SF'deki bir tartışmamızı hatırlıyorum. Borga sürekli olarak örgüt şöyle olacaktır, böyle olacaktır falan demeye getiriyor. o örgütün ideolojisinden hiç söz etmiyordu. Ben de o zaman örgütün önemli olduğunu ama ideolojisinin yok sayılamayağı anlamına ''Enver Paşa da örgütçüydü ama faşistin tekiydi.'' demiştim. Mustafa Kemal emperyalizme karşı Anadolu'da direnişi ve kurtuluşu örgütleme amacındayken, kafayı ''Esir Türkler'e takarak ve onları kurtarmak amacıyla imparatorluğun savaştan bıkmış askerlerini Doğu'da kırdıran paşanın bende öyle bir izlenimi vardı. Pek bilgiye dayandığı söylenemezdi. Sadece söz konusu subjektif olaya yönelik eleştirilerin zihnimde genelleştirmesiydi o izlenim. Tek bir olay üzerinden bir kişi hakkında mutlak bir değerlendirme yapmak yanlıştı. Borga'nın da Enver Paşa hakkında bir fikrinin olduğunu sanmıyorum. Yanıt verememişti. Epey de ''like'' almıştım o yanıtla. Merak denilemez belki ama, özellikle 1923 Anadolu İsyanı'nı ve Aydınlanma Devrimleri'ni anlayabilmek için de Osmanlı'daki aydınlanma sayılabilecek gelişmeleri, aydın Osmanlı paşalarını, İttihat Terakki'yi de az çok öğrenmek gerektiği yolunda bir algı da oluşmuştu bende. Bu yüzden zaman zaman ilgili kitapları genel okumamın içine dahil ederim. Kuşkusuz yararlı oluyor.
İzge Günal'ın İLERİ'deki yazısını okuyunca bunlar aklıma geldi ve elimde de araya sokuşturduğum bir Enver Paşa kitabı bulunuyordu. Dr. Yusuf Gedikli'nin ''Nutukları, Makaleleri, Bazı Beyannameleri ve Mektupları - Enver Paşa''... Ufukötesi yayınları'ndan çıkmış. Yarılamıştım. İzge Günal'ın yazısındaki Enver Paşa değerlendirmesiyle örtüşen bir yanı da var. Bu tür yayınlar okunduğunda Anadolu İsyanı'nı ve Cumhuriyet Aydınlanması'nı anlamak çok daha mümkün olabiliyor. SOL sempatizanlara Türkiye'nin Aydınlanma Serüveni'ni Osmanlı'dan başlayarak öğrenmelerini tavsiye ederim. Bu olmadığında köksüz bir ağaca benziyoruz ve bu ülkede gericilik adına ne yapılırsa yapılsın toplumun bütününü esir alamayacağı konusunda sağlam verilere de sahip oluyorsunuz. Bir solcunun edinmesi gereken bilgiler bunlar. Bu süreç zihinlere kazınmadan sosyalizm teorisyenliğine soyunmak bir karikatüre dönüşüyor. Sosyalizm mücadelesi aydınlanma mücadelesinin dışında değildir çünkü.
( Bu konuları zaman zaman konuşuruz. Bence yararlı ve gerekli. )
Başlangıcı İzge Günal'ın İLERİdeki yazısı olsun:
Karanlık bir dönem - İzge Günal
Şu okuduğumu unutma işine epey bir taktım. Bir süredir bunun romanlarla sınırlı olduğunu düşünüp, en azından kendimi çok kötü hissetmiyordum. Hele bir de Avram Venturanın İzmir Life dergisindeki son yazısında, Kimi zaman kitaplığa elimi atıp kitaplardan birini aldığımda, içeriğinin tümüyle aklımdan çıkmış olduğunu hayretle görüyorum. Sonra da, yoksa ben bütün bunları boşuna mı okudum, diye düşünmeye başlıyorum dediğini ve unutulmuş olsa bile, Okuduklarımın düşünce ufkumu geliştirdiğini söyleyebilirim (1) diye yazdığını görünce iyice rahatladım. Ta ki, geçtiğimiz günlerde Şevket Süreyya Aydemirin Enver Paşa incelemesini okuyana kadar. Yine dehşetle fark ettim ki, çok az şey anımsıyorum. Şimdi, bu durumun bana özgü olmadığını söyleyecek birini arıyorum.
Enver Paşa üç cilt, 1600 sayfanın üzerinde devasa denilebilecek boyutlarda bir inceleme. 60 yıllık bir dönemi anlatıyor ama anlattığı kişi Enver Paşa. Makedonya dağlarından, İttihat ve Terakkiye, Hareket Ordusundan, hükümet darbesine, Afrikadan, Orta Asyaya, saraya damatlıktan Komünist Enternasyonale dur durak bilmeyen bir koşuşturmaca. Zaten Mefkûreyi gerçekleştiremeyince, gerçeği mefkûre edinmekten başka çare yok diyen bir pragmatist. Lâfı iki yere getirmeye çalışıyorum: birincisi, bunca ayrıntı arasında yıllar içerisinde unutmam olağan karşılanabilir; ikincisi böyle bir kitabın tanıtımı bile ince bir kitap boyutlarına ulaşacağı için, içinden sadece küçük bir noktayı seçmem yadırganmayabilir.
Enver Paşayı ortaya çıkaran koşullar tam da Abdülhamid dönemine denk gelir. Hani günümüzde ulu hakan olarak yüceltilen, sağa sola ismi verilen, dönemi neredeyse asr-ı saadet ilan edilecek olan II. Abdülhamid. Peki, durum gerçekten de böyle miydi? Şu günlerde o dönemin yoğun bir övgüsü yapıldığı için soru bence güncel ve önemli.
