Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

Liberal demokrasiyi unutun - Nevzat Evrim Önal

Tüm kendi ilkelerini bizzat ayaklar altına alan liberal demokrasi can çekişiyor. Bırakalım gebersin, sevenleri götürüp nereye gömerse gömsün.

Emperyalizmin tarihi boyunca hiçbir kavram insanlığın büyük ideali olan “özgürlük” kadar istismar edilmedi ve kirletilmedi. 20. yüzyıl boyunca, insanlığın eşit ve özgür bir dünya kurma arzusu sosyalizm ile ete kemiğe büründükçe, liberal ideologlar eşitlik ve özgürlüğün birbirini güçlendiren değil zayıflatan olgular olduğu yalanını uydurdular. “Özgürlüğün en büyük düşmanının eşitlik olduğu” iddiası, emperyalizmin sosyalizme karşı ideolojik mücadelesindeki en temel argümanı oldu. Bunun için özgürlük, her türlü kolektif içeriğinden arındırılarak bireysel bir çerçeveye sıkıştırıldı; olması gereken tek eşitliğin de “hukuk önünde eşitlik” olduğu, bunun dışındaki her türlü eşitliğin bireysel özgürlüğün ihlali olacağı söylendi.

Sosyalizmin yükselişi karşısında sermayenin despotluğu böyle savunuldu.

Bu çerçevede, yazıya başlarken, özgürlük konusundaki görüşlerimin yaygın kanaate uymayacağını söylemeliyim. Ben materyalistim, benim görüşüme göre özgürlük soyut bir “idea” değil, maddi bir meseledir. Dolayısıyla bana sorarsanız, bir toplumsal sistemde tüm yurttaşların uzun ve sağlıklı yaşayabilmesi, bireysel zenginleşmenin önünde yasal sınır ve engeller olmamasından çok daha büyük bir özgürlüktür. Ya da insanların yoksulluğun yarattığı engeller olmadan fiziksel ve zihinsel potansiyellerini hayata geçirebilmeleri, kendilerine takma isimler uydurup sosyal medyada yarım yamalak fikirlerini attırabilmelerinden çok daha büyük bir özgürlüktür.


Ne var ki, emperyalist sistemin günümüzde geldiği noktada, onun liberal demokrasi ve özgürlük dogmaları bile bir bütün olarak çöküyor.

Gelin, tartışalım…

***

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve emperyalist kapitalist sistemin tüm dünyayı kapsar hale gelmesi, yukarıda bahsettiğimiz ideolojik çerçeveyi bazı açılardan sürdürülemez, bazı açılardan da gereksiz hale getirdi.

Bir yanda, artık sosyalizmi terk etmiş, dolayısıyla sistemin bütünü açısından tehdit olmaktan çıkmış Rusya ve Çin, sahip oldukları göreli avantajları emperyalist-kapitalist bir çerçevede değerlendirerek emperyalist sistemin hiyerarşik yapısını sarsacak bir etki yaratmaya başladı. Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’daki yüzlerce büyük sanayi tekeli emeğin ucuz olduğu Çin’de yatırım yapmak için sıraya girmişken ve dünyanın biraz olsun sanayileşmiş her ülkesi Çin’den ucuz ara malı ithal ederken, “sermaye liberal demokrasi ister” yalanını savunmak çok zorlaştı.


Diğer yanda ise, kapitalizm varlığını sürdürdükçe kaybeden çoğunluk olmaya mahkûm işçi sınıfının, politik güç açısından tarihindeki en zayıf noktaya gerilemiş olması, onun öfkesini düzen açısından hayli tehlikesiz, dolayısıyla kışkırtılabilir ve istismar edilebilir hale getirdi. Bunun sonucunda tüm kapitalist ülkelerde, yoksul emekçilerin çıkarına olmayan ama onları gerici ideolojik anlatılarla kapsayan yeni bir sağcılık kulvarı açıldı. Kanımca sığ ve yanıltıcı biçimde “popülizm” olarak tanımlanan bu kulvardaki hareketler, kapitalizmin görece gelişkin olduğu (dolayısıyla olağan koşullarda işçi ücretlerinin de görece yüksek olması beklenecek) ülkelerde, sermayenin gerek Çin’in sağladığı olanakları kullanarak gerekse ülkeye akın eden ve temel haklardan yoksun yaşayan göçmen işçileri istismar ederek işçi sınıfını karşı karşıya bıraktığı işsizlik ve yoksulluğun yarattığı öfkeyi kendi politik yükselişi için zemin olarak kullandı. Fazlaca genellemek tehlikeli olsa da, hemen her örnekte meta üreten ve Çin’in giderek artan uluslararası ağırlığından zarar gören sermayenin çıkarlarını, işçi sınıfının yukarıda saydığımız nedenlerle öfke biriktiren bölmesinin oyları ile tahkim eden bu kesim, neredeyse bütün emperyalist ülkelerde ya iktidara geldi ya da iktidarın hemen eşiğinde bir politik harekete dönüştü.

