Fatih Yaşlı: Suriyede uygulanan yeni-Osmanlıcı dış politika iflas etti
Yrd.Doç.Dr. Fatih Yaşlı, son dönemlerde Türkiyede yaşanan terör saldırılarını ve Suriyedeki çatışmalı ortamın geleceğimize olan etkilerini ABC'ye değerlendirdi.
Fatih Yaşlı: Egemen bir komşu devlete karşı yaklaşık beş yıldır çok ciddi bir yıkım politikası izleyen, sınırlarını cihatçı akışına açan, ülke topraklarını lojistik üs haline getiren, silah ve para desteğinde bulunan, tüm bunları da emperyal bir takım hayaller adına yapan, yani Osmanlıyı yeniden diriltebileceğine inanan bir zihniyetle karşı karşıyayız.
Yrd.Doç.Dr. Fatih Yaşlı ile Son dönemlerde Türkiyede yaşanan terör saldırılarını ve Suriyedeki çatışmalı ortamın geleceğimize olan etkilerini değerlendirdik.
Suriye de devam eden savaşın topyekûn bir dünya savaşına dönüşme ihtimalinin zayıf olduğunu belirten Yaşlı Türkiyenin savaşçı bir politika yürütmesinin en önemli nedenin yeni Osmanlıcılık anlayışı olduğunun altını çizdi.
Çağdaş Gökbel/ABC Gazetesi
Ankarada gerçekleştirilen son bombalı saldırının hedefinde Askerin olmasını ve saldırının komutanlıklara yakın bir bölgede gerçekleştirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pazar günkü Birgün yazımın adını Bu bahar kanla mı gelecek? koymuş ve yazıyı şu cümlelerle bitirmiştim: Yanılmayı umarak söyleyelim ki, bu gidişle bahar kanla gelecek ve savaş sadece ülkenin doğusuyla sınırlı kalmayacak, kahvehane saldırılarının da sinyallerini verdiği üzere, bunun batıda da ciddi yansımaları olacak.
Sonuç kısmında söylediklerime tekrar döneceğim ama yazının ortalarında geçen bir paragrafı da hatırlatmak istiyorum: Halep düştüğünde yeni-Osmanlının Emevi Cami rüyası kesin bir şekilde sonlanmış olacak. Fıratın batısındaki ilerleyiş ise Rojava kantonlarının birleşmesi ve birleşik bir Kürt coğrafyasının ortaya çıkması anlamına gelecek. Bu yüzden, daha önce de yazdığımız üzere, yeni-Osmanlının can havliyle Suriyede yeni hamleler yapma ve birtakım çılgınlıklara girme ihtimali hiç olmadığı kadar yükselmiş durumda.
PKK Türkiyenin Suriyede bir savaşa girişmesinin kendisi için faydalı görüyor olabilir
Sorunuza bu iki alıntıdan hareketle yanıt vermek istiyorum. Birinci alıntıdan hareketle, şunu söyleyebilirim ki, bu saldırıyı PKKnin yapmış olma ihtimali yüksek. Surda, Cizrede, İdilde böylesine şiddetli çatışmalar yaşanırken, şiddeti tarihi boyunca temel enstrüman olarak kullanmış olan PKKden eninde sonunda bir yanıt beklemek gerekirdi. Dolayısıyla ülkenin batısındaki askeri noktaların hedef alınma ihtimali hayli yüksekti. Ancak bunun zamanlaması belli değildi ve daha çok bahara doğru, yani PKKnin kırsalda da eylem yapmasına müsait hava koşullarının ortaya çıkmasına paralel bir şekilde gerçekleşme ihtimalinden söz ediliyordu. Eğer PKK yaptıysa, bunun bu anlamda erken bir saldırı olduğunu söylemek mümkün. Bana göre, Cemil Bayıkın saldırıya dair açıklamasında eylemden haberleri olmadığını söylemesi ama bütünüyle reddetmeyip, kendi içlerindeki kimi grupların inisiyatif almış olabileceğinden bahsetmesi, failin PKK olma olasılığını artırıyor.