Tek bir cümleyle özetlemek gerekirse, bu dönemde Osmanlının dışa bağımlılığının en üst düzeye ulaştığı, özgürlüklerin yok edildiği, aydınlar üzerinde olağanüstü baskıların uygulandığı, Osmanlının ciddi toprak kayıplarına uğradığı (ki bunu bazıları çok önemser) söylenebilir.
Gerçekten de, Meşrutiyet II. Abdülhamid zamanında fiilen kaldırılarak çok ağır bir monarşi rejimi uygulanmıştır. Osmanlının belki de ilk aydını kabul edilebilecek Mithat Paşa, Taif zindanında boğdurulmuştur. Bu cinayetle birlikte Mithat Paşanın önderliğini yaptığı Meşrutiyetin, yenileşme ümit ve çabalarının da sonu gelmiştir. Kurulan Jurnalcilik sistemi ile sadece aydınlar değil, tüm halk baskı altındaydı. Herhangi bir kişi hakkında elde kanıt olmaksızın ihbar (jurnal) yapılabiliyor ve artık aksini kanıtlamak suçlanan kişiye kalıyordu. Öyle ki, Üsküdarda kulübesinin bahçesinde topraktan çanaklar yapan bir kişi yaptıklarının bomba olabileceği kuşkusu ile ihbar edilmiş, adamın aklanabilmesi için üç aydan fazla süre geçmesi gerekmişti. Kimse kalkıp da bunlar bomba değil çanak diyemiyordu. Saraya yazılan jurnallerin kimi günler 5000-6000e ulaştığına dair kayıtlar vardır.
Hadi ilginç bir jurnal öyküsü daha aktarayım: Sadrazam Halil Rıfat Paşa bir gün Babıâliden Nişantaşındaki evine giderken, rahatsızlığının verdiği bir sıkışıklıkla küçük ihtiyacını gidermek için Galata karakoluna girmek zorunda kalır. Karakoldakiler şaşırırlar ama sadrazama tuvaletin yerini gösterirler. Fakat sadrazamı takip eden hafiyeler hemen saraya haber uçururlar, sadrazam gözaltına alınıp saraya getirilir ve sorguyu bizzat padişah yapar. Fakat cevaplar ve sebep Abdülhamidi tatmin etmez. Nihayet ihtiyar sadrazam saygı ile bağladığı ellerini çözerek, paltosunun eteklerini açmak ve pantolonunun paçalarındaki ıslakları göstermek zorunda kalır. Padişah bu hareketi yadırgamaz. İncelemelerini yapar. Ama sorgular bitmez. Sadrazam sarayda alıkonur. Evinden çamaşır, elbise getirilir. Ve soruşturma uzar gider.
Tahmin edilebileceği gibi ekonomi de çok kötü durumdaydı. Devlet maaşları ödeyemez hale gelmişti. İsmet İnönünün dediği gibi, İki ayda bir maaşını alabilen kendini şanslı hissediyordu. Subaylar maaşlarını ancak yüzde yirmi beşe kırdırabiliyordu. Elbette, saray ve saraya yakın kişilere ödemeleri tam ve zamanında yapılıyordu.
Dışa bağımlılık öyle bir durumdaydı ki, ordunun gereksinimleri olan nohut, buğday bile Anadoludan getirilmiyor, Rusyadan ithal ediliyordu. Hele Orlando-Tubini davası olarak bilinen bir olay vardır ki, ekonomik ve siyasi bağımlılığın nasıl beraber gittiğini trajikomik bir biçimde gösterir: Osmanlıya borç veren Orlanda ve Tubini adındaki iki Levanten alacakları zamanında ödenmeyince ticaret mahkemesine gitmek yerine Fransız hükümetine başvururlar ve bunun üzerine Fransız donanması 4 Kasım 1901de Midilli adasını işgal edip, alacakları ödenene kadar da işgali sürdürür. Ödenen paranın miktarı ise Levantenlerin belirttiği kadardır. Zaten sonunda devlet, değil borçları faizleri bile ödeyemez hale geldi ve Muharrem kararnamesi ile iflasını ilan etti.
Söylendiği gibi II. Abdülhamid döneminde ülkenin imarı için de çok şey yapılmamıştır. Tüm saltanatı boyunca yaptığı inşaat faaliyeti, nüfus ve yüzölçümü olarak kıyaslanamayacak kadar küçük olan Bulgaristanınki kadar yoktu.
Askere gitmemek için de çeşitli yollar vardı. İlki günümüzdeki gibi, bedel-i nakdi denilen parasını ödeyenin askere gitmemesiydi. Buna ek olarak yerine bir başkasını göndermek de olabiliyordu ki akrabalarının boğaz tokluğuna çalışması karşılığında yoksullar ikinci kez askere gidiyordu.
Devlette terfi etmek için iki yol vardı: Ya saraya bağlanmak ya da nüfuzlu birine damat olmak. Sonuçta Abdülhamid devri böyle bir devirdi işte; eksiği var, fazlası yok. Sanki günümüzü anlatıyor gibiyim, değil mi?
Neyse, bu karanlık dönem Resneli Niyaziyi, Mustafa Kemali, Enver Paşayı çıkarttı. Yine olmaması için hiçbir neden yok.