Sermaye egemenliği altında, düzenin bir parçası olan ve dikkate değer bir toplumsal etkiye ulaşan hiçbir siyasi hareket salt kendi dinamikleri ile ve ideolojik ajandasının doğrultusunda yükselmez. Düzen siyaseti esasen tasarlanan bir şeydir. 1930’larda faşizm, kâr oranlarının çok sıkıştığı Büyük Buhran ortamında, emperyalizm yarışında geriden gelen Almanya, İtalya ve Japonya sermayesinin İngiltere, ABD ve Fransa sermayesi ile rekabet edebilmek için başvurduğu bir "aşırılık"tı. Faşist hareket bu tarihsel koşullardan bağımsız iktidara da gelemez, dünya savaşını da çıkartamazdı.

Bugün emperyalist ülkelerde giderek güçlenen, liberal olmayan ve liberalizmin serbest ticaret, kimlik politikaları gibi kimi unsurlarını reddeden (ya da en azından sorgulayan) sağcılık da sermayenin çıkarları ve güncel ihtiyaçlarına yanıt verebildiği için yükseliyor.

Durum şöyle özetlenebilir: Uluslararası rekabette 1930’lardakine benzer bir durum yaşanıyor. Rekabette geriden gelen ama kimi özgün avantaj ve olanaklara da sahip olan Çin, Rusya, Hindistan, Türkiye gibi ülkelerde siyasi iktidar, bu olanakları sermayenin çıkarları için mümkün olan en ileri seviyede kullanmaya odaklanmış ve böyle bir seferberliğin halkın çıkarlarına verdiği zararları baskı ve ikna yöntemleriyle halka kabul ettirmekte uzmanlaşmış özneler etrafında merkezileşiyor ve yoğunlaşıyor. Böylelikle yasama ve yargıyı kendi doğrultusuna yedekleyen, olağanüstü yetkili ve süreklileşmiş bir yürütme, olağanlaşıyor.

Bu model, bilhassa hızlı karar alma ve uygulama konusunda, iktidarın düzenin sağı ve solu arasında sık sık el değiştirdiği liberal demokrasiye göre önemli avantajlara sahip. Dolayısıyla uluslararası rekabet ABD ve Batı Avrupa’da yerleşik olan emperyalist sermayenin tarihsel çıkarlarını tehdit eder bir hal aldıkça, bu ülkelerde de benzer iktidar pratikleri sermaye açısından liberal demokrasiden daha münasip hale geliyor.

Bir dünya savaşının eşiğinde olup olmadığımız tartışılabilir, ama emperyalist sistemin tüm unsurları arasında şiddetlenen rekabet, her yerde, sermayenin uluslararası çıkarlarının ulusal/milli çıkarlara eşitlenip siyaset üstü mertebeye yükseltildiği bir ideolojik çerçeveyi dayatıyor. Bu çerçeve, siyasetin de Trump, Putin, Erdoğan gibi yetki ve otoriteleri yalnızca başarısız olduklarında sorgulanabilecek figürlerin etrafında yoğunlaşmasını, zorunlu olmada da sermaye açısından kullanışlı, dolayısıyla giderek olağan hale getiriyor.

