Belki daha insaflı tınıyla neden alamıyorlar diye sorulabilir. Ama mevcut koşullarda zaten fazla alamazlar ki şeklindeki siyaseten doğruculuktan öte bir yaklaşıma da ihtiyaç var.
Aslında sosyalistler, pekâlâ şimdiki oylarından daha fazlasını alabilme imkânına da sahipler. Seçmenleri oy almak için ikna edebilmek uğruna dinsel ve milliyetçi argümanlara azıcık sahip çıkmaları bile yeterli. Yani başarının tanımını değiştirip o yönde bükebildikleri ölçüde daha fazla başarılı sayılabilirler. Ancak bu tür başarılar sosyalizmin yerine milliyetçiliği veya dinselliği ikame etmekten başka anlam taşımaz ki...
Sosyalistler oy almak uğruna kendileri olmaktan vazgeçemezler. Bu bir. Demokrasi anlayışları seçimcilik ile sınırlı değildir, temsili demokrasinin ötesinde hedefleri vardır. Bu da iki.
Tarihsel olarak en kolay kitleselleşebilen hareketler milli ve dinsel hareketlerdir. Neden? Çünkü insanlara doğdukları andan itibaren milli ya da dinsel kimlikler verilir. Bilinçli tercihleri değildir. Bilinçli tercih, ancak o kimliklerden vazgeçebilmek söz konusu olduğunda gereklidir. Milli veya dini hassasiyetlere sahip olanlar bu doğrultuda siyasi tercihte bulunurken basitçe var olanı içselleştirirler ya da içkin olanı açığa çıkarmış olurlar.
Bu nedenle sosyalistler verili durumda neden AKP ya da PKK kadar kitleselleşemedi, neden az oy alıyorlar diye sormak saçma olur.
Sosyalistlerin derdi, öncelikle sömürüye ve zulme karşı emekçi sınıfın bilinçlenmesidir; sosyalistlerin emekçilerden destek bulabilmesi asgari bir sınıf bilinci gerektirir ki bu da doğuştan değil, sonradan kazanılan bir farkındalıktır. Sosyalistlerin asıl derdi, öyleyse (Kürt-Türk fark etmez) milliyetçilerin ve İslamcıların başardığını başarmak değil, tersine insanları din ve millet formatı dışındaki sahici özgürlüğe sevk edebilmektir.
Bu durumda halk bizi anlamıyor! diye yakınmanın hiç manası yok. Evet anlamıyor ve biz de bunu biliyoruz, ama biz halkı anlıyoruz, bizi neden anlamadığını anlıyoruz ve işte bunun için devrimciyiz.
Eski tabirle proleter devrimci olduğumuz için, sınıf siyaseti güderiz. Ama sınıf siyaseti gütmemiz hiç de halk goygoyculuğu anlamına gelmez. Günümüz Türkiyesinde sosyalistlerin aşması gereken milliyetçilik ve dincilik engelleri ölçüsünde bir de yaygın ahlaksızlık ortamı var.
Devrimciler, siyasette hem bilinç hem vicdan anlamına gelen lconscience kavramına sımsıkı sarılmaktan vazgeçemezler. Toplumda bilincin ve vicdanın bayraktarlığını yaparken toplumsal ahlakı da savunmuş olurlar.
Ahlak, hırsızlık yapmamak, yalan söylememek, namussuzluk yapmamak vb. gibi insanların uymak zorunda oldukları toplumsal davranış normlarıdır. İşte AKP marifetiyle halkımızın önemli bir kesiminde ahlaksızlık yaygınlaştırılmıştır. Lafa değil icraata bakarım deyip yolsuzluklara, hırsızlıklara ortak olmaya yönelen bir toplumsal çürüme başlamıştır. Zalim Şahıs (ZŞ) böyle kesimlerin bir rol modeli haline gelmiş, tarihte görülmemiş ölçüde bir pişkinlik ve pervasızlıkla aleni hırsızlıklar prim yapmaya başlamıştır. Ve bu kesimler, milliyetçi ya da dinci olduklarından değil düpedüz ahlaksız olduklarından, sosyalistlerin bilinç, vicdan ve ahlak üzerine kurulu sınıf siyasetlerinden nefret etmeye mecburdurlar.