80 öncesinde Mustafa Kemal, cumhuriyet ve kazanımları konusunda olumsuz tek bir siyasal tavra rastlayamazsınız. Kaypakkaya'nın yorumlarının yanlışlığı da konuya bütünlüklü bir açıdan değil özellikle Kürt isyanları bağlamında bakmış olmasının bir sonucuydu. 80 sonrasında hem sosyalistlerin yereldeki ve hem de sosyalizmin özellikle SSCB'deki yenilgisi sosyalist sol saflarda çok büyük bir dağılmanın ve savrulmanın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu dönemde sosyalizmin gerilemesi ve Kürt hareketinin de yükselişe geçmesi bu dağılma ve savrulmanın daha da etkili olmasına ve hem tarihe ve hem de teoriye çok büyük yanlışlıkların eklenmesine neden olmuştur. Ülkede, aydınlanma ve cumhuriyete bu dağılma ve savrulmanın getirdiği yanlış perspektiflerden bakmanın bu kadar yaygınlaşmasının ve kuyrukçuluğun ve liberal etkilerin sosyalist sola bir kama gibi girdi yapmasının nedeni de budur.
Sosyalist devrim perspektifinin yerini ( beyhude bir) demokratikleşme ve Kürt hareketine kuyrukçuluk ve bu perspektiften yaklaşımın gereği olarak cumhuriyet kazanımlarına ve M.Kemal, Kemalizm düşmanlığı olarak ortaya çıkan bu savrulma süreci sonuçta teorinin de tahrip edilmesi sonucunu getirmiş ve bu topraklarda yaşanmış tarihsel sürecin önemsiz olarak algılanmasına ve hatta aydınlanma macerasına ve onun 23'teki kurucularına düşmanlığa varan gerici bir siyasal hatta dönüşmüştür.
( Burada bir parantez açıp özellikle sanalda Kürt hareketine biat etmeyen ve kuyrukçuluk göstermeyen siyasal tavırlara neden bir hakaret ve küfür düzeyindeki cümlelerle saldırıldığının açıklamasını da görebilmekteyiz. Bu dağılma ve savrulma özellikle liberalizm ve kuyrukçuluk bağlamında solcu olabilmenin Kürt hareketine destekten geçtiği gibi bir tavrın (birtakım üstünkörü alıntılarla) teoriye yamanması sonucunu vermiş ve bu sonuç da beraberinde Anadolu Aydınlanması, cumhuriyet kazanımları ve Kemalizm ile ilgili düşmanlığa varan bir tavrın yaygınlık kazanmasını getirmiştir. Bu konuda pek çok başlığımız var, önemi oranında da sürekli değinmeye çalışıyoruz, deyip burada parantezi kapatalım.)
Oysa sosyalistlerin tarihe bu şekilde yaklaşabilmesinin teoriye ve Marksist dünya görüşüne uygunluğunu iddia edebilmek mümkün değildir. Tarihsel ilerleme diye bir gerçeklik ve ''Tarih Tezi'' diye bir yaşanmışlığa yaklaşım yöntemimiz var. Bir sosyalist bu konuları öğrenmek, öğrenmiyorsa gereksiz ve zararlı gevezeliklerden ve saçmalıklardan uzak durmak zorundadır. Ama uzun yıllar böyle olmadı; Marksizm ve çoğu zaman enternasyonalizm adı altında bilmeden, öğrenme gereği duymadan ve hatta böyle bir becerisinin ve bilgi birikiminin bulunmadığını bile bile ahkam kesilmeye çalışıldı, üfürüldükçe üfürüldü. Genç sempatizanların zihnine solculuk algısı adı altında sol düşmanlığı yerleştirildi, aydınlanma ve cumhuriyet düşmanlığının tohumları eklendi. Sadece o da değil, kendi zihinlerinin kararmasına da yol açtılar.
( Şimdilerde kuyrukçu olmadıklarını söyleyerek ama kuyrukçu alışkanlıklarını hala sürdürerek saçmalamağa ve sol düşmanlıklarına enternasyonalizm adı altında devam ediyorlar.)
Bu sabah M.Çulhaoğlu'nun İLERİdeki yazısını okuduğumda aklıma gelenler bunlardı. Onun yazısının ilgili bölümünü buraya almakta yarar var:
''Tarihin akışının bir temel, itici gücü bir de bu akış sırasında ortaya çıkan büyük resimler vardır. Marjinal tarih tezlerine konu olan geçmiş olguların aslında bu temel dinamikle ilişkilendirilmesi ve büyük resimde belirli bir yere oturtulması pekâlâ mümkündür.
Gelgelelim, o temel dinamiğe (sınıflar mücadelesi ve sermaye birikim süreçleri) ilişkin bilgi de ilgi de günümüzde dar bir kesime sıkışmış durumdadır. Sonra, tarihin derinliklerinde ulaşılan yeni bilgilerin büyük resimde bir yere oturtulması da kimilerine zor gelmektedir.
Kolay olan ise madem benim bulgum büyük resme oturmuyor, o zaman büyük resim gelsin benim bulgumun etrafına otursun denmesidir ve nitekim böyle denmektedir.
İddia ediyoruz: Bugün Türkiye solunda en zor işlerden biri, insanları genel olarak burjuva devrimlerin tarihteki yeri, özel olarak da Türkiyede İttihat ve Terakkiden başlayıp
Cumhuriyetin kurulması ve Cumhuriyet dönemi reformlarıyla devam eden sürecin bir burjuva devrim olduğu konusunda ikna etmektir
Ne derseniz deyin ikna olmuyorlar işte!
İkna olmama nedenleri ise (artık bıktığımız için) burada üzerinde durmayacağımız, tarih biliminin de Marksist tarih anlayışının da büsbütün dışında kalan gerekçelerdir. Burjuva devrimse neden demokrasi getirmedi? ya da burjuva devrim hiç tepeden olur mu? gibi itirazlara verilecek yanıtlarınız olsa bile boşuna nefes tüketmeyin
Bu durumda tarihe ilişkin marjinal tezlerin kolay alıcı bulmasına da şaşırmamak gerekir.
***
Örnek vermedin denirse;
19. yüzyıla bakarken, ulus devletlerin ortaya çıkmasını sanki birileri hadi ulus devlet yapalım demiş gibi bir tercih sonucu, bir tarihsel hata gibi gören ve yer yer feodal döneme özgü özerkliklere öykünen yaklaşımların en küçük bir değeri yoktur.