Benzer bir şekilde ANFde çıkan kimi yazılarda da eylemi tasvip eden ve normal bulan yazılara rastlamak mümkün. Burada aklımı kurcalayan esas soru, eğer bu saldırıyı PKK yaptıysa, neden bir Suriye vatandaşını seçtiği. Çünkü bunun PYD/YPGnin hedef tahtasına oturtulmasına zemin hazırlayacağı ortada, ki zaten öyle de oldu. Oysa normal şartlarda, Rojavayı böylesine önemseyen Kandilin, tam da işler yolunda giderken, böyle bir seçimde bulunmaması beklenirdi. Ama yine de eğer tersinden düşünerek söyleyecek olursak, PKK, Türkiyeyi Suriyede bir savaşa çekmenin kendisi için faydalı olduğu gibi bir projeksiyon geliştirmişse, bu seçim bilinçli olarak da yapılmış olabilir.
İkinci alıntından hareket edecek olursak, ortada kullanışlı bir saldırı olduğunu söylemek mümkün. Düşünsenize, günlerdir ABDye PYD mi biz mi diye sesleniliyor, Rusya ve Suriyeye YPGden desteğini çek deniyor, Halepin ve Azezin düşmesine izin verilmeyeceği söyleniyor, YPG mevzilerine yönelik top atışı başlatılıyor, BM Güvenlik Konseyi Türkiyenin top atışlarını durdurması gerektiğini söylüyor ve ertesi gün YPG gelip Türkiyenin başkentinde kanlı bir saldırı gerçekleştiriyor. Tüm bunları üst üste koyduğumuzda, acaba sorusunu güçlü bir şekilde sormamız gerekiyor. Böyle bir saldırı aracılığıyla, dış politikada ciddi bir iflas yaşayan ve giderek yalnızlaşan AKPye, PYDnin tam da uluslararası meşruiyetinin zirvesinde olduğu bir konjonktürde, adeta bir can simidi uzatmak anlamına gelen bir eyleme girişmesi bana gerçekçi görünmüyor. Dolayısıyla saldırının faili PKK olsa dahi, ikisi de aynı merkezden yönetiliyor kolaycılığıyla, bu işte PYD/YPGnin örgütsel bir katkısı olduğunu söylemek kanımca ciddi bir değerlendirme anlamına gelmiyor. Çünkü ideolojik referansları, hedefleri vs. ortak olsa da, her iki örgütün misyonları da eylem alanları da farklı ve PYDnin misyonları arasında Türkiyede eylem yapmak yok.
Pekala, son olarak, bu sorunuza bu saldırı askeri Suriyeye girmeye ikna etmek için yapılmış olabilir mi? sorusuyla karşılık vermek istiyorum. Bunu sadece sormuş olmakla yetiniyor ve izleyip görelim diyorum.
Tarihteki örneklerine bakarak bu saldırının bir savaş bahanesi olabileceğini düşünüyor musunuz?
Egemen bir komşu devlete karşı yaklaşık beş yıldır çok ciddi bir yıkım politikası izleyen, sınırlarını cihatçı akışına açan, ülke topraklarını lojistik üs haline getiren, silah ve para desteğinde bulunan, tüm bunları da emperyal bir takım hayaller adına yapan, yani Osmanlıyı yeniden diriltebileceğine inanan bir zihniyetle karşı karşıyayız. Ve beş yıl boyunca Suriyeye yapılan bütün bir yeni-Osmanlıcı yatırım şu an boşa düşmüş, söz konusu dış politika iflas etmiş durumda.
