Kapitalizmin özgürlük masalı-Evrim Şenöz
Modern anlamda eşitlik ve özgürlük kavramlarının doğuşu
Eşitlik ve özgürlük düşüncesi çok eski zamanlara dayansa da, burjuva toplumdan önce tüm bireyler için düşünülen kavramlar değildi. Örneğin köleci toplumlardan Romada kölelerin ya da yabancıların Romalı özgür yurttaşın haklarına sahip olması düşünülemezdi bile. Bu durum, doğal karşılanıyordu. Ve eşitlik de ancak bu özgür yurttaşlar arasında ele alınıyordu.
Hristiyanlık ise tüm insanlar arasında eşitlik önermesini yaptı denebilir. Ancak bu eşitlik cennetteki yasak elmanın yenmesi sebebiyle dünyaya gönderilen insanın günahkâr olarak doğması eşitliğidir. Tüm insanlar bu günahla doğar ve herkes bu din içinde Tanrının kulu ve İsanın çocukları olarak eşittir. Ancak kilisenin siyasi ve ekonomik güç kazanmasıyla birlikte Hristiyanlığın eşitlik iddiası zamanla yerini, yönetici ruhban sınıfıyla halk arasında bir hiyerarşiye bıraktı.
Ne var ki tarihsel süreç, ticaretin gelişimi için eşit bir hukuki temelde özgürce mal ve emek alışverişi yapabilen aynı haklara sahip kişilere ihtiyacı arttırdı. Ticaret, farklı sınıfların imtiyazlarını, onların sınırlandırmalarını istemiyor, özgürce malını ve emeğini satabilen bireyler talep ediyordu. Yeni doğan burjuva sınıfı için, feodallerin imtiyazları, vergi bağışıklıkları, siyasi ayrıcalıkları kabul edilemezdi. Aydınlanma düşüncesi, hem ruhban sınıfının hem de feodallerin ayrıcalıklarının kaldırılması için, burjuvazi için yol gösterici oldu.
Burjuvazi her insanın, insan olması sebebiyle haklarının olduğu düşüncesini destekledi ve herkese siyasi eşitlik tanınması talebini yükseltti. Bu talebin, krallar ve toprak sahipleri tarafından sömürülen, zor ve kötü koşullarda yaşayan ve çalışan, bunun yanında siyasi haklara sahip olmayan emekçilerin de talebi haline gelmesi çok hızlı oldu. Ancak emekçiler bu taleple sınırlı kalmadı. Emekçilerin sosyal eşitlik yani sınıfsız bir toplum talebinin gelişmesinin de önünü açtı.
Ancak burjuvazi, feodallerin ve ruhban sınıfının imtiyazlarını bertaraf edince ve iktidarı ele alınca, kanunlarla güvence sağladığını iddia ettiği özgürlüğün ve eşitliğin içini boşalttı ve görünürde/hukuki belgelerde yer alan bir eşitlik ve özgürlük tanıdı. Örneğin; Amerikan Anayasası insan haklarını tanıyan ilk yasa olmasının yanında aynı anda renkli ırkların köleliğini onayladı. 1789 Fransız Devriminin eşitlik, kardeşlik ve özgürlük söyleminin ise 1871 Paris Komününün bastırılmasında da görüldüğü gibi, burjuvazinin eşitliği, kardeşliği ve özgürlüğü olduğu kısa sürede anlaşıldı.
Kimin özgürlüğü?
Soyut özgürlük sözcüğünün sizi aldatmasına göz yummayınız! Bu, bir kişinin başkası karşısındaki özgürlüğü değil, fakat düpedüz sermayenin işçiyi ezme özgürlüğüdür. (Marx, Serbest Ticaret Sorunu Üzerine 1848 yılında Brüksel Demokratik Birliğinde yaptığı konuşmadan)
En genel anlamda, günümüzde özgürlük, bireyin başkalarına zarar vermeden istediğini yapma ya da yapmama hakkı olarak tanımlanıyor. Buna göre birey, kendi özel alanında özgürce istediğini yapabilir, yetilerini geliştirebilir. Özel mülkiyet, bireyin özel özgürlük alanını belirliyor.