Cumhuriyeti ve özellikle 1940a kadar olan reformlarını insanlık tarihinin tanık olmadığı ve daha da olamayacağı biriciklikte gören ve burjuva devrim nitelemesini duyunca celallenen yaklaşımlar, bu yolu 1930ların başında Şevket Süreyyanın ve Kadro çevresinin denediğini, sonra dersini alıp yerine oturduğunu unutmamalıdır.
Kurtuluş Savaşının, Cumhuriyetin kuruluşunun ve sonraki reformların, başka her tür dinamiği ikinci plana iterek sadece Ermeni katliamının daha sonra başa bela olması endişesiyle ya da gene sadece Kürtleri asimile etme niyetiyle açıklanmasına değer biçmek mümkün değildir.
***
Kıssadan hisse:
Tarih çalışmalarından çıkan kimi bulgulara şehvetle sarılmak yerine önce bunların temel dinamikle ilişkisine ve büyük resimde oturacağı yere bakılması her zaman daha doğrudur.
Hep özele bakarsak ve oraya gömülürsek evrensel kategorilere ulaşamayız; evrensel kategorilerin olamayacağını söylemek ise yakın dönemin yeni Ortaçağ düşüncesi olarak temayüz eden post-modernizmden başka bir şey değildir.''
https://ilerihaber.org/yazar/marjinal-tarih-tezleri-90422.html
Çulhaoğlu biraz daha soyut bir dil kullanmış. Açıkçası soyut olarak da olsa söylediklerini bu forumda, yıllardır daha açık ve net olarak söylenmiştir ve söylenmeye de devam edilecektir. Ülkenin aydınlanma sürecine, cumhuriyet kazanımlarına ve (sol) Kemalizme düşmanlıkla yaklaşan bir tavrın sol bir tavır olmadığını ve bu yanlışlığın içinde bulunanların solcu bile olamayacağını defarca söyledik ve evet, söylemeyi de sürdüreceğiz.
Türkiye sosyalizminin bu saçmalıklardan ve bu şarlatanlardan kurtulma zamanı geldi de geçiyor bile!
( Son bir parantez, Kemalizmle ideolojik bağlantının kesilmesinin bu şarlatanlığı savunmakla bir ilgisi de bulunmamaktadır. Bu tür cümleler kuranların bu konuyu da diğer pek çok konu gibi bilmedikleri anlaşılıyor. Zaten bilselerdi, öğrenmek ve bilgilenmek gibi bir amaçları olsaydı böyle bir saçmalığı yıllardır savunur pozisyonda olabilirler miydi?)
Orhan Gökdemir'in SOLhaber'e katılımı gerçekten çok iyi oldu. Bulanın, ikna edenin aklına sağlık. Pek çok yazısının ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Yazmak ve ilgiyle okutmak gerçekten önemli. Belki bir haber sitesi için uzun sayılabilir bazılar. Ama olsun. Yazdığı konular gerçekten de önemsenecek cinsten.
''Bir halk yaratmak'' yazısı da aynı ilgi çekicilikte. Türkiye'nin aydınlanma sürecine başka bir yerden bakmış ve iyi de yapmış. Sözünü ettiği ''kayıplar''dan olmamak için okunmalı, kavranmalı ve içselleştirilmelidir.
Bugünün Türkiye'sine bu süreçlerden geçerek geldik çünkü!
Bir halk yaratmak - Orhan Gökdemir
1861 yılında Çar II. Alexander yüzyıllardır süren serfliği ortadan kaldırdı ve nüfusun çoğunluğunu teşkil eden köylüleri serbest bıraktı. Fakat böylece köylüler topraklarından da olmuşlardı. Yüzyıllardır ekip biçtikleri toprakları büyük bedeller ödeyerek geri almak zorunda kaldılar. Haksızlık o kadar açık, o kadar parmağım kör gözüne şeklindeydi ki şiddet eylemleri baş gösterdi. Haksızlığa ve isyana tanık olan aydınlar toprağın yeniden dağıtılmasını sağlayacak bir devrimin gerekli olduğunu fark etti. Bu devrimin yakın olduğuna inanan çok sayıda küçük eylemci gurup oluştu. Rusya Narodnizmle tanışıyordu.
Rus popülizmi-Narodnizm-bir tarım devrimi ideolojisidir. Otokrasinin kaldırılmasından ve toprağın köylüye verilmesinden yanaydılar. Kapitalizmin Rusya'da arızi bir şey olduğuna, gelişme olasılığı bulunmadığına inanıyorlardı. Bu nedenle de Rusya'da devrimci güç olarak proletaryayı değil, köylüyü görüyorlardı. Halka doğru giderken gerçekte gittikleri halk köylülerden ibaretti. Büyük çaresizliktir.
Çaresizlik, silaha sarılmak şeklinde nüksetti. Narodnik Dimitri Karakozov 1866da, Çara yönelik başarısız bir suikast girişiminde bulundu, bedelini hayatıyla ödedi. Köylüler eylemiyle pek ilgilenmiş görünmüyordu fakat gençler etkilenmişti. 1874de binlerce genç öğrenci sosyalizm propagandası yapmak için Rusyanın kırlarına akın etti. Köylüler şaşkın bir şekilde kendileri gibi olmaya çabalayan şehirli çocukları izliyordu. İzlemeyenler polise koştular, kendilerini kurtarmaya gelen gençleri ispiyonladılar. Çoğu polis tarafından avlandı, yıllarca hapis yatanlar oldu. Bir halk yaratma girişimidir.