Sınıf siyaseti güden sosyalistlerin ideolojik düzlemdeki kaygısı, emekçilerin kendi çözümlerini pratik düzlemde kendi özdeneyimleriyle bulması noktasında odaklanıyor. Sosyalist ideoloji, sıradan ve sahici insanlar tarafından kavranıldığı ölçüde ve sürece maddi bir güç haline gelebilir. Bizim derdimiz işte budur: iktidar alınmadan önce ve iktidarın alınabilmesi için böyle bir süreci yaşayabilmek ve yaşatabilmek
Sınıf siyaseti oluşturmada dikkate alınmak üzere iktisatçı arkadaşımız Mustafa Sönmezin aktardığı verilere göre, AKP döneminde çok hızlı bir işçileşme (proleterleşme) süreci yaşandı. Ücretli sayısı 10 milyondan 16 milyona çıkarken, o insanlara sadece düşük ücret, sigortasızlık, güvencesizlik reva görüldü. Her 3 işçiden birisi kaçak, yani sigortasız çalıştırılıyor. Sendikasızlaştırma uygulaması sonucu toplu pazarlık hakkını tüm ücretlilerin sadece yüzde 2.5i kullanabilmiş En mağdurlar elbette, işsiz ve güvencesizler... İşsiz sayısı her geçen gün katlanarak artıyor.
Gidişatın böyle olmasının sebebi çok basit: Emekçiler yeterince örgütlü ve bilinçli değiller; başka bir deyişle örgütlenmeleri, bilinçlenmeleri önünde sermaye sınıfının koyduğu sistematik (ideolojik, yasal, fiili vb) birçok engel var. İdeolojik engellerden en önemlileri milliyet ve dinsel aidiyet (ve son dönemdeki ahlaksızlık) boyutundakiler Sınıfsal bakımdan Kürt ve Türk, Alevi ve Sünni emekçiler aynı safta olmak zorundalar, ama olamıyorlar; çünkü karşılarında kendileri için din, milliyet göz etmeden sermaye çıkarları etrafında yek vücut haldeki bir oligarşi, onları milliyet ve dinsel kimlikleriyle bölmeyi ve böylece rahatlıkla kendilerine tabi kılmayı beceriyor.
Hâkim sınıflar ittifakının en zirvedeki kesimlerinin, siyasette ve ekonomide en fazla boruları ötenlerin oluşturduğu oligarşinin toplum içindeki oranı taş çatlasa yüzde 1 iken, ideolojik hegemonyaları sayesinde, seçimleri de hep onların çıkarlarını savunan partiler kazanabiliyor. AKP bugüne dek o partilerden birisiydi, dinsel argümanlar ardına da sığınıp emperyalist politikaların, neo-liberal küreselleşmenin temsilcisi olmaya soyunmuştu. Şimdi tarihe geçecek seviyede ahlaksızlık, hırsızlık ve zulüm düzlemindeki suç ortaklığıyla kendisini konsolide etme noktasına geldi.
Öte yandan toplumda ancak yüzde 1 gibi bir varlığı olan oligarşinin sınıfsal bakımdan en ciddi rakiplerinin, yani sosyalistlerin, devrimci mücadeleyi benimseyen partilerin, hareketlerin oranı da yine yüzde 1.
Böyle bir denklemin tercümesi şudur: Oligarşinin derdi yüzde 1 kalarak siyasi ve ekonomik gücüne güç katmak iken, bizim derdimiz yüzde 99 olarak onların canına okumaktır
Peki sosyalistler böyle bir mücadele neden CHP veya BDP çatısı altında değiller ya da en azından onları doğrudan desteklemiyorlar? Çünkü her ikisi de Türk ve Kürt kimlikleriyle sol ya da sosyal demokrat kategoride ele alınıyor. (Üstelik 2010 Mayıs ayında Kılıçdaroğlu CHPnin başına geçtiğinde Ahmet Türk, bir yandan Kılıçdaroğlunu eleştirirken bir yandan da zeytin dalı uzatmış; gelin sosyal demokratlar olarak görüşelim, demişti ya...)
