Gezi Direnişiyle birlikte solun gündemine giren tartışma konularından biri de, AKPye karşı sokağa çıkan kitlelerin sınıfsal kimliği. Bir tarafta, direnişin bir orta sınıf hareketi olduğu iddiası var. Diğer tarafta, direnişe katılanların büyük çoğunluğunu (bürolarda, plazalarda vb. çalışsalar bile) ücretli emekçilerin, yani işçilerin oluşturduğu iddiası...
İşçi sınıfının Marksist tanımından yola çıkarsak, mesele basit görünebilir.
İster kol emeğini satıyor olsun isterse kafa emeğini, ister madende çalışıyor olsun isterse plazada, ister asgari ücret alıyor olsun isterse birkaç bin lira, kendisinin ve ailesinin geçimini sağlayabilmek için emek gücünü satmak zorunda olan herkes, bunu başarsa da başaramasa da (yani belirli bir anda işsiz bile olsa) işçidir. Dolayısıyla, hem Türkiye toplumunun hem de Gezi Direnişine katılanların çoğunluğunu işçilerin ve ailelerinin oluşturduğu kolaylıkla savunulabilir.
Mesele bu sadelikle ele alındığında, şunu kavramak da kolaylaşır: Genişleyen ve sınıf mücadelelerinde daha büyük bir önem kazanan bir orta sınıfla değil, işçi sınıfının yapısındaki ve bileşimindeki değişikliklerle karşı karşıyayız. Teknolojik gelişmeler sonucunda, işçi sınıfının eğitimli ve kafa emeğini satan kesimleri doğal olarak büyüyor. Dahası, bu durum, 21. yüzyılın sosyalist devrimleri açısından önemli olanaklar barındırıyor. Bir köylü toplumundan dünyanın ikinci büyük süper gücünü çıkarabilen sosyalizm, ezici çoğunluğu işçilerin oluşturduğu ve işçiler arasında da eğitimli kesimlerin önemli bir ağırlık sahibi olduğu kapitalist toplumlardan, emperyalist-kapitalist sistemden tümüyle kurtulmanın olanaklarını çıkarma şansına sahip.
Sosyalistlerin bu yalın bakış açısından kesinlikle vazgeçmemesi gerektiği kanısındayım. Yoksa, Marxın dönemindeki işçi sınıfı kalmadı; aslında geleneksel anlamıyla işçi sınıfı da kalmadı; dünyamız emek-sermaye çelişkisiyle açıklanamayacak kadar karmaşıklaştı deme noktasına kolaylıkla varılabilir. Oysa sınıfın yapısındaki ve bileşimindeki değişimler tam da emek-sermaye çelişkisinin ürünleri. Örneğin, toplumsal işbölümünün çıkar farklılaşmalarına yol açarak işçi sınıfını bölmesi, evrensel bir zorunluluktan değil, burjuvazinin tercihlerinden, daha doğrusu kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanıyor. Yine örneğin, 1000-1500 lira ücret alan bir mühendisin bile kol emekçilerinin karşısına patronun temsilcisi olarak çıkması da, evrensel bir zorunluluğun değil, böyle yapmaması durumunda işini kaybedecek olmasının ürünü.
Dolayısıyla, sosyalistler, işçi sınıfının ortak çıkarlarını öne çıkarmaya çalışmak zorunda.
Ama mühendis kardeşler, bakın aslında sizin çıkarlarınızla işçi sınıfının diğer kesimlerinin çıkarları aynı türü şeyler söylemek ya da Gezi Direnişinin aslında/özünde bir işçi sınıfı hareketi olduğunu, emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanan ikincil ve üçüncül çelişkiler nedeniyle böylesi bir direnişin patlak verdiğini anlatmak, söylenenler son çözümlemede doğru olsa bile, pratikte çok fazla işe yaramayacaktır.
Çünkü işçiler ancak sermaye düzenine karşı mücadele etmeleri ölçüsünde, gerçek bir sınıf durumuna gelebilir. Sermaye düzenine karşı mücadele yoksa, işçi sınıfı değil, yaşayabilmek için birbirleriyle rekabet etmek zorunda olan işçiler vardır. Onlar da, sorulduğunda, kendilerini her şeyden önce işçi olarak değil, başka kimlikleriyle tanımlayacaktır...
Bu açıdan bakıldığında, Gezi Direnişinin bir orta sınıf hareketi olduğu iddiası tümüyle yanlış olmaktan çıkar. Direniş sırasında açığa çıkan paylaşımcılık ve dayanışmacılık elbette önemsenmeli. Ama özgürlükçülüğün fazlasıyla belirleyici olduğu direnişe eşitlikçiliğin de aynı ölçüde damga vurduğunu söylemek olanaksız.