Marx, bu bağlamda burjuva toplumunda özgürlüğün, insanlar arası birlik ve beraberliğe, dayanışmaya değil de insanın insandan koparılıp yalıtılmasına dayandığını ve bir tecrit hakkı olarak herkesten ayrılıp kendi içine kapanan bir sınıfın kayıtlanmış bireyinin hakkı olduğunu ifade eder.
Bu özgürlük ve eşitlik anlayışı, maddi ve fiziksel sınırları yani sosyal ve ekonomik farklılıkları yok sayar. Ona göre bu, özel alandı ve buraya ilişkin farklılıklar burjuva özgürlüğünü bağlamaz.
Yani kapitalizm, anayasada herkese seyahat özgürlüğü tanınmasını yeterli görür. Seyahat etmek, tatil yapmak için insanların parasının ve zamanın olması gerektiği gerçeğini ise görmezden gelir. Eğitim hakkını vatandaşlarına tanır, ancak yoksul ailelerinin çocuklarının küçük yaşta çalışması gerektiğini, bu sebeple de birçok emekçi ailenin çocuğunun liseye kadar bile okuyamadığı gerçeğiyle ilgilenmez.
Kapitalizmin bu alandaki farklarla ilgilenmemesi normal, çünkü bu farklılıkları dikkate alıp çözmeye başlarsa kendi varoluşunun sorgulanmasına sebep olacaktır. Çünkü bu farklılıklar, farklı sınıflarda olan bireylerin eşitsiz gelişimlerinden kaynaklanmaktadır.
Sömürü, yabancılaşma ve özgürlük
Kapitalist toplumlarda, üretim araçlarına sahip olanlar, emekçilerin kişisel geçim ve yaşam araçlarına da el koyar. Emekçilerin kendilerini geliştirebilmesi için gereken zamana el koyar. Çünkü daha fazla kar elde etme amacı, emekçilerin daha fazla sürelerde çalıştırılmasını gerekli kılar. Yine aynı amaç, emekçilerin güvencesiz şekilde çalıştırılmalarını ister ki iş güvencesi olmayan emekçiler sadece işini düşünsün ve bunu kaybetmemek için daha fazla ve yüksek performansla çalışsın.
Ve insanın özgürleşmesinde asıl çelişki buradadır. Marxın dediği gibi işini kaybetmek istemeyen işçi ne kadar çok çalışır ve zenginlik üretirse, kendisi de o kadar yoksullaşır. Kendisi ne kadar çok değerli mal yaratırsa, kendisi de o kadar değersizleşir. Mal alemine değer katılmasıyla insanlık aleminin değerini yitirmesi doğru orantılıdır.(Marx, 1984 El Yazmaları Ekonomi Politik ve Felsefe)
Emekçi, sadece hayatını geçindirmek için üretir, böylece ürettiğine ve üretim sürecine yabancılaşır. Bu yabancılaşma sadece bununla kalmaz, insanın ihtiyaçlarına değil de meta üretimine dayanan bir sistemde, insan sadece meta değeri üzerinden çevresini ve elindekileri değerlendirir ve böylece kendine ve diğer insanlara yabancılaşır. Bu tam da başkalarından ayrı bir alanda özgürlüğünü yaşayacağına inanan yalnız bireyi ortaya çıkarır. Aslında bu sırf emekçilerin değil, kapitalizmde burjuvazinin de tam anlamıyla özgür olmadığını gösterir.
İnsan, ancak sınıfsız bir toplumda özgürleşebilecektir
Oysaki özgür insan ancak kendi ayakları üzerinde durabilen kendisini anlayan, anlatan dönüştüren ve kendini bunları yapabilecek bir özne olarak algılayandır. İnsan, yapmama istenciyle kalmayıp yapma, dönüştürme yetisine ulaştığı zaman gerçekten özgür olur. Özgürleşme insanın diğer insanlar ve doğa ile giriştiği üretici bir ilişki sonucunda ortaya çıkan kendini gerçekleştirme sürecidir.
