Kızılkaya: Belge ve İnsel okuduktan sonra AKP'li oldum
AKP'li Muhsin Kızılkaya, eskiden sosyalist olduğunu ancak Ahmet İnsel ve Murat belge okuduktan sonra muhafazakarlara yakınlaştığını ifade etti.
AKP Mersin milletvekili adayı Muhsin Kızılkaya, eskiden sosyalist olduğunu ancak Ahmet İnsel ve Murat belge okuduktan sonra muhafazakarlara yakınlaştığını söyledi.
Habertürk gazetesinden Kürşad Oğuza konuşan AKPli Muhsin Kızılkaya, "AK Parti 2002de kurulduğunda İslami hareketlere acayip önyargılı bir bakış vardı. Ben o zamanlar rijid bir solcu, sosyalist bir Kürttüm. İslami hareketlere, muhafazakarlara hoşgörüyle yaklaşıp onların memleketi dönüştürebileceğine, vesayetçi rejimi kırabileceğine dair bir inanç gelişmişse bende, tek müsebbibi Birikim Dergisi; Laçiner, İnsel ve Belgedir" dedi.
AKPli Muhsin Kızılkaya'nın açıklamalarının bir bölümü şöyle:
-Yıllar önce AKPye karşı çıkışların vardı. Sonra neden AKPde yer almak istedin?
AK Parti 2002de kurulduğunda İslami hareketlere acayip önyargılı bir bakış vardı. Ben o zamanlar rijid bir solcu, sosyalist bir Kürttüm. Ama sosyalistlerin yöntemlerini de benimsemiyordum. Bir hata var, neden bu hareket büyümüyor diyordum. 90larda bütün hak ihlallerinin göbeğinde yer aldım, DGMde aydınların mahkemesini kaçırmazdım. İmza kampanyaları, Kürtlere destek... Ama 28 Şubatta düzgün bir sınav vermedim. İnsanların ne kadar mağdur olduğuyla ilgilenmedim.
-Bir nedamet mi bu?
Evet. Kürtlere yapılan zulümler gibi, Müslümanlara yapılanlara da karşı durmalıydım. Herkese türban taktıracaklar, şeriat getirecekler diyenlerin içinde yer aldığın için ister istemez sen de inanıyordun.
-Solcu olduğun için mi?
Hayata sadece kendi penceremizden baktığım için... 2002de annem İstanbula geldi, Tayyip Erdoğan partiyi yeni kurmuştu. Anneme kime oy vereceğini sordum. Hapishaneden yeni çıkmış biri var, ona dedi. Sen onu nereden biliyorsun? dedim. Annem tek kelime Türkçe bilmez, televizyon izlemez ama Erdoğanı, ona oy vermesi gerektiğini biliyordu. Şaşırmıştım. Ben gazeteciyken Erdoğan belediye başkanıydı. Yılmazın (Erdoğan) tiyatrolarına gelirdi ailesiyle. Karizmatikti. Ama ona dinci, İslamcı diyorlardı ve ben de kibirli bir sosyalist, devrimciydim. Sonra Birikim Dergisinde Ömer Laçiner, Murat Belgelerin yazdıkları beni çok etkiledi. İslami hareketlere, muhafazakârlara hoşgörüyle yaklaşıp onların memleketi dönüştürebileceğine, vesayetçi rejimi kırabileceğine dair bir inanç gelişmişse bende, tek müsebbibi Birikim Dergisi; Laçiner, İnsel ve Belgedir.
Hiç öfkesi kalmamış insanın, bırakalım başka şeyleri, yaşaması bile mucize yaratmak kadar güçtür. Herhangi bir inancın insanı ayakta tutabilmesi, öfkeden arınmışsa, mümkün değildir. Zaten, hiçbir öfkesi olmayan bir inanç, ancak dinlere inananlarda, onların da küçük bir bölümünde görülebilir. Hatta orada bile, dinler kendilerini yaygınlaştırmak, kimileyin de korumak amacıyla şu ya da bu biçim ve şiddette mücadeleyi öngördükleri için, öfke olmadan olmaz. Uzatmadan bir sonuca ulaşmaya çalışırsak, öfkelenmeyenin mücadele etmesi beklenemez, diye noktalayabiliriz.