Yenilince daha örgütlü gitmeyi denediler. Halkın İradesi (Narodnaya Volya) yenilenlerin izinden gitti, dersler çıkarmışlardı, zaman zaman başarılar da elde etti. Çar II. Aleksanderı öldürmeyi başardılar mesela. Ama eylemin sonuçları çok ağır oldu. Bir kısmı çarla birlikte can verdi, geriye kalanlar darağacında tamamladı kısa ömrünü. Leninin ağabeyi Saşa da onlar arasındaydı. Olmayan bir halk için ölmeyi göze almışlar, tereddütsüz ölüme atılmışlardı. Halk yaratma girişimidir, müthiştir.
Tek bir getirisi oldu bunca kanın, gözyaşının, acının, kaybın. Çabalarının monarşiyi alaşağı etmeye yetmeyeceğini acı bir tecrübeyle öğrenmiş oldular. Bunun için başka türlü bir irade ve başka türlü malzeme gerekliydi. Kurtuluş köylerde değil, şehirlerde, zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan işçiler arasındaydı.
***
Şimdi Narodnizmi bir başlangıç sayıyoruz. Ekim Devriminin kökeninde Narodnik hareket var. Halkçıydılar ve köylüleri ayağa kaldırarak devrim yapmayı, köylüden bir halk icat etmeyi hayal etmekteydiler.
Sadece Ekimcileri değil, Çini ve Osmanlı İmparatorluğunu da etkilediler. Halka doğru gitmek zamanın ana eğilimiydi. Çinde seçkinlerin inancı olan Konfüçyüsçülüğe karşı, kırsal köylü kültürünü yücelttiler. Folkloru icat ettiler, köy kültürünü her şeyin kaynağı saydılar. Köycülükün Çin versiyonudur. İçinden Maoist hareket çıktı, böylece Halkçılar Çinde iktidar oldu.
Bizdeki karşılığı Jön Türk hareketidir. Çabaları 1908 Devrimi ile taçlanmıştır ve esası halka doğru gitmektir. 1908de padişahı alaşağı edip bir halk yaratmaya girişti. Fakat 1909da halk olmaya direnen ümmet ayaklandı. 31 Martta biri köhne, diğeri yeni-ilerici iki kuvvet Gezi Parkında karşılaştı. Gericilik yenildi. Mücadeledeki kayıplarımız Hürriyet-i Ebediye veya Abide-i Hürriyettedir.
Ardından Balkan Harbi patlak verdi, o hengâmede bulduğumuzu yitirdik. Cumhuriyet yitmişi buldu, tamamlamaya girişti. Köycülükle başlaması, halka doğru hareketlenmesi pek manidardır. Hikâyesini Yakup Kadri yazmıştır; Yaban bir halk yaratmak üzere yönünü köye ve köylüye dönmüş aydının trajedisidir.
Demek ki Narod, Halk, meselenin esasıdır. Rusyada icat edildi, Ekim Devrimine evrildi. Çine sıçradı, Maoculuk onun paltosundan çıktı. Osmanlıya nüfuz etti, Kemalist Cumhuriyetin sebebidir. Her durumda Narodnizmi bir başlangıç sayıyoruz. Zaten Kemalizmin Halkçılığı, henüz ortada bir halk yokken icat edilmiştir. Halkçılık halktan öncedir ve demek ki bir halk yaratmanın yollarından biri halkçılıktan geçmektedir.
***
Batıda bir başka yol buldular. Kapitalizmin gelişmesi, milli pazar ihtiyacı ve Büyük Fransız Devriminin etkisi Avrupanın hemen her yerinde bir halk yaratma çabasına yol açıyordu. Hâlbuki somut durum, bir imkânsızlığa işaret etmekteydi. Cermenler, Gallo-Romanlar ve Frankların bir karışımı olan Fransa çorbası uzun ve kanlı bir hesaplaşmanın sonunda Fransızları yaratabilmişti. Avrupa ırkı keşfediyordu. Fransız Devrimini Galyalılar ile Frankların savaşı olarak görenler çoğunluktaydı. Hâlbuki daha yakın bir zamana kadar halkların Kutsal kitaba uygun olarak Ham, Sam veya Yafesin soyundan gelenler olarak sınıflandırılması modaydı.
İngilterede de durum en az Fransa kadar karışıktı. Keltler, Cermenler, Britonlar ve Anglo-Saksonlar zaman içinde karışmış kaynaşmıştı. Üzerine bir de İbrani rüzgârı geldi. Karmaşa göçenlerle okyanusun öte yanına taşıdı. Yeni Dünya-yerlileri saymadıklarından - bir Cermen-İbrani senteziydi nihayetinde.
Sonrası malum, işi büyütüp Avrupanın bütününe bir kök aramaya koyuldular. Yunanistanı buldular. Yetmeyince Hint-Avrupa ve sonra Hint-Hitit kökleri icat ettiler. Avrupa yaratılmış bir kıtadır. Sakinleri bir halk yaratmakla kalmayıp, bir kıta icat etmişlerdir. Hâlbuki Avrupa coğrafi olarak Asyanın küçük ve önemsiz bir uzantısıdır. Doğal sınırlar değil, Avrupa kültürü ve medeniyeti onun sınırlarını belirlemektedir. Artık sorgulamıyoruz.
***
Peki, bu durumda Avrupa kıtasının sınırları neresidir?
17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu Avrupa sınırları içerisindeydi. Navarin Savaşından sonra, Yunanistan Krallığının kurulmasıyla Osmanlı Avrupanın dışında kaldı, Yunanistan sınırları Avrupanın da sınırları oldu. Bir ara o sınırlar Ortodoks Hristiyanlıkla Katolik Hristiyanlık arasından geçmeye başladı. Yugoslavyanın parçalanması sürecine bir de bu açıdan bakılabilir. Şimdi, Bulgaristan yeni sınır olmuştur ve Avrupa kıtasının sınırları Edirnede nihayete ermektedir. Avrupanın hep bir duvara ihtiyacı vardır. Doğal sınırlarınız yoksa duvar örmek zorunda kalırsınız.