Bu iflasın somutlaştığı başlıklara baktığımızda şunu görüyoruz: Birincisi, ABD ile Rusya Suriyeye dair bir master plan üzerinde anlaşmış durumda ve bu anlaşmanın herhangi bir yerinde yeni-Osmanlıcı fantezilere yer yok. İkincisi Rusyanın hava desteğiyle Suriye ordusu cihatçılara karşı önemli başarılar elde etmekte ve savaş için son derece stratejik bir önemi bulunan Halepin kuşatılması tamamlanmak üzere. Üçüncüsü ise YPG, arkasına hem ABDyi hem de Rusyayı almış ve Şamla da koordineli bir şekilde, kafasındaki haritayı askeri olarak çizmeye ve kantonları birleştirme yönünde adımlar atmaya devam ediyor.
İşte böyle bir konjonktürde ben yeni-Osmanlıcı zihniyetle asker arasında bir asgari müştereğin ortaya çıkmış olduğunu düşünüyorum. Askerin özerk bir Rojavayı ve birleşmiş kantonları jeopolitik bir tehdit olarak gördüğünü düşünürsek, Suriye topraklarına yönelik bir harekât ihtimalinin asla söz konusu olmayacağını söylememiz mümkün değil. Uzunca bir süredir dile getirilen, uçuşa yasak bölge, tampon bölge, güvenli bölge tartışmalarının geldiği yer en son güvenli koridor oldu. İktidar bu noktada sınırın hemen ötesindeki mülteci kamplarını gerekçe gösterebilir ve Halepten yeni gelecek yüz binlerce göçmeni sınırın hemen öte tarafında karşılama argümanı üzerinden, yapacağı operasyonun meşruluğunu tesis etmek isteyebilir. Dolayısıyla, eğer bir askeri operasyon gerçekleşirse, bunun Azez-Cerablus hattındaki dar bir alanda ve mutlaka ABDnin de açık ya da örtük onayıyla, temel ama gizli hedefi kantonların birleşmesini engellemek olacak bir şekilde gerçekleşeceğini söyleyebiliriz.
Suriye meselesinin yeni bir dünya savaşına yol açma tehlikesine sizce ne kadar yakınız?
Dünya savaşları Marksist literatürde paylaşım savaşları olarak adlandırılır ve bugün aslında Suriyede bir vekâleten paylaşım savaşı yaşandığını söyleyebiliriz. Yeni Soğuk Savaş da dediğimiz bu savaşın bir tarafında ABD, batı devletleri, İsrail, yeni-Osmanlı, petrol şeyhlikleri ve Barzani Kürdistanı var. Diğer tarafta ise Rusya, İran, Suriye, Irak merkezi hükümeti ve Lübnan Hizbullahı bulunuyor, biraz daha uzaktan izlemekle birlikte buna Çini de ekleyebiliriz. Dolayısıyla yeni Soğuk Savaşın bir tarafında Atlantik güçleri bir tarafında Avrasya güçleri yer alıyor. Suriye coğrafyası ise maalesef savaşın sıcak cephesine dönüşmüş durumda. Taraflar kozlarını Suriye üzerinden paylaşıyor, bütün bir Ortadoğuya dair planlarının merkezi noktası olarak Suriyeye yükleniyorlar.
Topyekûn bir savaş olasılığına ihtimal vermiyorum
Peki buradan bir dünya savaşı çıkar mı? Eğer dünya savaşından anladığımız, iki kampa ayrılmış devletlerin birbiriyle topyekûn ve gezegen ölçeğinde bir savaşa girmesi ise böyle bir olasılığa ihtimal vermiyorum. Bunun ise esas olarak iki nedeni var, birincisi dünya kapitalist sistemi henüz savaşla çözülebilecek kadar ağır bir krizin içerisinde değil, ve ikincisi, küresel güçler bir paylaşım savaşına girecek ölçüde kutuplaşmış değiller. Ayrıca nükleer dehşet dengesi de böylesi bir savaşın önündeki en büyük engellerden biri. Yine de, bir çılgının çıkıp dünyayı bir savaşın eşiğine getirme olasılığı için sıfır diyebilecek bir durumda değiliz artık hiçbirimiz.