Özgürlük, hukuki düzenlemelerde değil, ancak ve ancak gerçek anlamda sınıfsız bir toplumdaki eşitlik ile kendini var edebilecektir. Diğer bir deyişle, insanın yabancılaşmaya karşı durduğu, ilişkilerinin ve kendisinin meta değeri üzerinden belirlenmediği, sosyo-ekonomik anlamda eşitliğin var olduğu bir dünyada insanın kendini gerçekleştirmesi ve özgürleşmesi mümkün olabilecektir.
http://gazetemanifesto.com/2017/12/10/kapitalizmin-ozgurluk-masali/
Bir kara propaganda aracı olarak insan hakları
H.Murat Yurttaş
Haklar mücadelesi kuşkusuz sınıf mücadelelerinin önemli bir parçası. Kuşkusuz, tarihsel haklar bildirgeleri gibi 69. yıldönümünde 10 Aralık 1948de ilan edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de bir değer taşıyor.
Öte yandan, önce Soğuk Savaş döneminde sağın ideolojik saldırısının koçbaşı kavramı olan totalitarizmin ortaya atılması ve daha sonra Sovyetler Birliğinin de çözülmesiyle insan hakları aynı zamanda emperyalizmin temel meşruiyet araçlarından biri. Bu anlamda insan haklarının siyasal anlamının basitçe haklarla ilişkili olmadığı basitçe bir silah anlamına geldiği görülmeli.
Emperyalizmin elinde milyonlarca insanın ve ülkelerin kaderinin belirlendiği, esasında insanlardan çok tekellerin karları için bir örtü olan kanlı bir silah.
İnsan hakları şampiyonlarının sicili
Bu silahın doğrultulduğu ülkelerin sicili, yaptıkları belki tartışılabilir ama hiç tartışılmayan bu silahı doğrultanların sicili. Liberallerin çok sevdiği totalitarizmin esasında 1917den itibaren emperyalistlerin sahip olduğu şirketlerin kamulaştırılması ve Çarlık borçlarının reddedilmesi olduğu tartışmasız olmalı. Aynı şekilde, Balkanlarda, Kafkasyada, Orta Asyada, Ortadoğuda insan hakları ihlallerinin enerji kaynaklarına, madenlere ve işbirlikçiliğe göre belirlenmesi de.
Emperyalist sistemin 1945ten beri tartışmasız lideri olan ABD örneğine baktığımızda kendi insan hakları sicilinin bunu bahane ederek saldırdığı ülkelerin sicilinden daha parlak olmadığı görülebilir.
Bugün dahi özellikle Afrikalı Amerikalılara karşı polis şiddetinin ve polislerin yargısız infazlarının her gün neden olduğu insan ölümleri basına yansıyor. Ama bu ülkenin tek sorunu bu değil. Yüzlerce yıllık köle ticaretinin ardından ırkçılık ve ayrımcılık bir devlet politikası olarak daha geçen yüzyılın ortalarında bile sürüyordu.
1964e kadar yürürlükte olan Jim Crow Yasaları ile beyazlarla Afrikalı Amerikalıların aynı su musluklarını kullanması dahi yasaktı. 1954te Yüksek Mahkemenin devletin beyazlarla Afrikalı Amerikalıların okullarını ayırması anayasaya aykırı kabul edilse de, 1957de Arkansasta bir okuldaki Afrikalı Amerikalı ABD ordusu tarafından okuldan çıkartılırken, 1960da 6 yaşındaki bir kız çocuğu sadece renginden dolayı okuldan federal ajanlar eşliğinde ayrılmak zorunda kalıyordu. O yıllarda 14 yaşında bir çocuk dahi olsanız beyazların kininden kurtulma şansınız yoktu. Emmett Till beyaz bir kadına ıslık çaldığı söylenerek gözü çıkartılıp kafasından vurulduktan sonra boynuna 35 kiloluk bir ağırlıkla nehre atılırken katilleri beş günlük bir yargılama sonrasında bir saat içinde beraat edeceklerdi.