Bu cümleleri iki nedenle erteleyemeyeceğimi düşündüğüm bir tanıtım yazısına giriş olmak üzere sıraladım. Artık iyice unuttuğum çok eski yıllarda, bize yol gösteren büyüklerimizden işittiğim ve okuduğum bir söz vardı. Yazı yazmayı öğrenmenin ve öğretmenin en iyi yollarından biri, kitap tanıtım yazısı yazmak ve yazdırmaktır, derlerdi. Doğrudur. Lâkin, benim şimdi yazacağım tam bu tür bir tanıtım yazısı olmayacak. Bir değinme belki.
Önce, neden erteleyemeyeceğimi düşündüğümü belirtmeliyim.
Birincisi, Ankarada kitabı edinmem epey uzun sürdü; dolayısıyla, zaten yazmakta gecikmiştim ve 7 Haziran seçimlerinin hemen öncesinde ve hemen sonrasında oluşacak gündemin aşırı zorlayıcı baskısı altında daha da gecikebilirdim.
İkincisi, iki gün önce, soL.haberde ve başka yerlerde, AKPnin bir Kürt milletvekili adayının söylediklerini okudum. Bu aday, adı geçen parti kurulduğu sıralarda rijid bir solcu, sosyalist bir Kürt olduğunu söylüyordu. Anlaşılan, sosyalistliğinin ne kadar rijid olduğunu açıklamak için de şu kanıtları getiriyordu: 90larda bütün hak ihlallerinin (herhalde, o ihlallere karşı çıkışların, demek istiyor) göbeğinde yer aldım, DGMde aydınların mahkemesini kaçırmazdım. Derken, gazetecilikle uğraşan ve kendi deyişiyle kibirli bir sosyalist olan bu genç, Birikim dergisini okumaya başlamış ve Ömer Laçiner, Murat Belgelerin yazdıkları kendisini çok etkilemiş. Böylece şu hakikate ulaşmış: İslami hareketlere, muhafazakârlara hoşgörüyle yaklaşıp onların memleketi dönüştürebileceğine, vesayetçi rejimi kırabileceğine dair bir inanç gelişmişse bende, tek müsebbibi Birikim Dergisi; Laçiner, İnsel ve Belgedir.
Bu haberi okur okumaz, herhalde övgü niyetine söylüyor bunları çocuk, dedim kendi kendime; ama şimdi burada övülenlerin en az ikisi, Belge ile İnsel, bu övgüden hoşlanmış olamazlar, çünkü şu sıralar yine solculuk yapma peşine düştüler.
İşte bir de bu nedenle, Belgeli Birikim gericiliği tamlamasını dilimize kazandırmış ve bu gericiliği kovalamayı hiç savsaklamamış olan Osman Çutsayın kitabına bir değinmede olsun bulunmamanın, hem de haklılığının bir kez daha kanıtlandığı günlerde, bağışlanmaz bir ihmal olacağını düşündüm. Değinme deyip duruyorum; çünkü, bu kitabın üzerinde uzun uzadıya durmak bir yana, bir tanıtma yazısı yazmak bile benim şu anda ayırabildiğimden çok daha fazla bir emek zamanını gerektiriyor. Hem kendi okuma alışkanlıklarım hem de böyle bir yazı yazma niyetim yüzünden elime kurşun kalemi alıp masa başına oturduğumda, altını çizmeden ya da yanına işaret koymadan geçebildiğim cümle kalmamaya başlayınca, o tür bir okumadan da yazıdan da vazgeçmek zorunda kaldım.
Öfke başlığı ile Türk Çürümesinde Sanatın Rolü alt başlığını taşıyan bu kitap, Beyaz Baykuş yayınları tarafından, Nisan 2015te İstanbulda basılmış. Çok titizlenildiği belli, temiz bir baskı olduğunu hemen söyleyebilirim.