Önce CHPden başlayalım. Mesela CHP hakikaten sosyal demokrat bir parti midir? Bu soruya kategorik olarak evet cevabı bile veremiyoruz. Yani, evet, kendisini solda tanımlıyor ve işte bünyesinde az sayıda da olsa sosyalist arkadaşlarımız var, ama bir o kadar da şovenliğe savrulmuş ulusalcılar var... Her neyse, tarihsel bakımdan sosyal demokrasi zaten emekçilerin sadece kısmi reformlarla yetinmelerini vazeder ve iktidara geldiğinde (ya da çoğu kez sistemin restorasyonu için getirildiğinde) ancak nispi özgürlük ve nispi eşitlik sağlayabilir. Öte yandan yine tarihsel olarak, faşizme, gericiliğe karşı mücadelede kararsız da olsa sosyalistlerle aynı saflarda yer alabildiği de bilinir.
Türkiyede sola sempati duyan seçmenlerin sosyalistlerden önce sosyal demokrasiyi tercih etmelerinin sebebi de yıllar boyu nispi özgürlüklerle yetinmeye (var olana şükretmeye!) alıştırılmış olmalarıdır, fazlasını isterlerse ellerindekinden de olacağı ürküntüsüdür. Eksik bilinçtir, nispi bilinçlenmedir. İşte bu sol seçmen gözünde, muhtemelen azıcık eyyamcılık, biraz ulusalcılık ve dahi katı laiklik atraksiyonlarıyla sosyalistlerin puanlarını bir nebze daha artırmaları işten değildir
Tamam, CHP ile olmuyor, peki neden HDP-BDP çatısı altında da olmuyor?
BDP siyaseti, haklıdır, haksızdır, pragmatik olabilir. Bunları epey tartıştık. Ama sosyalistlik tercihi ile BDP tercihi bambaşkadır. Gündelik siyasette sıklıkla bu farklılık zaten ortaya çıkıyor. BDPnin Gezi olaylarında, sonuçta özeleştiri verse de, başlangıçtaki tutumu (bu direnişin Ergenekoncu ve ulusalcıların işi olduğunu söylemeleri) ve yine son 17 Aralık yolsuzluk olaylarında bazı BDPlilerin ilk başlardaki tutumu (bunun AKPye karşı bir darbe olarak görülmesi) işte bu tercih farklılığının çarpıcı örneklerini teşkil etmişti.
Kaldı ki Öcalanın söylediği her söz bizim sözümüz değil; ama mutlaka BDP ve hatta HDPnin sözü olmak zorunda, çünkü böylesi onların bir ön kabulü
Üstelik BDP-HDP bu söz bağlamında bile sıkıntı yaşıyor. Newroz vesilesiyle okunan Öcalan mektubu ile aynı gün Cemil Bayıkın yaptığı açıklama kafa karıştırmadı mı? Öcalan AKP hükümeti hakkında hayırhah bir değerlendirmeyle Bu süreçte hükümetin ağırdan alma, tek taraflı yürütme, yasal temelden kaçınma ve uzatma tutumuna rağmen iki taraf da barış arayışından kararlılıkla çıkmıştır derken; Cemil Bayık AKPnin çözüm önündeki en büyük engel olduğu ortaya çıktı. Bu engel ortadan kaldırılmadan çözüm gelişmez sözleriyle çok sert bir tepki gösterdi.