Duvar yoksa sınırlar da oynaktır. Bir dönem Türkler, başka bir dönem Kürtler ve Farslar Avrupalı sayılmıştır; çünkü Kürtçe ve Farsça Hititçe ile akrabadır. Oysa Türkçe dışındadır ve bu uzaklık, Batıcı bir program yürüten Kemalizmin en büyük sorunlarından biridir.
Mustafa Kemal, İttihatcılardan miras Batıcı bir program yürütüyordu, bu yüzden Hititlerin Türk olduğunu iddia etmek zorunda kaldı. Kemalizm Hititlerin Türk olduğunu iddia ederken, aslında Türklerin Hitit kökenli olduğunu söylemek istiyordu. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Avrupa Hitit köklerine yüz yıldan bu yana ırkçılığa kaçan bir tonda vurgu yapıyordu. Kemalistler Anadolu dillerinin (Lidyaca, Karyaca, Likyaca, Luvice, Hititçe) Hint-Hitit çıkışlı olmasının işlerini kolaylaştıracağını düşündü. Cevat Şakirin başını çektiği Anadoluculuk hareketinin çıkışı budur. Anadolucular, Bu mirasın sahibi biziz, demeye getiriyorlardı. Kemalist hareket Avrupa ideolojisinin yönelimini sezmiş ve Türk Tarih Tezi ile Avrupa ırkçılığının karşısına Türk merkezci anlayışla çıkmaya çalışmıştı.
Hâlbuki Kurtuluş Savaşında esas düşman Yunan Krallığıydı ve bu krallık Avrupanın himayesi sayesinde kurulabilmişti. Yani Kurtuluş Savaşı içinde aynı zamanda Avrupanın sınırlarını yeniden belirleme savaşı vardı. Kemalizm, böylesine elverişsiz koşullarda olmayan bir ulusu icat etmek zorunda kaldı. Ümmetten millet üretti ve ürettiğinin pek sorunlu olduğunu artık biliyoruz. Olmamıştır.
Olduğu kadarı bile düzenin efendilerini ürkütmeye yetmiştir. Ayaklarının altındaki toprağın kaygan olduğunu gördü ve büyük bir korkuyla kendi öz evlatlarına saldırdı. Solu bastırdı ve sağ için yolu açtı. Altından büyük bir karanlık çıkmıştır ve buna şimdi İslamizasyon diyoruz
***
Zaman zaman halk olmayı başardığımızı biliyoruz. 1960lı yıllarda, hatta 1970li yıllarda çok yaklaştık. Haziran Direnişinde mümkün olduğunu yeniden gördük. Uzun bir yoldur ve ilerliyoruz, Türklük meselesine gelince; Bizde Türkü keşfedenler Yahudi kökenli Macar aydınlarıdır, Arminius Vambery ve Leon Cahuna borçluyuz. Türk olduğumuzu onlardan öğrendik fakat kabul etmedik. Kemalistler halk olmamız için aynı zamanda Türk olmamız gerektiğine inanıyorlardı; Anadoluyu dolaşıp köylerde Türkleri aradılar ve fakat yalnızca Müslümanları buldular.
Büyük yazarımız Doğan Avcıoğlunun Türklerin Tarihi büyük bir giriştir. Öncesinde Türk Tarihinin Ana Hatları, bilinen adıyla Türk Tarih Tezi var. Arada Avram Galantinin Türklük İncelemeleri. Esası bu kadardır. İcat ettik ve kabul etmeyenleri inandırmayı başardık.
Kendisini bomba yapıp Çarın üzerine atan Narodniklerden beri işimiz bu, yaparız, yaratırız. Aksini düşünenler yoldan çıkmışlarımızdır, anlarız. Kayıplarımızdan sayarız.
Y.Küçük 1923 için ''solun asla geri düşmemesi gereken tarih'' diyerek cumhuriyet kazanımlarının sol için öneminden söz etmişti. Kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak bu kazanımların altı oyuluyor, devrimler kuşa döndürülüyordu. AKP'nin 16-17 yıllık iktidarı bu kazanımları tamamen sildi süpürdü. O. Gökdemir SOLportal'daki yazısında Abdülhamit dönemine gönderme yapıyor. Tamamlanmamış, yarım kalmış cumhuriyet devrimleri için ''Devrimini tamamlayamayan, çöküşün bir parçası haline gelir.'' diyor. Tam da böyle olmuştu. Bu coğrafyada ne burjuva devrimini tamamlayabildik ve ne de cumhuriyeti bir sosyalist cumhuriyete dönüştürebildik!
Gökdemir'in yazısı bölgede bir dönemin çözümlemesi olarak da okunabilir. Öncesinde de aynı konu gündemine girmişti. Önemli yazılar olduğunu düşünüyorum. Yakın dönem tarihini, cumhuriyet dönemini ve Osmanlıyı parçalanmaya götüren tarihselliği önümüze seriyor, bugünle bağıntısını da kurarak;
''Karamsarlık umudun türevidir. Tabloya bakıp karamsarlığa kapılmak ayrı, dediğimiz, umutsuz devrim mümkün değildir. Gezide gördük, umut parlamaya hep hazırdır ve fakat o ışığı devrime taşıyacak örgütlü bir güç gerekir.
Devrimini tamamlayamayan çöküşün bir parçası haline gelir. Umudumuz var, bu çöküşün bir parçası olmayacağız.''