AKPye karşı sadece ve sadece özgürlükçülük (ve/veya cumhuriyetçilik, laiklik, yurtseverlik vb.) temelinde yürütülecek olan bir mücadele, orta sınıf tepkiselliğinin ötesine geçilmesini sağlayamaz.
Benzer şekilde, bugünkü iktidara karşı yürütülen mücadele, tek başına onun devrilmesi için yürütülen bir mücadele olarak kaldığı sürece, orta sınıf tartışmaları gündemden düşmeyecektir.
Ve eğer gündemimizdeki tek soru, AKP iktidarını acilen devirmek için hangi toplumsal ve siyasal güçlerle birlikte hareket etmek zorundayız şeklinde olursa, ortaya çıkacak olan ittifak, işçi sınıfı hareketinin bugünkü zayıflığı nedeniyle, sermaye egemenliğinin sürekliliğini farklı bir yolla sağlama hedefinin ötesine geçemeyecektir. Dahası, böylesi bir ittifak sayesinde kurulabilecek olan bir iktidar, içerideki ve dışarıdaki meşruiyet sorunlarını aşabilmek için emperyalist ülkelerin ve Türkiye burjuvazisinin desteğini almaya çalışacak ve kaçınılmaz olarak işçi düşmanlığı yapacaktır. Örneğin İşçi Partisinin milli birlik projelerinin herhangi bir başarı şansı olsa, buradan çıkacak en ileri sonuç, kendisini küçük burjuva devrimi zanneden bir burjuva darbesi olurdu.
Bugün (ve herhangi bir vadede) ideolojik açıdan saf bir işçi sınıfı hareketinin ortaya çıkmasını beklemek, daha da büyük bir saçmalık olur elbette. Günün toplumsal muhalefet dinamiklerine sırtını dönen, bunlarla bağ kurma çabasını göstermeyen bir solun işçi sınıfına pek bir hayrı dokunamaz. Ama sosyalist sol, işçi sınıfının ülkenin geleceğinde söz sahibi olabilmesi için, eşitlikçiliği de öne çıkarmak ve temsil etmek zorunda.
Bunun yolu, eşitlikçi siyasal taleplerin ve eşitlikçiliği temel aldığını somut olarak gösteren bir siyaset tarzının güç kazanması için mücadele etmekten geçer.
Bir başka deyişle, orta sınıf tartışmaları, ancak siyasal müdahalelerle aşılabilir.
İnsanın bir bilen varsa öne çıksın diyeceği geliyor. Rivayet muhtelif. Kime sorduğunuza bağlı olarak orta sınıf mensuplarının sayısı oldukça büyük olabileceği gibi, küçük de olabilir. Yılmasak, sormaya devam etsek neredeyse sıfırlanacak ya da ABD misali Türkiye külliyen orta sınıf kesilecek!
Abarttığımız düşünülebilir. Ama, maalesef durum bu. Malum, Haziran 2013te yaşadığımız halk isyanı vesilesiyle, ayaklananların sınıfsal kimlikleri üzerine bir tartışma başlamıştı. İsyanın orta sınıf, hatta yeni orta sınıf hareketi olduğu hem dillendirildi hem de birçok kişi ve çevre tarafından benimsendi. Niyetimiz, o tartışmayı tekrar alevlendirmek değil.* Orta sınıf teriminin açıklayıcılığı, analitik ve işlemsel kapasitesini sorgulamak niyetinde de değiliz. Sadece dört farklı ölçüte göre Türkiyede orta sınıfın büyüklüğünün nasıl farklılaştığını aktarmak istiyoruz.
İlk ölçüt Dünya Bankasından B. Milanoviç ile Hebrew Üniversitesinden S. Yitzakhinin geliştirdikleri Milanoviç-Yitzakhi kıstası. Bu ölçüte göre (satın alma gücü paritesi ile hesaplanmış) günlük kişi başı gelir seviyesi 2000 yılı için 10 dolar ile 50 dolar arasında olanlar orta sınıfın asli mensupları sayılmakta (bit.ly/1uHfqdY).
İkincisi, gelir değil kişi başı harcama temelinde OECDnin geliştirdiği bir ölçüt. Bu ölçüte göre de orta sınıf mensubu sayılmamız için kişi başına günlük harcamamızın 10 dolar ile 100 dolar arasında olması gerekiyor. Geliri düşük olanlar, genellikle mecburen gelirlerinin tamamını, geliri yüksek olanlar ise genellikle gelirlerinin tamamından azını harcayacakları için OECDye göre belirlenecek orta sınıf Milanoviç-Yitzakhi ölçütüne göre belirlenenden bir hayli büyük olacaktır. Bu ölçütü benimseyerek Türkiyede orta sınıfın büyüklüğünü belirlemeye çalışan kuruluşlardan biri de IPSOS-KMG adlı pazarlama araştırma şirketi (bit.ly/1yeH0gp).