Bunların çok eskide kaldığını düşünmek için bir nedenimiz yok. Sovyetler Birliğinin çözülmesinin ardından tüm dünyada çatışmalar başlatan ABDnin sadece 1991de başlayan Irak müdahalesinin ağır sonucu, sayıları 600 binlere varan insanın çatışmalarda ölmesinin yanı sıra çöken bir sağlık sistemi nedeniyle başta çocuklar olmak üzere milyonlarca insanın dolaylı olarak ölmesini de beraberinde getirdi. 2001 sonrasında hiçbir hukukun tanınmadığı, ABD vatandaşlarının dahi anayasal haklarından yararlandırılmadığı Guantanamo Üssündeki toplama kampları, bu sırada uygulanan sistematik işkenceler ise süslenmiş gulag hikayelerini servis edenler tarafından o kadar da ilgi çekici bulunmuyor.
Tekellerin sponsorluğunda insan hakları
Emperyalist sistemin tepesindeki ülkenin bu açık ihlalleri ve katliamları size süslü videolarla sunulmuyor. Çünkü insan hakları alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarına baktığınızda kökenlerini Soğuk Savaş yıllarında bulabiliyorsunuz. Bir diğer önemli başlığı da bu kuruluşların nasıl finanse edildikleri sorusu oluşturuyor.
Varşova Paktı ve NATO ülkelerinin ana gövdesini oluşturduğu Avrupa ülkeleri arasındaki görüşmelerin 1975teki sonucu Helsinki Deklarasyonu olurken görüşmelere katılan tüm ülkeler kendi sivil toplum kuruluşlarını oluşturdular. Türkiyede Yurttaşlık Derneği adıyla faaliyet gösteren kuruluşun bir benzeri o zamanki adıyla Helsinki Watch ve bugünkü adıyla Human Rights Watch (HRW-İnsan Hakları İzleme Örgütü) adıyla New Yorkta kuruldu.
HRWnun da içinde bulunduğu İnsan Hakları Uluslararası Helsinki Federasyonunun 1989da Polonyalı karşı-devrimci Lech Walesa ile birlikte Avrupa İnsan Hakları ödülü alarak yerine getirdikleri görevin karşılığını almış oldu. Federasyon 2007de yöneticilerin zimmet suçları işlemesi sonrasında dağılsa da parçası olan HRW hala daha aktif ve her yıl insan hakları alanında raporlar yayınlamayı sürdürüyor.
Bu kuruluşun finansörlerini incelediğinizde ise Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı, Oak Vakfı gibi kuruluşları bulabiliyorsunuz. Ama özellikle bir isim hemen göze çarpıyor. Kuruluşun gelirlerinin azalması üzerine imdada George Soros ve onun Açık Toplum Vakfı yetişirken on yılda 100 milyon dolarlık bir yardım taahhüdünde bulundu.
Benzer nitelikte bir örgüt olan Uluslararası Af Örgütünün arkasında da Ford Vakfı ve Açık Toplum Vakfının düzenli katkılarda bulunduğu örgütün destekçileri arasında ABD Devlet Bakanlığı, Avrupa Komisyonu, Birleşik Krallık Uluslararası Kalkınma Kurumu, Rockefeller Vakfı gibi kuruluşlar sayılabiliyor.
İnsan hakları var mı?
Bu yazının boyutları bakımından bu örneklerle yetinebiliriz. Görüldüğü üzere insan hakları, Sovyetler Birliği çözülene kadar karşı-devrimci cephenin bir propaganda ve karalama aracı olarak kullanıldı. Sovyetler Birliğinin çözülmesinin ardından ise bu kez hedef geçtiğimiz yüzyılda sosyalist sistemin güçlü desteğiyle bağımsızlıklarını kazanan eski kolonilere, eski sosyalist ülkelere ve sisteme dahil edilmek istenen ülkelere müdahalenin gerekçesi oldu.