Başka mecralar bir yana bizim soL okurlarının tümüne yakını, yazarın adını sanını, nasıl bir yazar olduğunu bilirler. Yine de benim birkaç bilgi eklememde sakınca olmasa gerektir. Osman Çutsay, kendisi bu tür kuşak yakıştırmalarına benim kadar kızmıyordur umuduyla söylersem, bir 78 Kuşağı mensubudur; demek, onar yıllık dönemlerle yapılan bu kuşak yakıştırmaları bakımından, benden bir sonraki kuşaktan. Bu, anılan yıllarda devrimci üniversite öğrencisi olmak, anlamını taşıyor. Peki, devrimci olmasa olmaz mı? Benim tanımıma göre, olmaz; pek hoşlanmadığımı az önce belirttiğim bu kuşak sınıflandırması, ancak devrimcilerle ilgili olduğunda benim açımdan kullanılabilirdir. Çutsay, o yıllarda, Ankarada Siyasal Bilgiler Fakültesinin bir öğrencisidir ve, aynı zamanda, yine Ankarada yayımlanmakta olan Sosyalist İktidar dergisi çevresinde çalışan bir devrimci öğrencidir; daha önemlisi, bizim sosyalist iktidar yürüyüşümüz içinde yetişmeye başlamış, daha sonra ve özellikle yaklaşık çeyrek yüzyıldır yaşayıp çalıştığı Almanyada kendini geliştirmiş ve aradan otuz beş yılı aşkın bir süre geçtikten sonra da o yürüyüşün içinde olan bir mücadelecidir. Çok okuyan, çok düşünen, çok çalışan, bütün bunları sosyalist iktidar için gerekli olduğunu gözeterek yapan, yaparken de sözünü sakınmayan, başka bir anlatımla, hocasından, hepimizin hocası Yalçın Küçükten ödünç aldığı deyişle entelektüel şiddet uygularken gözünü kırpmayan, benzerleri hâlâ pek az sayıda olan bir devrimci işte. Sayıları biraz olsun çoğaldığında, pek çok sorunumuzu çözmüş olacağız.
Osman, bu kitaba yazdığı ilksözde ve içindeki bazıları çok yeni, bazıları biraz daha eski incelemelerle değinmelerde, toplumumuzun ve asıl onun nesnel anlamda bir parçası olan solumuzun son otuz beş yıldaki çürümesinde sanatın önemli bir işlev gördüğünü ileri sürüyor; buna ilişkin yaşantılarını, gözlemlerini, saptamalarını sergiliyor; bütün bunlarla birlikte ve bunların bir ürünü olarak, son derece sarsıcı, birçoğumuz için irkiltici vargılara yahut önerilere ulaşıyor. Daha doğrusu, bu vargılarla önerileri tek bir başlıkta toplamak mümkün: Bugünkü yapılışı, üreticileri ve ürünleriyle sanat, vazgeçilebilirdir. Bu benim özetlemem oldu. Kendi kendisiyle bir konuşma olarak tasarlayıp yazdığı ve bu yılın başlarının ürünü olduğunu sandığım bir incelemesindeki kendi satırlarıyla aktarırsak, şöyle: Sanat, tek başına çürütüyor. Sanat, somut bir çözülme ve çürümedir. Solsuz ve siyasetsiz sanat, piyasanın kutsanmasından başka bir anlam taşımaz. Çaresizlik, piyasa dediğimiz mezbahanın öpüp başına koyduğu bir ekmektir ve sanat en çok çaresizlik, yalıtılmışlık üretir. (s. 289)
Mart 2015te yazıldığı belirtilen ilksözde söylenenlerin bazılarını da vurgulamakta yarar görüyorum: Sonuçta, istisnalar 40 yıldır kaidenin altında kalmıştır: Türkiyedeki sanat erbabının, bir eğilim olarak, ne denli satılık, satıcı ve uşak olduğunu, en iyi 1980 sonrası Türkiyedeki toplumsal pratik göstermiş sayılmalıdır. Direnenler elbette vardı, ama onlar sanatçılık adına falan değil, devrimci oldukları için direndiler. Direnç kaynakları hakkındaki bilgileri yanlıştır. Ama dürüsttürler. Zaten de yenildiler. Yenildik. Sanatı cansiparene savunanlar ise zaman içinde en büyük ve en ahlaksız satıcılar olduklarını ilan etmek zorunda kaldılar. Her yerdeler. (s. 11)