Dadush ve S. Ali yukarıdaki ölçütleri beğenmeyerek, orta sınıfı gerçekten ölçebildikleri iddiası ile yeni bir ölçüt geliştirdiler. ABDdeki Carnegie Vakfınca yayınlanan çalışmalarında önerdikleri yeni endeks otomobil sahipliği. Otomobilin varsa orta sınıftansın, yoksa değilsin! İlk ölçüte göre orta sınıf büyüyecek mi, küçülecek mi dersiniz? Önceden kestirmek zor, ülkeden ülkeye değişiyor haliyle. Örneğin, 2010 yılı için Türkiyede orta sınıfın büyüklüğü otomobil sahipliği temelinde hesaplandığında, neredeyse 2 misli büyüdüğü halde (17 milyondan 32,3 milyona), Çinde küçülmektedir! Endonezyada ise orta sınıf 4.5 misli büyümekte bu ölçüte göre (bit.ly/1tIUKiJ).
Aşağıdaki şekilde OECD ve otomobil sahipliğine dayalı Türkiyede (2011-12) orta sınıf büyüklüklerini verdik: her iki ölçüte göre de 70 milyonluk Türkiyenin en az yarısı orta sınıf mensubu 43,5 veya 34,8 milyon kişi! Seçil A. Kaya Bahçe ve Serdal Bahçenin TÜİKin Hane Halkı Bütçe Anketlerine ve Hane Halkı İşgücü Anketlerine dayanarak yaptıkları bir çalışmanın (bit.do/nFKK) bulgularına dayanarak (nitelikli emekçi, özel yönetim emeği ve kentli profesyonel kategorilerinde çalışanları ekleyerek) benim hesapladığım orta sınıf ise küçücük: 2,3 milyon.
Kısacası, bu orta sınıf hem ele avuca sığmıyor hem de karpuz misali büyüğü de var küçüğü de seç seç, al
* Bu yazıyı bitirdiğimde, elime Erdem Yörük ve Murat Yükselin isyanın sınıf kompozisyonu ve dinamikleri konusunda New Left Reviewnun son sayısında yayınladıkları makale geçti (bit.ly/1wCwKQM) İstanbul ve İzmirdeki kapitalistlerin (!), executivelerin, profesyonellerin yaklaşık %35-45 oranında isyana katıldığı iddiası bana biraz abartılı gelse de, oldukça kapsamlı ve serinkanlı bir çalışma olduğunu söyleyebilirim. Makale isyanın orta sınıf hareketi olduğu tezini çürütüyor, katılımcıların %74ünün proleter olduğunu savunuyor.
Orta sınıf tartışmaları üzerine: Buradakiler, oradakiler Ahmet Tonak (Birgün)
Vahap Coşkun Radikal İkideki bir yazısında demiş ki: piyasa ekonomisi lanetlenir, merkezi ekonomi savunulur, kapitalizm ve emperyalizme karşı enternasyonalist bir mücadele ve dayanışma pratiğinin ortaya konulacağı belirtilir. Kâğıt üzerinde çok fiyakalı duran bu sözler, bazen Kürt siyasetinin yönetim katında bulunanları da etkisi altına alıyor ve siyaset üretirken onların gerçeklikten kopmalarına neden olabiliyor ama Kürdüyle Türküyle orta sınıflaşmaya çalışan Türkiye toplumu bu sözlere prim vermiyor (tinyurl.com/kjwkavk)
Bir süre için ABDdeyim, hariçten gazel okumayayım. Coşkunun fikirlerinin, özellikle orta sınıflaşmaya çalışanlar gözleminin değerlendirilmesini memlekettekilere bırakalım. Orta sınıf terimi Özalın orta direği ile yerli siyasetin gündemine girmişti. Ara sıra kullanılsa da terimin yoğun bir biçimde tekrar zuhur edişi Haziran isyanı ile yaşandı. Yazılana çizilene bakılırsa bayağı revaçta. Oldukça tuttu, yakamızı bırakacağa pek benzemiyor.
***
Bilindiği üzere orta sınıf teriminin modern yorumunun ve aşırı kullanımının menşei ABD. Eh, biz de ABDdeyiz. O zaman, buradaki duruma ilişkin iki laf edelim.
Orta sınıf neyin ortasındadır? Orta nedir? Ortanın büyüklüğü var mıdır? Bu büyüklüğe ne olmuştur? ABDnde tipik orta sınıf mensubu kimdir?