Türkiyedeki siyasi karmaşayı ve başkanlık sistemi tartışmalarını da göz önünde bulundurarak soracak olursak, insanımızı nasıl bir gelecek bekliyor?
Gramsci, aklın karamsarlığına karşı iradenin iyimserliğinden bahseder. Türkiyeye baktığımızda gördüğümüz manzara hiç de iç açıcı değil ve bu noktada gerçekçi olup karamsar bir tablo çizmek durumundayız. Türkiyenin yakın vadede normalleşme olanağı hiçbir şekilde bulunmuyor. Bunun temel nedeni ise Türkiye siyasetinin bütünüyle tek adam rejiminin anayasal statüye kavuşup kavuşmayacağı meselesine, yani başkanlık anayasasına kilitlenmiş olması. Türkiyede uzunca bir süredir yeni bir rejim inşa ediliyor, iktidar bu inşa sürecinin zirve noktası olarak yeni bir anayasa yapılmasını ve başkanlığa geçilmesini görüyor. Bu, inşa edilen rejimin anayasal statüye kavuşması ve resmileşmesi anlamına gelecek. Peki başkanlığa geçiş nasıl olacak? Toplumsal bir uzlaşma ile mi? Elbette ki hayır.
Şiddet bir dizayn aracı olarak kullanılıyor
Başkanlığa geçiş için eldeki asıl silah toplumsal kutuplaşmanın derinleştirilmesi ve yüzde atmışlık sağ seçmenin bu kutuplaşma neticesinde iktidar partisinin etrafında kenetlenmesi. İşte tam da bu nedenle Türkiyede siyaset uzunca bir süredir bütünüyle dost-düşman ayrımı üzerinden icra edilmekte ve şiddet burada bir dizayn aracı olarak kullanılmakta. Peki bu kutuplaşmanın en kolay yaratılabileceği ve şiddet kullanımına en açık olan mesele ne? Elbette ki Kürt meselesi. Çözüm sürecinin bitirilmesinin de, savaşın derinleştirilmesinin de büyük ölçüde buradan hareketle okunması gerektiği kanaatindeyim. Önümüzdeki süreçte de maalesef Kürt sorunu başlığında ülkeyi çok daha kanlı günlerin beklediğini, umarım yanılıyorumdur diye şerh düşerek belirtmiş olayım.
Bunun dışında, biliyorsunuz Meclisteki anayasa masası dağılmış durumda. CHPnin gayet isabetli bir şekilde demokratik anayasa piyesinde figüran rolü üstlenme pozisyonundan hızlı bir şekilde vazgeçmesiyle, iktidarın yeni anayasa için toplumsal rızayı darbeyle hesaplaşma, demokratikleşme, toplumsal uzlaşı gibi argümanlar kullanarak üretme şansı büyük ölçüde ortadan kalktı. Dolayısıyla, rıza mekanizmalarının zayıflamasının beraberinde zor mekanizmalarının kullanımına başvuruyu daha da yoğunlaştıracağını ve kutuplaşma ve şiddetin, başkanlık projesi somutlaştıkça derinleşerek devam edeceğini söyleyebiliriz.
Başta da söylediğim üzere karamsar bir tablo var karşımızda, ancak Gramscinin iradenin iyimserliği dediği şeyi hatırlatarak söyleyecek olursam, bu ülke bundan sadece iki buçuk yıl önce, dünya toplumsal mücadeleler tarihinin en görkemli direnişlerinden birine tanıklık etti ve üstelik kimse bunu tahmin dahi edemiyordu. Elbette ki Gezinin birebir aynısı bir toplumsal kalkışmanın gerçekleşeceğini söylemiyorum ama bu toprakların her zaman birtakım sürprizleri barındırdığını ve hiç beklemediğimiz anlarda, böylesi sürprizlerle karşılaşma ihtimalimiz olduğunu hiç unutmamamız gerektiğini belirtmek istiyorum.