Yazının tamamı:
Hürriyet ile Cumhuriyet arasında - Orhan Gökdemir
Daha önce belirtmiştim; Cumhuriyeti silersen Abdülhamite varırsın. Neden Abdülhamit? Mecburiyetten. Misal, Vahdettinin nesine varacaksın? Böylesine kirletilmiş ve cehalete itilmiş bir ülkede bile İngiliz gemisiyle sıvışmış bir soytarıdan aziz çıkaramazsın. Bu durumda tek numarası iktidarını umutsuzca uzatmaya çalışmak olan Hamitin kapısını çalacaksın.
Çaldın kapıyı diyelim, ne bulacaksın? Küçülme döneminin padişahıdır Hamit. İktidarda olduğu 30 yılda Romanyayı, Balkanları, bugünkü Yunanistan topraklarını, Kars-Ardahan-Batum hattını, Kıbrısı, Tunusu, Libyayı ve Mısırı kaybetti. Anadoluya sıkışıp küçülmüş ülke onun eseridir.
1876ta tahta oturdu. Bir yıl sonra Osmanlı-Rus harbi patlak verdi ve Ruslar Osmanlı topraklarında hiçbir direnişle karşılaşmadan ilerleyip başkentin kapılarına dayandı. İki yıl sonra, 1878de, Berlinde bir kongre düzenlendi. Osmanlı, Rusya, İngiltere, Avusturya, Fransa, İtalya ve Almanya kongrede Şark Meselesini masaya yatırdı. Gerçekte ise Osmanlının parçalanması planlanıyordu. Osmanlı-Rus harbi enkazın kaldırılıp atılmasının çok kolay olacağını göstermişti.
Hamit, denildiği gibi Müslümanlığı sahici, dindarlığı siyasi bir zavallı âdemdir. Bu kötü gidişi durduracak ne bir fikri, ne de bir planı vardı. Tek çaresi Tanzimattan bu yana yapılmaya çalışılan reformları sürdürmek ama bir yandan da bunu kitabına uydurmaya çalışmaktan ibaretti. Lafta şeriatçı ve antiemperyalistti, gerçekte düvel-i muazzamanın masaya sürdüğü piyonlardan biriydi. Panik içinde kaçınılmaz olan yıkılışı ertelemeye çalışırken, dedelerinden kalan toprakların elinden kayıp gidişine tanıklık etti. Gerçi sorun sadece onda veya devletinde değildi, dünya kabuk değiştiriyordu. Tahta oturduğu yıl ile Birinci Büyük Savaş arasında geçen çeyrek asırdan biraz fazla zamanda dünyanın dörtte biri el değiştirdi. Bunda da büyük pay Osmanlı topraklarınındı.
Sonunda imparatorluğunun hızlı çöküşü o kadar belirgin hale geldi ki düvel-i muazzama elde kalan Anadoluyu da paylaşma planı yapmaya girişti. Osmanlıya bıraktıkları Orta Anadoludan Batı Karadeniz kıyılarına uzanan küçük bir toprak parçasından ibaretti.
Cumhuriyeti yıktılar ve Hamitin kapısına vardılar, görüp görebilecekleri işte bundan ibarettir. Azizleri düvel-i muazzamanın piyonu, kendi halkının celladıdır. Bugüne bakınca daha iyi görüyoruz; büyük güçlerin piyonu olanların halkının celladı olmaları kaçınılmazdır.
Cumhuriyeti silik ülkede biz de Hamiti görüyoruz. Sarayında kendine has bir dünya kurmuş cahil bir yobaza bakıyoruz, hem piyon hem cellattır.
***
Peki, bu durumda biz hangi kapıyı çalıp, kime varabiliriz?
1789 Büyük Fransız Devriminin Osmanlıya ilk etkisi 30 yıl sonra, 1821de, Yunan ayaklanmasının patlak vermesi oldu. Avrupa, Antik Yunanlıların torunlarının başkaldırısı olarak selamlamıştı isyanı. Barbar Türklere karşı Yunanlıların özgürlük savaşı söz konusuydu. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşanın askerleri koştu yetişti, isyanı bastırdı. Fakat Avrupa devletlerinin müdahalesiyle Yunanistan ayrıldı. Bundan böyle Yunanlıları Yunan devleti idare edecekti. Bu kopuş, aynı zamanda İmparatorluğun diğer ahalisine yaklaşmakta olanı haber veriyordu. Ermeniler Ermeni devletine, Türkler Türk devletine mecburdu. Fransız Devriminin artçı sarsıntılarıydı bunlar. Devrim Avrupayı düzlemiş, düzlenen Avrupa sınırları ötesine şekil vermeye başlamıştı.
Yunan ayaklanması sadece bir başlangıçtı. Osmanlı İmparatorluğu içinde gelişen milliyetçilikler yüzünden çöktü ve çöküşü yeni milliyetçiliklerin doğuşuna ebelik etti.
Hamitist küçülme, 20. yüzyılın başında bir felakete dönüşmüştü. Hem saray hem de halk ülkenin hızla parçalandığını görüyor, bunu durduracak bir çare bulamamanın umutsuzluğuyla akıbetini bekliyordu. Denklemi değiştirecek adımı bir avuç aydın-subay attı. Rumeli kaynaklı bu hareket Hamiti devirerek felaketi durdurmayı deneyecekti. 1908 Devrimi ülke için umut ve vaat dolu bir dönemin kapısını aralamıştı. Anayasaya dayalı hukuki bir düzen kurulacak, devlet kurumları çağdaşlaştırılacak, ülke ayağa kalkacak ve dış güçlere karşı güçlü bir şekilde dikilecekti. Özgürlüklerin güvence altına alınmasıyla cemaatler arasındaki gerilimler ortadan kalkacak, vatana huzur gelecekti. Hürriyet kahramanı Enver durumu şöyle özetliyordu: Bundan böyle Müslim, gayrı Müslim bütün vatandaşlar elbirliği ile çalışacak, hür milletimizi, vatanımızı, daima yükselmeye sevk edeceğiz. Yaşasın millet, yaşasın vatan!