Son sorudan başlayalım. Gelir dağılımı ve toplumsal katmanlaşma üzerine yıllardır ampirik çalışmalar yapan Amerikalı iktisatçı Stephen Rosea 1999da bu soruyu sorduklarında verdiği cevap şuydu: Yıllık geliri 20,000 dolar olan, şehirde yaşayan tek çocuklu bir çift düşünün, koca temizlik işçisi, karısı yarı zamanlı işçi, bu aile kendisini orta sınıf mensubu görür . Şehrin banliyölerinden birinde yaşayan üç otomobilli, iki çocuklu biri üniversitede, diğeri lisede okuyan bir başka çiftin koca diş doktoru, karısı sosyal hizmet çalışanı yıllık geliri ise 120,000 dolar olsun. O çift de kendini orta sınıf mensubu sayacaktır.
Demek ki, ABDnde neredeyse herkes orta sınıf mensubudur. Sübjektif konumlanma budur. Kişiler kendilerini bu kutuya biraz da öbür kutuda, yani işçi sınıfı kutusunda olmamak için, kendilerini oraya yakıştıramadıkları için yerleştirirler. Ölçüt de gelir seviyesidir. Ama üst ve alt sınırları yıldan yıla değişen, oldukça geniş bir gelir aralığıdır bu. Rosea göre 1983de bu aralık 15,000 50,000 dolar iken 1990lı yılların sonunda 25,000 75,000 dolar olmuş.
Ortadan kasıt ise gelir dağılımında orta konumda olan %60lık nüfustur. Yani, toplumun %20si bu kesimden fakir (ki, ABDnde popüler basın sadece bu kesime, o da ara sıra işçi der), %20si ise daha zengindir. Bu şekilde tanımlandığında orta sınıf ne büyür ne de azalır! Nüfusun ortasındaki %60lık kesim dünya yıkılsa hep orta sınıftır. Değişen bu kesimi tarif eden gelir aralığının sınırlarıdır.
Yukarıdaki sayılardan 1983 ile 1990lar sonu arasında alt ve üst sınırın arttığını, dolayısıyla orta gelir grubundaki kesimin gelirinin de yükseldiğini söylemek mümkün. Şüphesiz, bizatihi bu durum, sözkonusu kesimin büyüyen bir ekonominin yarattığı toplam gelirden aldığı payın da arttığı anlamına gelmez.
Nitekim, son dönemde orta gelir grubunun ahvaline baktığımızda durum her iki açıdan da iç açıcı değildir. Bir kere, 2000de 22,689 103,525 dolar olan aralığın kendisi 2011de 20,000 100,065 dolar aralığına küçülmüştür. Ayrıca, sadece aralık küçülmekle kalmamış bu %60lık nüfusun toplam gelirden aldığı pay da %46.7den %46.5a düşmüştür; hem de en zengin %20lik grubun gelir payı %49.8den %50.2ye artarken!
Bizimkiler, Kürdüyle Türküyle orta sınıflaşmaya çalışadursun, ABDdekiler ise erimeme telaşında. Olsun, şanımızdandır, herkes gider Mersine biz gideriz tersine.
Bütün ülkelerin orta sınıfları, birleşin! Ahmet Tonak (BirGün)
Çağlar Keyder daha önce London Review of Booksun (LRB) blogunda kısa bir not şeklinde yayınladığı Gezi olayları analizinin (tinyurl.com/o4cqffw) daha uzun bir versiyonunu bu kez Bilim Akademisinin Siyaset ve Toplum Bilim Perspektifinden Gezi Parkı Olayları Çalışma Grubunun faaliyet raporlarından biri olarak tekrar kaleme almış (tinyurl.com/of7cnvo).
Keyder, (LRB)deki notunda Gezi olaylarının esas aktörü olarak son yıllarda genişleyen orta sınıfı ve bu sınıfın potansiyel üyelerini ..200den fazla üniversite(deki) dört milyonu geçen üniversite öğrencisi.. (ile) 2008den bu yana 2.5 milyon yeni mezun.. görüyordu. Gerek orta sınıf teriminin kendisini, gerekse yaşadıklarımıza uygulanışını sorunlu bulduğumu Birgün(7 Temmuz 2013; tinyurl.com/m2e6kx8) ve Toplumsal Tarihteki (tinyurl.com/m2e6kx8) yazılarımda belirtmiştim.
Yeni yazısında Keyder, aynı noktaları tekrarlamakla birlikte bu kez benimsediği kavramsal çerçevenin adını koyuyor ve tarihi örnekler aracılığı ile yaklaşımını temellendirmeyi deniyor.
Yaşadıklarımızın değişik perspektiflerden çözümlenmesi doğal. Yeter ki, sözkonusu perspektifin ne olduğu ve iddiaları açıkça dile getirilmiş olsun. Bu açıdan Keyderin yeni yazısı çok yararlı. Keyder, kullanılabilecek kavramsal çerçeveler içinde özellikle bir tanesinin, modernleşme kuramı ile Marxın tarihsel yaklaşımının bir bileşimi olarak sıklıkla karşımıza çıkan.. tarihsel-sosyolojik çerçevenin daha uygun olduğunu ve onu tercih ettiğini belirtiyor.