Bu durumda, HDP çatısı altında olsaydık ne diyecektik? Öcalan mı? Bayık mı? Ne diyeceğimizi bilemezdik. Ama HDP içinde de elbette çok kıymetli sosyalist yoldaşlarımız var. Onların ve HDPnin bileşeni olan çeşitli sosyalist parti ve örgütlerin elbette makul bir diyecekleri vardır, onu da bilemeyiz
Öte yandan her şey bir yana burada kesinlikle bildiğimiz ve ıskalanmaması gereken büyük bir hakikat var: Kürt hareketi, Kürtlerin topyekûn özgürlüğünden önce ve öncelikle Kürt kadınlarının özgürlüğü doğrultusunda tarihsel bir aşama kaydetti Ki bu da sosyalist hareketin, ortak coğrafyadaki Kürt siyasi hareketinden alması gereken en önemli ve tarihsel bir ders olarak kayda geçirilmeli!
Sosyalistler, küreselleşme döneminin postmodern akımları tarafından sıklıkla sınıf indirgemeci olmakla suçlanırken, bir yandan da kimlik indirgemeci siyasetlere maruz bırakılmaktaydılar. Bazen öyle bir noktaya gelinmişti ki, etnik kimlikler ve dini inançlar adına verilen mücadele yanı sıra, feminist, ekolojist yeni-toplumsal hareketler dahi sosyalist harekete ikame edilmeye çalışılmaktaydı.
Kabul etmek gerekir ki sosyalizmin bir önceki tarihsel döneminde feminist, çevreci, LGBTİ çevreleriyle bir mesafe vardı. Ancak yeniden ayağa kalkan çoğu devrimci ve sosyalist çevre, bu mesafeyi özgürlükçü sosyalizm doğrultusunda kısaltmakla kalmadı, sosyalist örgütlerin çoğu bu tür yeni-toplumsal hareketlerin taleplerini de içselleştirdiler, programlarına kattılar. Ama sosyalizmden vazgeçip radikal demokrasicilik noktasına gelmeyi de kabul etmediler.
İşte Gezi isyanı ve sonrası bu tür birlikteliğin pratik bir manifestosu da oldu. Bu isyan dalgasıyla birlikte genç muhalif kuşak indinde, Kürt hareketi tek başına radikalliği temsil etme imtiyazını kaybetti, ayrıca 1980 öncesinin devrimci efsanelerinin devamında pekâlâ kendi destanlarını da yazdılar. Böylece muhalefet hareketi ciddi bir öz güven kazandı, gençleşti, yenilendi. Gayri nizami iktidar karşısında gayri nizami muhalefeti, birleşik bir muhalefet yani enterkonnekte muhalefet düzleminde gerçekleştirme imkânları ortaya çıktı. Forumlar, dayanışma platformları üzerinden birleşik muhalefetin meclisleşmesi deneyimleri yaşandı.
Oğuzhan Müftüoğlunun altını çizdiği üzere, Bizim asıl sorunumuz bundan sonra; ülkenin içinde sürüklendiği karanlık sürece karşı Gezide ortaya çıkan büyük potansiyelin büyük-küçük, örgütlü, örgütsüz bütün devrimci muhalefet unsurlarıyla birleşik bir devrimci sorumluluk hareketi şeklinde ülkenin geleceğine sahip çıkacak bir güce dönüştürülmesi sorunu.
Hal böyleyken Evet, sosyalistler, devrimciler hâlihazırda iktidar alternatifi değiller ve kısa vadede de olamazlar. Ne olacak şimdi? Kötünün iyisine mecbur kalmayacaklar. Ehveni şer yeterli olsaydı zaten devrimcilik de gerekli olmazdı. Demek ki kendi bağımsız siyasetlerinden vazgeçmeyecekler.