***

Buraya kadar yazdıklarımızdan bir dizi sonuç çıkartabiliriz:

Ülkemizden başlayalım. Erdoğan’ın her siyasi hamlesini salt kendi despotluk kariyerini sürdürmek için yaptığı yönünde yorumlayan ve ülkeyi şu ya da bu biçimde yakından ilgilendiren her uluslararası olaya da bu perspektiften bakan yaklaşım meselenin özünü tamamen ıskalıyor. Bugün Erdoğan buhar olup uçsa, Türkiye sermayesi bir benzerini bulup yerine koymak zorunda kalır. Bu yüzden bütün gerçekçi rakipleri giderek ona benziyor. Ayrıca, Trump’a bakıp “Türkiye küçük Amerika olacakken Amerika koca bir Türkiye’ye dönüştü” esprileri yapılabiliyor, çünkü sermayenin güncel ihtiyaçları evrensel bir niteliğe sahip ve her yerde benzer eğilimler yaratıyor.

Bu sağcılaşma akımına karşı çıkmanın tek yolu sermaye çıkarlarının ulusal çıkarlar olduğu iddiasının kökten reddedilmesi. Liberal demokrasi bu yüzden kifayetsiz kalıyor. Örneğin ABD’deki liberal demokratlar, Türkiye’dekine çok benzer biçimde, meseleyi Trump’ın şahsından ibaret zannediyor ve ABD sermayesinin (kesinlikle Elon Musk ile sınırlı olmayan) çok önemli bir öbeğinin neden onun arkasına yığıldığı konusunda en ufak bir değerlendirmede bulunmuyor. Çünkü meselenin sermaye çıkarlarına yaslanan özüne dair bir eleştiri getirebilmeleri için, hizmet etmeye yeminli oldukları sınıfın siyasi tercihlerine cephe almaları gerekir. Ne var ki, her ideolojinin tutarlı ya da tutarsız sermaye karşıtı bir varyantı olabilir ama liberalizmin olamaz. Bu yüzden pek çok örnekte liberal demokrasi, bulundukları ülkeye rakip konumdaki emperyalist güçlerin açıktan işbirlikçisine dönüşmek zorunda kalıyor ve toplum gözündeki meşruiyetini yitiriyor.

Anavatanı olan emperyalist Batı ülkelerinde ise, tekelci sermayenin güncel ihtiyaçlarına doğrudan cevap veremeyen liberal demokrasi iktidardan uzaklaşıyor ve sadece Rusya, Çin gibi ülkelerdeki siyasi iktidarlara karşı kullanılan bir ideolojik aygıt düzeyine iniyor. Artık The Economist dergisinin hazırladığı “demokrasi endeksi” ya da ABD merkezli bir STK olan Freedom House’un her yıl yayınladığı Dünya Özgürlük Raporu gibi belgelerde yer alan, ülkelerin Batı ittifakının ne ölçüde parçası olduklarına göre daha “demokratik ve özgür” ya da “otoriter ve baskıcı” olarak nitelendiği (ve buna uygun olarak Batıcıların yeşil ya da mavi, Doğucuların ise kırmızı ya da mor tonlarına boyandığı) haritalara aklı başında kimse itibar etmiyor. Bu öyle bir iki yüzlü alçalma hali ki, Rusya-Ukrayna savaşı sırasında Rus kültürü üzerinde akla hayale gelmeyecek baskılar kuran ve Dostoyevskiy’i, Çaykovskiy’i yasaklamaya kalkan, İsrail Gazze’de tüm dünyanın gözü önünde soykırım düzenler ve bir yandan da katlettiği insanları en yetkili ağızlardan “bunlar insan değil” diye nitelerken ise sessiz kalan liberal demokrasi, tüm inandırıcılığını yitiriyor.    

Bu ortamda, Erdoğan gibilerden ne denli nefret edersek edelim, liberalizmi “faşizme karşı bir ittifak unsuru" ya da ehvenişer görmemek gerekiyor. Tüm kendi ilkelerini bizzat ayaklar altına alan liberal demokrasi can çekişiyor. Bırakalım gebersin, sevenleri götürüp nereye gömerse gömsün. Mezarına bir tas su dökene de Kazak Abdal yanıt versin.

Biz eşitlikle özgürlüğü, emekçi halkın çıkarlarıyla insanlığın çıkarlarını yan yana koyup, mücadelemizi buradan yükseltelim. Gözümüzü baş düşmanımıza, yerlisiyle yabancısıyla sermaye despotluğuna dikelim ve onu yenilgiye uğratıp özgürlüğe uzanalım. Hep birlikte, tüm gücümüzle…

https://haber.sol.org.tr/yazar/liberal-demokrasiyi-unutun-396674

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]