Öyle oldu, halk sokaklarda toplandı ve aralarındaki farklara bakmaksızın kol kola girip dans etti. İmamlar, hahamlar ve rahipler kucaklaştı, Rumlar Türklerle birlikte yürüyor, Ermeniler Kürtlerle yan yana duruyordu. O Temmuz günlerinde ülkedeki hemen herkes hayatlarının olumlu yönde değişeceğine inanıyordu.
Fakat 10 yıl sonra, 1918de, imparatorluk tam bir enkaza döndü. Bir zamanların o cesur ve umutlu İttihatçıları, kurtarmaya yemin ettikleri imparatorluğu düvel-i muazzamanın insafına bırakarak kaçıp gitti. Osmanlıyı, Sarayı, onun bir uzantısı sandıkları ülkeyi içine düştüğü çürümüşlükten kurtarmak istiyorlardı ama sonunda gidip o çürümenin bir uzantısı oldular. 1908deki umuttan eser kalmamıştı. Ülke parçalanmış, ondan geriye kalan topluluklar birbirini boğazlamaya başlamıştı. Müslüman Hristiyanı, Hıristiyan Yahudiyi, Türk Ermeniyi, Ermeni Kürtü boğazlıyordu. Hamiti devirenler Hamidizmin bir uzantısına dönüşmüş, amaçları küçük iktidarlarını korumaktan ibaret kalmıştı.
Devrimini tamamlayamayan, çöküşün bir parçası haline gelir.
Demek ki Envere ulaşıyoruz. Enver, imparatorluğu eski parlak günlerine döndürmek istiyordu. Bunun yolu da kayıpları geri almaktan geçiyordu. Sonunda o hayalin peşinde Asya içlerinde Türkleri ayaklandırmak isterken bilmediği topraklarda can verdi. Demek ki Mustafa Kemale varıyoruz. Mustafa Kemal Envere göre daha makul veya daha mütevazı bir yol tutturmak istiyordu. Talihi yardım etti, bugünkü sınırlar onun eseridir. Hamit onların, Enver ve Mustafa Kemal bizimdir.
***
Enverist Hürriyeti, Kemalist Cumhuriyete bağlıyoruz. Çünkü 1908in iyimserliği ile 1918in karamsarlığından çıktı Cumhuriyet. Ortasında Enver ve kıyısında Mustafa Kemal var. 1918de imparatorluk dağıldı ve Hamit öldü. Devrim, 1908in iyimserliğini devralacak ve 1918in karamsarlığını dağıtacaktı. Ve yeni hareketin öncekinden tek bir farkı vardı; ortalıkta kurtaracak bir imparatorluk ve boyun eğecek bir saray kalmamıştı. Haliyle onlar da kendi yollarını kendileri çizmek zorunda kaldı. Buna devrim diyoruz.
Devrim, kendi yolunu kendi çizme işidir.
***
Cumhuriyeti silersen Abdülhamite varırsın. Bizim ise 1908den daha geriye gitmemiz mümkün değildir. Ucunda Cumhuriyet olduğunu biliyoruz, Hürriyete tutunmaya çalışıyoruz.
Gericilik ise Hürriyet ve haliyle İttihatçı düşmanlığı ile başlar. Daha yakın zamanda, Cemaat AKPye karşı henüz kalkışmamışken en moda suçlamalardan biriydi İttihatçılık. Buna bir de Jakobenizmi eklemişlerdi. Geçen yüzyılın bütün suçları bu bir avuç Jakoben İttihatçının başının altından çıkmıştı.
Hâlbuki 1908in şafağında Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Kürtler herkes İttihatçıydı. Taşnaksutyun, İttihatçıların en önemli müttefiklerinden biriydi. Fakat İttihatçılar devlet bütünlüğünü korumaya çalışırken onlar özerklik peşindeydi. Bu da Kürtlerle çatışmaları beraberinde getiriyordu. Bir ara İttihattan aldıkları destekle Kürtlerle meselelerini halletmeye kalkışınca pek çok Kürt ayaklanması patlak verdi. Hatta İttihatçılar daha da ileri giderek Hamidiye Alaylarını dağıttı ve Hıristiyanları da askere almaya başladı. Muhalifleri, İttihatçıları Hıristiyan ve Yahudi yanlısı olmakla itham ediyordu. O kadar ki 1909da patlak veren gerici 31 Mart vakasını fırsat bilenler Adanada binlerce Ermeniyi katletti.
İttihatçı subayların çoğunluğu, hızla kaybedilen imparatorluk topraklarından geliyordu. Uçlardaki felakete tanık olmuşlar, daha büyüğünün yaklaşmakta olduğunu anlamışlardı. Sonunda değişik inançlardan insanları yok etme noktasına gelmiş olmalarının nedeni 1908 hülyasının paramparça olmasından duydukları hayal kırıklığıydı. Çürümenin ortasında yakaladıkları o son ışık sönüp yitti. Geriye katliamlar, açlık, salgın hastalık ve sınırsız düşmanlık kaldı.
Karamsarlık umudun türevidir. Tabloya bakıp karamsarlığa kapılmak ayrı, dediğimiz, umutsuz devrim mümkün değildir. Gezide gördük, umut parlamaya hep hazırdır ve fakat o ışığı devrime taşıyacak örgütlü bir güç gerekir.
Devrimini tamamlayamayan çöküşün bir parçası haline gelir. Umudumuz var, bu çöküşün bir parçası olmayacağız.
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/orhan-gokdemir/hurriyet-ile-cumhuriyet-arasinda-251863