Sözkonusu tarihsel-sosyolojik çerçeveye göre son yüzyıl içinde dünya sahnesine çıkan yeni bir sınıf var ve bu sınıfın talepleri bildiğimiz ekonomik ve siyasal gündemin içinde cevap bulamıyor. Dolayısıyla da bu gündemi değiştirmek ve bu şekilde kendi dışındaki kesimlerin taleplerini de dile getirmek potansiyeli var. ..(Bu da) yeni orta sınıf olarak nitelendirilen, nüfus içinde oranı sürekli büyüyen bir grup.
Bu tanıma göre, 20. yüzyılın başlarında dünya sahnesine çıktığı söylenen bir orta sınıf ile karşı karşıya olmamız gerekiyor. Oysa verilen örnek çok daha eskilerden! Yeni sınıfın yeni tür taleplerle sahneye çıktığı ilk büyük örnek olarak 1848de çeşitli ülkelerdeki devrim çabaları olarak düşünülebilir.
Demek ki, Marx ve Engelsin Avrupada bir heyula kol geziyor komünizm heyulası tesbiti hatalı imiş! Yeni orta sınıf heyulası demeliymişler!
Keyder, yine 1848 devrimlerine ilişkin ilginç bir gözlem daha yapıyor:..devrim dalgası köken olarak çoğunlukla küçük burjuvaziden gelen gençleri toplumlarının nasıl dönüşeceği tartışmasında baş rol oynayacak aktör olarak sahneye çıkardı. Bu sefer, aslında yeni orta sınıf denen kesimin küçük burjuvazi olduğunu öğreniyoruz.
Oysa, bu alıntıdan hemen önceki paragrafta yeni orta sınıfın (a)yırt edici özelliği modern toplumda oluşan işbölümünde eğitim, beceri, bilgi gerektiren işleri yapmaları.. (ve) (k)endileri(nin) işveren.. olmamaları şeklinde belirtilmiş. İster istemez en azından iki soru geliyor aklımıza:
1) Yeni orta sınıf ile küçük burjuvazi aynı şey mi?
2) Yukarıdaki alıntılardan aynı şey olduğu sonucunu çıkarabileceğimize göre, acaba küçük burjuva yanında işçi çalıştırmayan, tanımı icabı hep solo çalışan birisi midir?
Keyderin gözlem ve tahlillerinden çıkardığı sonuç, yani yeni orta sınıfın başını çektiği Gezi olaylarının aslında daha önce farklı toplumlarda gözlenen toplumsal hareketlerden (1848 ve 1868 kastediliyor) çok farklı.. olmadığı iddiası bence çok spekülatif. Şahsen halk isyanı demeyi tercih ettiğim ve son derece orijinal bulduğum hareketin nihai amacının devletle yurttaş arasında yeni bir sözleşmeye var(manın) fersah fersah ötesinde olduğunu düşünüyorum.
Bu sefer, şişeden çıkan cin, sözleşme ile şişeye dönecek türden değil.
Rekabet ve orta sınıf, yeniden Ahmet Tonak (BirGün)
Rekabet öteden beri sık sık değindiğim bir konudur. Marxın rekabeti ele alışı her yanıyla ortodoks iktisatla neredeyse taban tabana zıttır. Bu bile konuyla ilgilenmek için yeterli neden. Ama bir de, kapitalizmin krizlerinde rekabetin oynadığı merkezi rol var ki konuyu ayrıca önemli kılıyor. Haziran isyanı bağlamında dilimize giren faiz lobisi ve son günlerde bankaların kredi kartları kazıkları vesilesiyle rekabetten sık sık söz edilir oldu. Tekrar değinmekte yarar var.
Rekabet ayrıca, Marksist konumdan ele alındığında bize yine Haziran isyanı vesilesiyle gündemimize giren orta sınıf terimini açma imkanı da veriyor. Önce kredi kartları kazıkları meselesinin geri planına ilişkin bir iki gözlem yapalım, ardından da rekabet meselesine girelim.
Bildiğimiz gibi Tayyip Erdoğan, Gezi Parkında başlayan direniş yaygınlaşır yaygınlaşmaz komplo teorilerinden medet ummaya başladı. Ve faiz lobisine yılana sarılır gibi sarıldı. O günden bu yana, ikide bir, faiz lobisinin hayal mahsulü olmadığı hatırlatılıyor. Malum tartışmaya geri dönmek gereksiz, önceki yazılarda ele almıştım; finans kuruluşlarının faiz kazançlarını artırmak için Haziran isyanını planlamış olmaları, desteklemeleri absürd-ötesi bir fantazi (tinyurl.com/jwt6f47). Yine daha önce belirtmiştim; bizatihi bu faiz-isyan nedenselliğinin olmayışı bankaların lobicilik faaliyetinde bulunmadıkları anlamına gelmemeli.