Yerleşik kabullerin dışına çıkmayı arayan ve hep ters köşeden yanıtlar bulmaya çalışan metinlerden oluştuğu belirtilen kitabın önerisi ise şöyle özetleniyor: Bir başka araştırma alanı: Sanat ürünlerinin siyasal anlamları, toplumdaki siyasal yapılar ve insanların siyasallaşmasındaki rollerini irdelemek ve aynı şekilde toplumdaki siyasallaşmanın, siyasallaşmış insanın sanat ürünlerinin üretim sürecine doğrudan ve dolaylı etkisini araştırmak, siyasetin aşırı belirlendiği yeni ortaçağımızda, özel bir gereksinim olarak öne çıkıyor: Sanat politolojisi. ( ) Modern zamanlar toplumu, burjuva toplumu veya demokratik toplumlar, isteyen demokrasi olarak da okuyabilir, her şeyin yalana dönüştürüldüğü ve insanın da sürü hayvanına benzetildiği bir siyasal pratiğin adıdır. Dolayısıyla, böyle bir pratiğin ürünü ve böyle bir pratiğin yaratıcısı sanatı araştırırken, ayrıcalıklı bir siyaset vurgusuna ihtiyaç duymamız anlaşılabilir. ( ) Sanat politolojisi, romanlarda, şiirlerde, öykülerde, enstalasyonlarda, ışık üzerinden türetilen görselliklerde, alışılmış tablolarda, radikal kopuş denemelerinde, şarkılarda ve yeni müzik arayışlarında, sinemada, tiyatroda, mimaride, aklımıza gelen her yerde, sanatın siyaset, siyasetin de sanat olarak gözlenme gereksinimine verilmiş bir yanıttır. (s. 15-16)
Bu yazının başlığına ve ilk satırlarına dönerek bitirecek olursam, öfke ile inancın bütünleşmesine değinmem gerekecek. Onu da, kitabın pek çok yerinde bulmak mümkün olmakla birlikte, en sondaki iki paragrafı buraya aktararak yapmak en iyisi:
Bugünkü çöküşümüzü hazırlayanlar, sanatçıydılar, önce onlar teslim oldular ve aydın kaynaklarımızdan başlayarak tüm toplumu çürütmeyi başardılar. Slogan dedikleri şey kendilerine hep sosyalizmi ve sosyalist deneyimleri hatırlattığı için, ki haksız sayılmazlar, bunun sanat pratiklerinden uzak tutulması yolunda büyük çaba harcadılar. Başarılı oldular.
Her şeyi altüst edeceğimiz, toprağı metrelerce havalandıracağımız bir dönemin içindeyiz. Toprağın bağrını yarmadan olmuyor bu işler. Ekmeden biçilemiyor. Hafriyat yoksa yeni bina da yok. İsteyen buna içsavaş diyebilir. Bir içsavaş ilan etmek zorundayız. Son çaremizdir.
Muhsin Kızılkaya'ya sosyalistler olarak bir teşekkür borcumuz var. Çünkü batının sınıfsal içeriği boşaltılmış aydınlanmacılığını tercümeler yoluyla memleket topraklarına, sol içinde görünerek aktaran Murat Belge - Ahmet İnsel gibilerin içinde yer aldıkları Birikim Okulu'nun (BO) aslında bir muhafazakar üretim atölyesi olduğunu onun kadar açıkça kimse anlatamazdı.
Kızılkaya, düzenin kabul ettiği bir makbul Kürt olarak bir zamanlar içinde yer aldığı Sol'dan kopmasında bu okulun büyük etkisi olduğunu İslami hareketlere, muhafazakârlara hoşgörüyle yaklaşıp onların memleketi dönüştürebileceğine, vesayetçi rejimi kırabileceğine dair bir inanç gelişmişse bende, tek müsebbibi Birikim Dergisi; Laçiner, İnsel ve Belgedir" cümleleriyle ifade ediyor. Öncesinde yine kendi deyimiyle, - BO'nun özenti Türkçe'siyle elbette- , rijid bir solcu, sosyalist bir Kürt'tü ama sosyalistlerin yöntemini de benimsemiyordu. Zorlamayla biçim değiştirmeyen anlamına gelen Rijid sözcüğüne ters düşer bir biçimde bugün gayet biçim değiştirmiş bir örnek olarak karşımızda duruyor.
Solun yükselme döneminde, atmosferin dışında kalmamayı Rijid'lik olarak anlatması yanıltıcı olmasın. Bu bildiğin yükselen değer kuyrukçuluğudur tabii ki. Atmosfer uygun olsaydı BO'nun başından beri muhafazakar/sağ fikirleriyle buluşabilirdi rahatlıkla, Rijidliği de (!) engel olmazdı buna. Bu atmosferi şimdi milletvekili adayı olduğu AKP iktidarında bulmuştur. Faydacılığının teorik temellerini aramasına da gerek kalmamıştır, çünkü BO her an elinin altındaydı.