İnsani müdahale ve insan hakları egemenliğe üstündür denilerek tüm dünyadaki müdahalelere gerekçe yapılan insan haklarının, 3 milyardan fazla insanın günde 2,5 dolardan az kazandığı, 2 milyar insanın güvenli su kaynağına erişimi olmadığı, 165 milyonu 5 yaşına kadar olan çocuklar olmak üzere 800 milyon insanın yetersiz beslendiği, her yıl 2 milyon çocuğun önlenebilir hastalıklardan öldüğü, 1,5 milyar insanın elektriğe erişiminin olmadığı kapitalist bir dünyada tartışılabilir olmadığını göstermek için daha fazlasına ihtiyaç var mı?
http://gazetemanifesto.com/2017/12/10/bir-kara-propaganda-araci-olarak-insan-haklari/
Egemen sınıfın insan hakları
Bilgütay Hakkı Durna
Üner Erteme, sevgili dostuma
Burjuvazinin bir kesimi, burjuva toplumun sürekliliğini güvence altına almak için, toplumsal kusurları düzeltmek ister. (
) Sosyalist burjuvalar, modern toplumun yaşam koşullarını, bunların zorunlu sonucu olan mücadele ve tehlikeler olmadan istiyor. Onu devrimci dönüşümlere uğratan ve çözen öğeleri çıkarıldıktan sonra, mevcut toplumu istiyorlar. (Karl Marx Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu)
İnsan haklarının gelişkinliğinin ya da başka bir ifade ile yaşanan hak ihlallerinin değerlendirilmesinde bir kriter var mıdır? Yine, belirli bir zamanda ve yerellikte uygulanan yasal düzenlemelerin yeterliliğini nasıl ölçeriz?
Evet, günümüzde, çağdaş dünyada elimizde böyle bir referans noktası bulunmaktadır: Uluslararası belgeler/antlaşmalar.
Hal böyle olunca da, çağdaş standartlara ulaşmak için ilk akla gelen ulusal yasaların uluslararası standartlara uygun hale getirilmesidir. Bu nedenledir ki, solda geniş bir toplam böylesi bir zeminde(n) örgütlenmektedir.
Peki, gerçekten böyle mi?
İnsan hakları ihlallerinin ardında sosyo-ekonomik nedenler yok mudur?
Hukuk gerçekten tarafsız mıdır?
***
Burjuvazinin feodal sistemi tasfiye etmesi ve kendi sistemini kurmasının ardından bir dizi belge yayınlanmıştır. 1789 Fransız Devriminin ardından yayınlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi bunlar arasında temel metinlerden biridir. Bildirinin çerçevesini insanların özgür doğduğu ve eşit yaşamaları gerektiği oluşturmaktadır. Zulme karşı direnmenin hak olduğunu ifade eden bildiri her türlü egemenliğin esasının da millete dayalı olduğundan bahsetmektedir. Yine, bildiride insanların haklarından bahsedilmektedir. Bunlar özgürlük, mülkiyet, güvenlik gibi doğal ve devredilemez haklar olarak ifade edilmektedir.
Burjuva devrimleri 1789 Bildirisinde de somutlanmış halini gördüğümüz üzere, doğal haklar düşüncesine dayanmaktadır. Bu düşünceye göre doğal haklar; doğuştan sahip olunan, devredilemez ve vazgeçilemez haklardır. Toplumsal-siyasal yapının da meşruluk kaynağı olan bu haklar evrenseldir. Zamana ve mekâna bağlı olmaksızın bütün insanlar bu haklara sahiptir.
İşte, Fransız Devrimi sonrası gelişmeye başlayan bu düşünce bugün kendisini, yukarıda bahsettiğimiz çağdaş uluslararası belgelerde/antlaşmalarda ifade etmektedir. Bugüne kadar ortaya çıkan haklar kuşaklar şeklinde kategorilere ayrılarak sistematize edilmektedir.
Doğal haklar düşüncesini temel alan burjuvazinin insan hakları anlayışı, bu anlayışın kapitalist üretim ilişkilerine dayanan sınıf temeli işaret edilerek Marx ve Engels tarafından karşıya alınmıştır.
Marx, Yahudi Sorunu isimli makalesinde acaba burjuva toplumun üyesi insan niçin insan, onun hakları da niçin insan hakları sayılmıştır diye sorar ve devamında bu olgu doğrudan doğruya politik devletle burjuva toplumu arasındaki ilişkiden, politik emansipasyonun özünden çıkar der.