Yine bildiğimiz gibi, Rekabet Kurulu, 2011de 12 banka hakkında, mevduat, kredi ve kredi kartı hizmetlerinde rekabeti sınırlayıcı faaliyetlerde bulundukları gerekçesiyle soruşturma başlatmak için soruşturmaya gerçekten gerek var mı sorusuna uzun süre cevap aramıştı! Nihayet, 2013 başlarında gerek olduğuna karar vererek, bankaların sözlü savunmasını almaya da başladı. Son günlerde gazetelerin başköşesine oturan, banka yöneticilerinin kapalı kapılar ardında kredi kartı gelirlerini artırmaya, mevduat sahiplerine düşük faiz ödemeye dönük haberler bu soruşturmanın metinlerinden üretiliyor. Çoğunluğun rekabeti sınırlayan işler olarak gördüğü bu kirli çamaşırlar bence kapitalist rekabetin doğal icrasından başka bir şey değil.
Rekabetin vahşiliği, tekil sermaye birimlerini bazen kapalı kapılar ardında, yukarıdaki soruşturma haberlerinde belirtildiği gibi, kartel misali anlaşmalara, bazen de OPECde olduğu gibi apaçık karteller kurmaya zorlar. Gözlemim o ki, Marksistler arasında bile kapitalizm ve özellikle rekabet hakkında naif görüşler oldukça yaygın.
Oysa, Marxın en net olduğu ve kendisini ana akım iktisatçılardan ayırdığı konuların başında rekabet gelir. 1840ların sonunda dersler olarak hazırladığı, bir kısmıNeue Rheinische Zeitungda tefrika edilmiş, hiç bir zaman tamamlanmamış ve kendisinin haberi olmadan topluca ilk kez 1881de broşür olarak Brükselde basılmış olan Ücretli Emek ve Sermayeden okuyalım:
Üretken sermaye ne denli büyürse, işbölümü ve makine kullanımı da o denli genişler. İşbölümü ve makine kullanımı ne denli genişlerse, işçiler arasındaki rekabet de o denli genişler ve ücretleri de o denli kısılır.
Buna ek olarak, toplumun üst tabakalarından da işçi sınıfına katılmalar olur. Kollarını işçilerin kolları yanında kaldırmaktan başka çareleri olmayan bir küçük sanayiciler ve küçük rantiyeciler kitlesi, işçi sınıfı saflarına fırlatılıp atılırlar. Böylece, iş istemek üzere havaya kalkan kolların meydana getirdiği orman gitgide sıklaşırken, kolların kendileri gittikçe cılızlaşır (tinyurl.com/kxnuufq)
Yukarıdaki alıntı ki daha Marxın ekonomi politiği eleştirisinin tamamlanmadığı döneminde yazılmıştırrekabet hakkında çok ilginç ipuçları veriyor:
sermayeler-arası rekabet, işbölümünü ve makinalaşmayı hızlandırır;
bizzat bu süreç, işçiler-arası rekabeti ve ücret azalmasını doğurur;
ayrıca, rekabet toplumun üst tabakalarından da (orta sınıftan?) işçi sınıfına katılımı tetikler ki, bu süreç de işçi sınıfının kitleselleşmesine, ama tek tek kaldığı sürece güçsüzleşmesine sebep olur.
Bütün bunları yaşamadığımızı iddia eden bir babayiğit var mı?
Köle alım satımı da biçimi açısından meta alım satımıdır. Ama para, kölelik var olmadan bu işlevi yerine getiremez. Kölelik varsa, o zaman para köle alımına yatırılabilir. Buna karşın, alıcının elindeki para, köleliği mümkün kılmaya hiçbir şekilde yetmez.
Dile getirildiğinde, ne var bunda, biz zaten bunu biliyoruz dedirtecek türden bir paragraf. Yazarı da, tahmin edeceğiniz üzere Karl Marx! Ama, duyanların çoğunun tahmin edemeyeceği üzere Kapitalin I. cildinden değil, II. cildinden, o pek okunmayan kitabın Para-Sermaye Devresi başlıklı ilk bölümünden (s. 42) . Evet, Kapitalin II. cildi, Almanca aslından Mehmet Selikin çevirisine dayalı kolektif (N. Satlıgan, E. Özalp ve O. Türel) bir çalışmayla Yordam Kitap tarafından ilk kez Türkçeye kazandırıldı. Kitapçılardan, Tüyap Kitap Fuarında Yordamın tezgahından sağlanabilir.