Ankara'daki bombalı saldırıya bu belirlenim ışığında bakıldığında, Türkiye'nin Suriye'ye kara harekatı yapması ve bir ''tuzağa'' düşürülmesi amaçlanıyor olabilir. Fatih Yaşlı bu konuda PKK ve PYD arasındaki farklılığa dikkat çekip, PYD'den daha çok PKK tarafından gerçekleştirilmiş olabilme olasılığının daha fazla olduğunu söylüyor; katılmakla birlikte tek bir olasılık olarak görmemek gerek.
Türkiye'nin içinde bulunduğu sıkışmışlık ve çaresizliği aşabilmek adına Suriye'ye girmeye fazla istekli olduğu konusu bir bilinmez değil. Bu konuda PYD'yi bölgedeki etkili güçler nezdinde ''terör örgütü'' olduğuna ikna çabasına ihtiyaç var. Özellikle ABD'nin PYD'ye desteğini çekmesi umuluyorsa, bunun yolu bu tür saldırıların gerçekleşmesine bağlı değil mi? Ankara'nın saldırıdan hemen sonra failin PYD olduğunu açıklaması ve bu konuda ''emin'' olmaları bu konuda akla garip sorular da getirmiyor değil. Kandil'in Türkiye'yi Suriye bataklığına çekmek istemesiyle, Türkiye'nin bu konuda zaten istekli olması bombalı saldırının arkasında neler olduğu konusunda birbirinde farklı senaryoların yazılmasına yol açabiliyor.
Daha önce de değinilmişti; bombalı saldırının arkasında kimler olduğunun ve hangi senaryonun parçası olduğu bir yerden sonra önemli değil. Önemli olan bölgenin emperyalizm tarafından dizayn ediliyor oluşu, Irak'ta bu konuda epey yol alındığı ve sıranın Suriye'ye geldiği ve belki de sıranın Türkiye'de olduğudur. Türkiye bu konuda gerçekten karanlık bir tünelin içindedir. Erdoğan ve AKP'nin hem iç sorunlar ve hem de dış sorunlar karşısındaki ''çıkış yolu'' başkanlık sistemi, yani tek adam diktatörlüğüdür. Erdoğan'ın başkan olmayı bu bkadar istemesinin altında kendi yarattığı sorunlar karşısında korkuya kapılmasıdır. Tek adam yönetimi olmadan bu korku ve sorunlardan kurtulabilmesi mümkün değildir. Parlamentodaki muhalefetin de bu konuda Erdoğan'a çalışır pozisyondan bir türlü kurtulamaması, hatta Erdoğan'a çalışması, yakın bir gelecekte içine girdiğimiz tünelden çıkışın pek de kolay olmayacağını gösteriyor. Fatih Yaşlı umut olarak ''Haziran'' kodlamasında bulunuyor; doğrudur ama yeterli değildir. Evet; ''bu toprakların her zaman birtakım sürprizleri barındırdığını ve hiç beklemediğimiz anlarda, böylesi sürprizlerle karşılaşma ihtimalimiz olduğunu hiç unutmamamız'' gerekiyor, ama güçlü bir sosyalist özne olmadan da bu tür ayaklanmaları belli bir doğrultuda tutabilmenin olanaksız olduğunu görmek gerekiyor. Haziran ayaklanması en büyük kanıtı bunun.
Şaka değil, laf olsun diye de değil. Sol artık sosyalist örgütlenmelerde biraraya gelebilmeli. Düzen solu kuyrukçuluğundan kurtulamadığımız sürece bu ülkede nice Erdoğanlar gelip geçecek ve bu ülke emekçilerinin payına yoksulluk, yoksunluktan ve gericilikten başka bir şey düşmeyecektir.