılan bu mu? Savaş teorisine göre, düşmanın bütün gücünü destroy edeceksin, kıracaksın ve yıkacaksın, savaş gücü, merkezi neredeyse oraya gidip onu ortadan kaldıracaksın, başka türlü olmaz. Savaş düşmana senin iradeni kabul ettirmektir. Ve savaş düşmanın moralini ortadan kaldırmaktır, moralini ortadan kaldırmadığın müddetçe savaş yapmıyorsunuz demektir, savaş bütün imkanlarla merkezi gücü ortadan kaldırmayı gerektirir. Daha önce doğru ve yanlış Kandili bombalıyorlardı, dağlara bomba yağdırıyorlardı, şimdi bu yoktur.
BEN BURADA OLANI SÖYLÜYORUM VE AĞLIYORUM, GÖRMÜYOR MUSUNUZ GÖZYAŞLARIMI
D. H.: Anlayamadım. Güneydoğuda savaşın kazanılabilmesi için Kandilin bombalanması gerektiğini mi söylüyorsunuz?
Y. K.: Deniz Hocam, ben analiz yapıyorum, öyle bir şey söyler miyim, Kürtler vardır sözü bizimdir. Ben birlikten yanayım. Ben Kürtlere hep, siz ilerici olacaksınız, biz de ilerici olacağız, birlikte olacağız, dedim. Hep birlikte hep. Ben Musulu almazsanız Diyarbakırı verirsiniz, dediğim zaman bilimsel yaklaşıyorum. Ben burada olanı söylüyorum ve ağlıyorum, görmüyor musunuz gözyaşlarımı?
Savaş gücü nerede, bu gücü nerede kaldırırsın, dağlarda kaldırırsın, gidebilirsen, merkezinde kaldırırsın, eskiden ne yapardık, o dağları bombalardık, başka ne yapardık, arada kuvvetlerimizi Iraka gönderirdik, öyle mi, o savaştır, şimdi savaşamıyoruz.
Ben zannediyorum sürgündeydim, 1995te olabilir, gittik orada bir iki yeri aldık, bütün televizyonlar resimlerini göstermişlerdi, hatırlıyor musunuz bilmiyorum, ondan sonra bizim oraya gitmemize izin vermediler. 1995ten sonra oraya gidemedik, bir kere gitmeye kalktık, ne zaman, 2003te, çuval olayı oldu.
Gayet açık, 1961de diyebiliriz ama buna karar, tahmin ediyorum, 1959da verilmiştir, Menderes tasfiye edildi, sonra Özal şu veya bu şekilde tasfiye edildi, tahmin ediyorum şu anda Erdoğan çok zorlanıyor, nedir bu, Türkiyenin güneye inme iradesi yoktur. Bakın, Musul ortadadır değil mi, sahipsiz, Yalçın Küçükten başka hiç kimsede Musulu alma iradesi yoktur, işte budur savaş.
Dün misafirlerim vardı, Kadir Mısırlığıoğlunun benden söz ettiğini söylediler, ne diye bahsediyordu benden, Yalçın Küçük dedi ki, Musulu almazsanız Diyarbakırı verirsiniz, diyordu. Bunu dedi, Diyarbakır da gidiyor. AKP ne yapmak istedi, bu hareket Diyarbakırı alma çabasıdır, bütün hikaye budur.
D. H.: Peki bu şekilde Diyarbakırı alabilirler mi? Musulu almak gibi bir bakışları yok, ondan söz eden yok. Ya da ancak, o da zor ama, Amerikanın silahlı gücü olarak, Amerika için, eninde sonunda Amerikaya vermek için girmeyi düşünebilirler. Ayrıca Türkiye, Türkiye Kürtleri ile birlik olmadan, bölge ülkeleriyle anlaşma içinde olmadan Musulu, sizin deyişinizle, alabilir mi?
O. İ.: Ben de bir soru ekleyebilir miyim? Bu durumu, kendi toprakların sınırları içerisindeki bir yeri almaya çalışır halde bulunmayı, bir tür acziyet olarak mı değerlendiriyorsunuz?
Y.K.: Deniz Hocam, Musulu almaktan söz eden yok, evet. Yalçın Küçük dışında yok. Çok zor. Bunlarla olmaz. Bunlarla olmaz, almak isterken bile veriyorlar. Okan Hocam, hayır, öyle bir şey değerlendirmiyorum, biz bilim adamıyız, ona bir değer vermiyoruz, acz içinde olduklarını söylemiyorum, yapacakları bir şey yok, o noktaya da geleceğiz. Ama size bir tarif verdim, bu açık mı, açık olan tarif şudur: Burada bir savaş yok. Peki, ne var, bir, özel kuvvetler var; iki, jandarma var, özel kuvvetler ve jandarma, kaç kişi olduğunu bilmiyoruz, on bin kişi dediler, o zaman tankları niye harekete geçiriyorsunuz, çok açık. Bunu yanlış anlamayın, yanlış yapıyorsunuz, yanlış yapmıyorsunuz, demiyorum, o beni ilgilendirmez, ben bilimsel olarak savaşı anlatıyorum, tıpkı laboratuvardaki gibi, bu yapılanları savaş teorisi ile karşılaştırıyorum. Düzeltebilir miyim, bu yapılanları savaş kitabına çarpıyorum, eskiler öyle der, kitaba çarp. Gayet açık.