Kapitalin I. cildine aşina olanlar bilir, o ciltte de zaman zaman ne var bunda, biz zaten bunu biliyoruz dedirtecek türden, yukarda II. ciltten verdiğim örnek misali pasajlara rastlamak mümkündür. Ama, dikkatli okuyucu bunun Marxa özgü adeta biçimsel bir taktik olduğunun da farkındadır. Mesela, yukardaki kısa paragraf Marxın (P M Ü .M- P) şeklinde ifade ettiği para-sermaye devresi formülünün ilk aşamasına (P M) ilişkin, okuyucunun mutlaka kavramasını istediği bir hususu berraklaştırmak amacıyla yazılmıştır. Hem de, o husus olanca berraklığı ile aktarıldıktan sonra! Marxın bu metni en olgun çağında, ölmeden 5 yıl önce yazmış olduğunu da ekleyelim bu arada. Soralım o zaman: Kavramamız gereken o husus nedir acaba?
En temel hususlardan biri olduğuna şüphe yok. Kapitalist ile ücretli emekçi arasındaki sınıf ilişkisi(nin).. nereden kaynaklandığı, neyin ürünü olduğu hususu (s. 41). Soruyu sorar ve hemen ardından, Marx, her okumuş yazmışın vereceği cevabın kimi yanılgılar içerebileceğini hatırlatır: Para-sermaye . hakkındaki görüşler, genellikle, yan yana duran ya da birbirlerine karışan iki yanılgı içerir. Birincisi: Sermaye değerinin para-sermaye olarak yerine getirdiği ve tam da para biçiminde bulunduğu için yerine getirebildiği işlevler, yanlış bir şekilde, bu değerin sermaye olma niteliğinden türetilir; oysa bu işlevler, yalnızca, sermaye değerinin para durumundan, para olarak görünüş biçiminden kaynaklanır. İkincisi, ilkinin tersidir: Para işlevinin onu aynı zamanda bir sermaye işlevi kılan özgül içeriği, paranın doğasından türetilir (dolayısıyla, para, sermayeyle karıştırılır); oysa bu işlev, buradaki P E işleminde olduğu gibi, salt meta dolaşımında ve buna karşılık gelen para dolaşımında hiçbir şekilde verili olmayan toplumsal koşulların varlığını şart koşar. (altını ben çizdim; s. 41)
Marx, yukardaki alıntıda sermaye işlevi şeklinde ifade ettiği ..kapitalist ile ücretli emekçi arasındaki sınıf ilişkisi(nin).. dolaşımda verili olmayan toplumsal koşulların ürünü olduğunu söylemektedir. O toplumsal koşulların ne olduğunu da açıkça belirtmiştir tabii: emek gücünün gerçekleştirilmesinin koşullarının (geçim araçları ve üretim araçları), başkasının malları olarak, emek gücü sahibinden ayrı olmaları.. (s.41). Demek ki, tıpkı cebinde köle satın alacak kadar para ile dolaşanlar yüzünden kölelik vuku bulmadığı gibi emek gücü satın alabilecek para babaları yüzünden de kapitalizm (yani kapitalist ile ücretli emekçi arasındaki sınıf ilişkisi) vuku bulmazmış. Sözkonusu ilişki, geçim araçlarını ve üretim araçlarını emekçilerden koparıp, onları başkasının malları haline getiren toplumsal süreçlerin sonucu imiş.
Toprağı bol olsun, benim İTÜ yıllarımın öğrenci lideri Harun Karadenizin Kapitalsiz Kapitalistler diye bir kitabı vardır. Harun, orada (P -M)nin diğer ayağına, (P Üa)ya, para ile üretim araçları satın alınmasına yoğunlaşarak, kapitalistlerin para-sermayesiz, dolayısıyla Üasız oluşlarını Türkiye gerçekliğinde inceliyordu. Yukarda ise, Marxın (P -M)nin öbür ayağına, (P E)ye yoğunlaştığında ufkumuzu nasıl genişlettiğine sadece küçük bir örnek verdik. Kapital IInin nasıl elzem, nasıl harika bir metin olduğunu sezdirtebildiysek ne ala..
Geleceğimiz orta sınıfların elinde(ymiş) -Ahmet Tonak (Birgün)
Ben neo-liberalizm yakıştırmasını sevmem. Ama benim sevmeyişim ve elimden geldiğince az kullanmaya çalışmam teorik bir tercihtir. Bir bakıma, kapitalizmi dönemleştirme fetişine kapılarak, özünün gürültüye getirilmesine kavramsal bir karşı koyuş. Bazen Don Kişotça olsa da, bir tür akıntıya karşı duruş.
Türkiyeli kapitalistlerin fikriyatını temsil iddiasındaki TÜSİADın Görüş dergisini fırsat buldukça karıştırırım. Bu dergide yazmakta beis görmeyenler, hangi kıymetli görüşlerinin kapitalistlerce bilinmesini istiyorlarmış diye merak ederim.