Sosyalistler, devrimciler kendi bağımsız siyasetleriyle, partileriyle seçimlere katıldıklarında sonucu da fazla etkileyemeyecekler. Ne yapacaklar şimdi? Bu seçimlerde de (yine!) az oy alacaklar! Şaşırtmayacaklar. Sadece bazı küçük birimlerde kazanma şansına sahipler Şanslı oldukları birimler ise, bir nevi doğrudan demokrasi örneklerini yeşertmeye elverişli ortamlar. Yüz yüze ilişkilerin, sahici çözümleri anlatabilmenin ve yaratabilmenin mümkün olduğu ortamlar Küçük belediyeler, muhtarlık gibi tam da yerelliğin yaşantılandığı birimlerde, projelerin tuğla üstüne tuğla koyarak hayata geçirilebildiği bir süreçte ilk adımlar atılabilecek
Aynı şekilde, büyük şehirlerde belediye başkanlıklarını kazanmanın imkânsız olduğu durumlarda bile belediye meclisinde halkın gözünüz kulağı olacak belediye meclis üyesi adayların kazanması mümkün olacak
Şimdilik küçük olsun ama bizim olsun diyebilmek hiç bu kadar anlamlı olmamıştı: Şehirlerimizin belediye meclislerindeki üyelerimizle birer mevzi kazanacağız, küçük birimlerdeki belediyelerimizde geleceğin nüvelerini yaratacağız. İşte bu adımları atabildikçe, sosyalistlerin hâlihazırda aldıkları oy miktarına bakmaksızın, topyekûn dönüşüme, devrime dönük umutlarımız daha da çoğalacak.
Tarihsel olarak en kolay kitleselleşebilen hareketler milli ve dinsel hareketlerdir. Neden? Çünkü insanlara doğdukları andan itibaren milli ya da dinsel kimlikler verilir. Bilinçli tercihleri değildir. Bilinçli tercih, ancak o kimliklerden vazgeçebilmek söz konusu olduğunda gereklidir. Milli veya dini hassasiyetlere sahip olanlar bu doğrultuda siyasi tercihte bulunurken basitçe var olanı içselleştirirler ya da içkin olanı açığa çıkarmış olurlar.
Bu nedenle sosyalistler verili durumda neden AKP ya da PKK kadar kitleselleşemedi, neden az oy alıyorlar diye sormak saçma olur.
Demek ki neymiş, milliyetçi partiler ile din ve inanç üzerinden siyaset yapanların kitleselleşebilmesi kolaymış. Sınıf partileri için zormuş. Bireylerin sınıf mücadelesini benimseyebilmeleri için önce doğuştan edindikleri milli ve dinsel kimliklerinden vazgeçmeleri gerekiyormuş. Nokta.
Bu ileti en son toplumcu
tarafından 24.03.2014- 10:12 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Biraz daha açmak gerekirse burjuvazi sistemini sürdürmek için hem milliyetçiliği ve hem de dinselliği kullanır. Toplumu oluşturan bireyler daha doğarken bu iki kimliği edinirler. Ve bu iki kimlikten uzaklaşmak, arınmak öyle çok da kolay değildir. Özellikle eğitimsizlik ve yoksulluk bu kimliklerin birey üzerinde daha da etkin-belirgin olmasına yol açar. Bu yüzden hem etnik köken-milliyetçilik ve hem de dinsellik üzerinde siyaset yapan partilerin kitlesellik kazanması çok daha kolay olmaktadır. Türkiye'de sağ partilerin -CHP'yi de sol parti saydığımızda- sol partilerden daha fazla oy alabilmesinin nedeni de budur. Belirli dönemler hariç hiç bir dönemde sol partiler sağ partilerden daha fazla oy alamamışlardır. Ecevit'in CHP'sinin 1977 seçimlerinde yüzde 42 ile birinci parti çıkması bile toplam oylara bakıldığında sol oyların sağın gerisinde kaldığı bir dönemdir. İç ve dış koşulların olabildiğince lehte olduğu dönemde bile solun oylarında çok büyük artış görünmesine rağmen toplamda yine de sağın gerisinde kalınabilmektedir.
Sınıf mücadelesini esas alan sosyalist partilerin özellikle ülkemizde oy-seçmen sorunu yaşamalarının nedeni milliyetçiliğin ve dinsel söylemlerin çok fazla ön planda olması, doğuştan milliyetçi ve dinsel kimlik edinmiş bireylerin bu iklimde hem türk-kürt milliyetçiliğine ve hem de dinsel argümanları siyasette kullanan partilere yöneltmektedir. Dolayısıyla yazısında Melih Pekdemir'e katılmamak mümkün değildir.
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.