SAVAŞ DEĞİL TEHCİR
Burada şu var, mesela Çinlilerde bu var. Çok enteresan. Savaş teorisinde netleşiyoruz. Şunları söylüyorlar, bunu Sun Tzudan alıyorum: The highest realization of warfare is to attack the enemies plan. Birinci olarak, düşmanın planlarını yakalayıp onlara hücum edeceksin. İki, next is to attack their alliance. İttifaklarına bakacaksın, bundan sonra düşmanın ordusuna hücum edebilirsin, next, to attack their army. En sonunda, to attack their fortified cities. Senin en son hücum edeceğin yer, muhkem şehirlerdir, iyi korunan şehirlerdir. Ne diyor bizim taraf, hendekler var, barikatlar var, çok dar yerlerdir ve oraya yerleşmişler, her gün öldürdüğümüz düşmanın sayısını ilan ediyoruz, demek orada çok iyi korunan yerleri var. Oraya hücum edersen çok kuvvet kaybedersin.
Başka bir yeri de Sun Tzunun kitaptan alıyorum, kendisini iyi bilen, kendisinin gücünü, imkanları ve düşmanı iyi bilen bir ordu, yüz tane engagementa, çatışmaya girse de çok zarar görmez, ama bileceksin. Ben bunu anlattığım zaman İsmail Hakkı Paşa, bize bunlar öğretildi diyordu. Peki, ama kim biliyor?
Düşman diyorsun, silahsızlandırabildin mi, moralini bozabildin mi; günlerce evlerine hapsediyorsun, yaşlılar beyaz bayrakla çıkıyorlar, gençleri ilk fırsatta Suriye ya da Iraka giderler, dedik; ya Rusya ile ya Amerika ile olurlar, dedik. Bunları yapıyorlar. Savaş diyemiyorum, hiçbir tarife uymuyor, ne demek gerek, bilemiyorum, belki, de tehcir; ama diyemem, gözyaşlarımı tutamam.
O. İ.: IŞİD Irak ile Suriye arasındaki sınır taşını tekmelediğinde Amerikan basını ve Avrupa basını, bu, Sykes-Picotnun ve Birinci Dünya Savaşı sonrası düzenin sonu anlamına geliyor, diye yazdı. Bizim güney sınırlarımız da sözünü ettikleri o dönemde kesinleşmiş ve çizilmişti. Bugünkü PYD meselesi ve güneyde yaşananlar Türkiyenin güney sınırının çok geçirgenleştiğini ve gevşekleştiğini gösteriyor. Bu durumda şu mesele ortaya çıkmıyor mu, Türkiye Misak-ı Milli sınırları içerisinde kalarak Kürt sorunu ile baş edebilir mi?
Y. K.: Bu gayet güzel bir soru, biz de bunu söylüyoruz, burada Kürt sorununun ötesinde şu var, ortada bir Türkiye kalabilir mi, artık onu sormak lazım. Eninde sonunda sorduklarınızın cevabıdır, ben Musulu almazsak Diyarbakırı veririz, diyorum, Türkiye büyümezse küçülür, diyorum. Zaten Obama Doktrini, Çıkışın birinci cildinde yazdığımız Obama Doktrini, Türkiyeyi küçük görüyor. Biz Doğu Birliği dedik, şu anda da çok açık olarak söylüyoruz, birinci vazifeniz Suriye ile birleşmektir. Zaten birleşmişsin, sokaklarda 3 milyon, 4 milyon Suriyeli var. Ayrıca çok laik bir ülkedir, başka çaren yok. Çarenin dışında, bu üstelik de çok iyi bir şey.