İşte bu minval üzere göz attığım Görüşün son sayısının Burjuvazi üzerine olduğunu farkettiğimde bir hoş oldum. Birileri, bizim yerli kapitalistlere ne olduklarını, ne olmadıklarını anlatmaya soyunmuş dedim. Bütünü itibariyle komik buldum bu durumu.
Yazılardan birinin (yani, yazarı Fuat Keymanın) utangaçlığı (hassasiyetleri gözetme çabası da denilebilir) başlığından başlıyordu: Türkiyenin Geleceğini Yeni Orta Sınıf Belirleyecek. Konu Burjuvazi iken, bu iddalı çıkışın temeli neymiş bakalım dedim. Ve hemen farkettim ki, orta sınıf, kapitalist sınıfın, burjuvazinin kod adı imiş. Hassasiyetin son haddini de keşfetmiş oldum!
Giriş cümlesi bir harika: Türkiyenin 1980den başlayarak 1990larda yaygınlaşan ve özellikle son 10 yılda derinleşen dönüşüm sürecinin çok önemli bir boyutunu, yeni orta sınıflar olarak adlandırılan toplumsal katman/kesim/kimlik oluşturuyor. Neresinden tutsan elinde kalıyor. Siz tırnak işaretlerine aldanmayın, yazının tamamı okunduğunda, hem dönüşüm süreci hem de yeni orta sınıf kategorilerinin Fuat Keyman tarafından benimsendiği apaçık.
1980 sonrası Türkiyede (24 Ocak kararlarıyla) uygulanmaya başlayan ekonomi politikalarının popüler adı neo-liberalizm. Kimileri, neo-liberalizme daha havalı bir biçimde yeni sermaye birikim modeli de diyor. Her ne şekilde yorumlanırsa yorumlansın, bu 32 yıllık emek belalısı dönemi başlayan, yaygınlaşan, derinleşen bir dönüşüm süreci olarak soğukkanlı ve nötr bir şekilde adlandırmaya özen gösterildiği açık. Yeni orta sınıflardaki sınıf kategorisini bulanıklaştırmaya gösterilen hassasiyet de ilginç: adeta, sınıf dediğimiz şey bir katman/kesim/kimliktir, korkacak bir şey yoktur denmeye çalışılmış.
Nitekim, bu yumuşak ve kaygan giriş cümlesinden sonra, yazının geri kalan kısmı orta sınıf kategorisinin aslında orta sınıf olmadığı, bildiğimiz kapitalist sınıf olduğu ve bu sınıfın Keymanca son 30 yıldır ne yapıp ne ettiği üzerine. Mesela, bilmiyorsanız öğrenin türü bir banalite: orta sınıflar, AB süreciyle birlikte, Türkiyede, ekonomik dinamizmin ve girişimci kültürün itici ve taşıyıcı aktörü konumuna gel(miş). Hani, şu neresinden tutsak elimizde kalan kentsel dönüşüm var ya, bu orta sınıflar orada da bayağı aktifmiş, bilmiyorsanız onu da öğrenin: Anadolu kentleşirken, Anadolu kentleri kentsel dönüşüm sürecinden geçerken, yeni orta sınıflar kurumsal kimlikleriyle bu süreçte çok önemli ve etkin rol oynadı. Kentsel dönüşümün önemli aktörü konumuna geldiler. Ama aynı zamanda da, kentsel dönüşüm sürecinden yararlandılar Kentleşme sürecinin ve kentsel dönüşümün hızlanmasına ve pekişmesine katkı verdi(ler). Taşıyıcı aktör dediğin böyle olur: hem kentsel dönüşüm(de).. çok önemli ve etkin rol oyna(r) hem de yararlan(mayı) ihmal etmez!
Peki, 2000li yıllarda, Türkiye modernleşmesinin, siyasal, ekonomik ve kültürel dönüşümünün ana aktörlerinden biri olan ..(ve) bu konum(unu).. giderek güçlen(dir)en bu orta sınıfın hiç mi kusuru yok? Keymana göre bu kusur şu: Türkiyenin toplumsal birliği ve istikrarı için gerek duyduğu demokrasinin güçlenmesi, çoğulculuk ve farklılıklarımız içinde birlikte yaşama alanlarında henüz net bir duruş ve söylem ortaya koymuş değiller. Bugün, muhafazakarlaşmayla demokratikleşme arasında yer alan yeni orta sınıfların yapacağı tercih, büyük ölçüde, Türkiyenin geleceğini belirleyecektir.
Kıssadan hisse: taşıyıcı aktör olarak orta sınıf = kapitalist sınıf; o da Türkiyenin geleceğini belirliyor!
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.