Makalesinde sözde insan hakları, yurttaş haklarından ayrımlı olarak, burjuva toplumun üyesinin, yani gerçek insandan ve topluluktan yalıtılmış olan egoist insanın haklarıdır diyen Marx özgürlük konusundaki insan hakkının pratik uzantısını da özel mülkiyet konusundaki insan hakkı olarak belirtir. Marx, bu özgürlük ve bu özel mülkiyet hakkının burjuva toplumun temeli olduğuna işaret eder.
Devamla, ya güvenlik diye soran Marx güvenliği de burjuva toplumun en kutsal sosyal kavramı olarak ifade eder: Güvenlik kavramı aracılığıyla burjuva toplumu egoizmini aşmış olmaz; tam tersine güvenlik o toplumun egoizminin sigortası olur.
Nihayetinde, hiçbir sözde insan hakkının topluluktan kopuk egoist bireyi aşamayacağını belirten Marx burjuva toplumunda insanları birbirine bağlayan tek bağın özel çıkar ile mülkiyetin ve egoist kişiliğin korunması olduğunu ifade eder. Marx sonuçta insan dinden kurtulamamıştır, din özgürlüğüne kavuşturulmuştur; mülkiyetten kurtulamamıştır, mülkiyet özgürlüğüne kavuşturulmuştur; ticaretin egoizminden kurtulamamıştır, ticaret özgürlüğüne kavuşturulmuştur diyerek insan haklarının insanı özgürleştirmediğine işaret etmiştir.
Liberal insan hakları ideolojisi en başa mülkiyet hakkını koymaktadır. Böylece özel mülkiyet güvence altına alınmaktadır. Özgürlük de kapitalizmde bireycilikten başka bir anlama gelmemektedir. Bugünkü burjuva üretim ilişkileri çerçevesinde özgürlük demek, serbest ticaret ve serbest alım satım demektir (Komünist Parti Manifestosu).
Burjuvazinin yasa önündeki eşitliği de meta mübadelesi ilişkilerinden doğmaktadır. İşçi ve kapitalist birbirinin karşısına özgür kişiler olarak, biri paraya ve üretim araçlarına, öteki de emek gücüne sahip bağımsız kişiler olarak çıkarlar. Böylece iş sözleşmesi sözleşenler arasında özgürce kurulmuş sayılır. Yaratılan bu eşitliğin biçimsel olduğu aşikardır. Nihayetinde bu eşitlik sermaye birikimine olanak sağlamaktadır.
***
Maddi üretim araçlarını elinde tutan sınıf düşünce üretiminin de araçlarını denetler. Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda, toplumun egemen düşüncelerini oluşturur (Alman İdeolojisi, Marx).
Marx, Alman İdeolojisinde egemen sınıfın düşüncelerini egemen sınıfın varlığından ayırır ve bu düşüncelerden bağımsız bir varlık yüklersek, belirli bir çağda şu veya bu düşüncelerin egemen olduklarını, nedenini bilmeksizin söylemekle yetiniriz demektedir. O zaman da burjuvazinin egemen bulunduğu bir çağda özgürlük ve eşitlik gibi kavramların niçin egemen kavramlar durumuna geldiği açıklanamaz.
Yazının başına dönersek; uluslararası belgelerin/antlaşmaların evrenselliği ve bununla bağlantılı insan haklarının gelişkinliğine ilişkin bir kriter olduğu iddiası, bir de buradan okunmalıdır. Eğer bu belgeler (de) sosyo-ekonomik ilişkilerin bir sonucu ise nasıl tarafsız oldukları ileri sürebilir?
Öyle ise, insan hakları alanı da sınıf mücadelesinin bir konusudur. Bu ise, insan haklarının (mücadelesinin) desteklenmesi veya reddedilmesi ikilemi üzerinden tanımlanamaz. Mücadele, özgürlükleri soyut bir şekilde sıralayan liberal düşünceye karşıdır. Bunun için; herkesten yeteneğine göre ve herkesten ihtiyacı kadar!
http://gazetemanifesto.com/2017/12/10/egemen-sinifin-insan-haklari/