IŞİDi emperyalistler kurdu; şimdi hem başa çıkamıyorlar, hem kullanıyorlar. Ancak sınırların kalkması meselesini, Büyük Britanya Dış İşleri çok önceden söyledi, biz onu çok kullandık, Türkiyenin sınırları belirsizdir, dedi ve çok doğru çıktı, isteyen giriyor, isteyen çıkıyor. Hiçbir şeyi halletmez, büyüteceksin. Tam tersine de, 1962de, ufacık bir çocukken de bunu görmüşüm. Suphi Baykam, küçücüktüm, Yalçın dedi, Mecliste CHPnin bütçe görüşmelerinde ticaret bakanlığı yapacağım, bana bir konuşma hazırla, biraz kızıl olsun, dedi. Suphi Baykam, Bedrinin babasıdır. O zamandan beri Doğu Birliğini savunurum, kaç sene oluyor. Başka çaremiz yok bizim ve şu anda oradadır. Ve çok açıktır, utanç verici bir durumdayız, Musul oradadır. Demin anlattım, iradeyi yitirmiş Türkler, Türklerin hiçbir iradesi yok, imparatorluktan kalma böyle bir kavim olmaz, zamanında kendi imparatorluğunun olan toprakları düşünemiyor bile. Bir tek gün birleşelim, beraber olalım diyemiyor, yok öyle bir şey, bitmiş bir yer artık. Senin bir parçan olan Suudi Arabistan seninle savaşmış, onların krallarının gidiyorsun ellerini öpüyorsun. Önümüzde Ortak Pazar modeli de var, Doğu Birliği çaredir.
Bizim için en kötü olan şey, cumhuriyet için en kötü olan şey Türk gericiliği ile Kürt gericiliğinin birleşmesidir. Türk ilericisi ile Kürt ilericisini bir araya getirmek zorundayız. Başka çıkış yoktur. Musa Anteri biliyorsunuz, Musanın hiç islamla ilgisi yoktu, son derece modern bir adamdı.
O. İ.: Sabetayizm üzerine de çalışıyor. Yazıları var.
Y. K.: Çok güzel bir insandır. Uzun müddet Kürtlere de yaklaşmadı, ben sosyalistim derdi. Ama sonradan gitti. Bir gün bana, Hocam dedi, bu Kürtlere yazıyoruz, sen yazıyorsun, ben yazıyorum, sana para vermek istiyorlar, sen almıyorsun, ben istiyorum, bana vermiyorlar.
Bir de bana anlattığı çok güzel bir fıkra var. Çok severim onu. Ben Kürtler için çok şey yaptım. Benim için bunu anlattı bir gün Musa. Bir papaz varmış, çok da çapkınmış, sabahlara kadar sefahat yaparmış, ondan sonra da sabah olunca koşar, kilisesinin başına gidermiş. Günah çıkarma papazıymış. Gelirlermiş insanlar, günahlarını ona anlatırlarmış. Papaz bir gün gitmiş, papaz giysisini almış, girmiş kabine, perdeyi açmış, hay allah! Sabaha kadar beraber olduğu fahişe gelmiş, fahişe ona günah çıkartacak, ikisi de şaşırmış. Papaz kendini tutmuş, hanım hanım, hiç günahın oldu mu, demiş. Yok demiş, benim ne günahım olabilir. Papaz yanıtlamış, olmuştur olmuştur, söyle bakalım. Yok demiş, papaz ısrar edince, var demiş, ben kilisenin zangoçuyla yatarım. Papaz homurdanmış, tamam tamam, olur öyle, başka var mı, demiş. Kadın, baş rahiple de yaparım efendim, demiş, papaz ona da tamam tamam o da günah olmaz. Başka yapar mısın demiş. Kadın başlamış şu papazla da yatarım. Papaz, bu kadar mı diye sormuş. Kadın papaz efendi demiş, ben bir de genç papazla yatarım. Papaz durmuş, kızım onda günah olmaz demiş, sen kendini kiliseye vakfetmişsin. Musa Anter bunları anlatırdı, anlatırdı, Yalçın, derdi, sen de kendini bu Kürtlere vakfetmişsin, öyle derdi. Çok hoş bir dostluğumuz vardı, çok güzel bir adamdı.
D. H.: Hep en aydınlık olanları hedef aldılar. Hrant Dink de öyleydi, ilericiydi, yazıları da öyle. Emperyalizme karşı uyarıyordu.
Y. K.: Hrant da bizim çocuğumuzdur. Gözleri sürmeliydi Musanın. 1993te öldürüldüğünde, şimdi AKPden milletvekili olan Orhan Miroğlunu suçlamadım ama o götürmüştür bir yere, ona sorun ölümünde bir ihmali var mı. Hiç kimseye haber vermeden Musayı almış, bir yere götürmüş, orada vurdular Musayı. Kim vurdu, itirafçılardan biri vurdu, o kadarını biliyoruz. Daha fazlasını konuşmak istemiyorum. AKP milletvekili Orhan Miroğlu iyice ayrıntıyla anlatmalıdır, ama söylemiyor. Kimseye haber vermeden götürülmüş, ihmal var mı, söylemelidir.
Deniz Hakan ve Okan İrtemin notu: Mülakatın hukuksal denetimi için üstadlarımız Kazım Yiğit Akalın ve Sedat Akçelike teşekkür ederiz.
Odatv.com