İslami hareketlerin memleketi dönüştürebileceği inancı sadece BO liberallerinin pompaladığı bir anlayış. Ülkede devrimci, dönüştürücü olanın aslında sağ olduğunu ileri süren İdris Küçükömer gericiliği de bu ülkede liberallik sanıldı. BO'nun beslendiği batılı liberal anlayışta dönüştürücü olmanın yolu, sivil toplum kurumlarına dönüşmemis, devletdışı dinsel yapılara karşı olmaktan geçti hep. BO'nun liberalliği batı liberalliği yanında (da) bir hayli gericidir bu yüzden. Türk liberalinin yerel kalmasının nedeni budur. Kızılkaya'nın buluştuğu gericilik bu tür bir gericilik işte. Batı Liberalliği'nin sınıfsal mücadeleyi engelleyen her maddesini benimseyip, dine itirazını almamak tercüme entelektüelliğinin ülkedeki macerasının özeti. BO'nun dergisi Birikim'de, İslamcı Ali Bulaç eliyle, İslamın başka yapılardan hoşgörü beklediği güçsüz döneminde ortaya atılan Medine Vesikası'nın başka düşüncelere hoşgörüyle yaklaştığı yalanı çokça yer aldı. Muhsin Kızılkaya, milletvekili olmaya soyunduğu AKP'de bu yalanın gerçek olduğunu anlayacak hidayete ermiş görünüyor.
Kürt hareketindeki durgunluğun AKP sayesinde giderilebileceğine inanmış bir Kürt olarak, Kürtler açısından vesayetten kurtulmanın yolunun İslamcılıktan geçtiğini ona anlatacak bir başka okul bulabilecek mi acaba Kızılkaya? Bizzat içinde yer almış Kürtlerin koptuğu AKP'nin vesayetten kurtardığı (!) Türkiye, başka hiç bir düşünceye tahammülü olmayan gerici/İslamcı vesayet ülkesidir bugün. Kızılkaya, ne tesadüf, bu ortamda muhafazakar/islami hareketlerin dönüştürücü(!) olduğunu keşfetmiştir. Liberalliğin gericileştirdiği onlarca figürden biri olarak Kızılkaya çarpıcı bir örnektir.
Sol'dan(!) gelip, solun ceberrutluğu yüzünden iyi insan olma şansını yitiren, şimdilerde bu şansı yakalamış görünenlerden biri de Mahmut Övür'dür. Dev-Sol'dan geldiğini farklı sol fraksiyonların içinde yer aldığını söyleyen Övür, 1978'den sonra kişisel hayatını sorgulamaya başladığını vurguluyor. Bu sorgulamanın bunca yıl sürmesi, nihayet 2015'de AKP'den milletvekili adayı olunca sona ermesi, düşünce faaliyeti açısından içinde bulunduğu sefilliği de gösteriyor elbette. İnsanın herhangi bir düşünce'den bu kadar geride kalması tuhaf. Yoksa, sorgulamayı sona erdirecek ikbal kapısını ararken yanlış kapıya giderim korkusu mudur bu kadar gecikmesinin nedeni?
Oysa solu kastederek ifade ettiği mahalle baskısını 90'lı yıllardan beri hissediyormuş. Ama buna rağmen hizmet veren başörtülü olmasın demeye de devam etmiş. İnandıklarını her ne pahasına olursa olsun savunamamanın, tek başına karşı çıkma iradesinden yoksun olmanın itirafıdır bu cümleler. İtiraz, eğer çoğunluğun itirazına dönüşürse, hele de iktidar olursa o zaman sorgulamaları bitiyor bu türlerin.
Kızılkaya da Övür de bu itirafları için yıllarca neden beklediler acaba? Moris Farhi'nin Yabanda Yolculuk adlı kitabında bir karakterden şöyle söz edilir: Bugüne kadar hiç kıç yalamadı. Dürüstlüğünden değil, yanlış kıçı yalarım korkusundan.
Sol kesim içindekiler de toplumun içinde yaşayan, çelişkilerle yüklü insanlar çoğunlukla. Özellikle de sempatizan kesimi genelde böyle. Zamanında ülkede sol rüzgarı esiyordu. O dönem sola yakın duranların bir bölümünün şimdi başka yere savrulması da pek öyle beklenmedik birşey değil. Bu Kızılkaya denilen bey de, rüzgarla başka tarafa savrulmuş. Neyse, adamda az biraz utanma kalmış olmalı ki, bir yandan Belge, İnsel v.b. yi suçunu örtbas etmek için kullanırken, öte yandan ezilen Müslüman kesim, 28 Şubat gibi boş laflarla kendisini halkı çıkarmaya çalışıyor. Aslında içindeki utancı gizliyor, gizlemeye çalışıyor. Boşverin bu adamları. BUnlar zamanı gelir faşist militan da olur, ona da gerekçe bulur. Faşizmin kitle tabanını da halk kesiminden insanlar oluşturuyor gibi felsefeler de atar ortaya. Bu adamları konuşmaya bile değmez.
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.