SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Niçin Sürekli Yeniliyoruz…           (gösterim sayısı: 3.037)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
ayhan
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 05.12.2013
İleti Sayısı: 1.076
Konum: Tekirdağ
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: ayhan
Konu Tarihi: 17.06.2015- 21:52


Niçin Sürekli Yeniliyoruz… (1)- M. Tanju Akad

Cepheler Çoğu Zaman Net Olmamıştır

Türkiye’nin ilerici güçleri uzun süredir sürekli mevzi yitirdi, direniş odakları ardı ardına çöktü, günümüzdeki çok olumsuz tablo ortaya çıktı. 1960’larda başta basın, üniversiteler ve sendikalar olmak üzere bir dizi unsur, sistemin denetiminde olmayan sağlıklı unsurlara sahipti. Ayrıca her alanda direnen insanlar bulunuyordu. Bugün her şey çok daha olumsuz. Elbette ki nedenleri saymakla bitiremeyiz ancak en önemli gördüğümüz hususların üzerinde duran bir dizi yazımız olacak.

31 Mart gerici ayaklanması, 1908 İhtilali’nden sonra Türkiye’nin toparlanmasından korkan yabancı ülkeler ve içte rahatsız olan gerici koalisyon tarafından gerçekleştirildi. Bu koalisyonun örtülü lideri İngiltere idi. Meşrutiyet düzeninin, kendilerini sıkıntıya sokacağını hisseden alaylı subaylar ve medreseliler ile bir kısmı Arnavutlardan oluşan muhafız askerleri ise vurucu gücünü oluşturdu. Propagandayı yapanlar gerici din adamları, siyasi partisi sonradan Hürriyet ve İtilaf’a dönüşecek olan Ahrar Fırkası idi. Prens Sabahattin’in liberal fikirlerini savunan bu parti aynı zamanda etnik ve bölücü unsurların sözcülüğünü de yapıyordu. Serbesti gazetesi Ahrar’ın sözcüsü olup, bu parti İkdam, Millet ve Yeni Gazete gibi yayınların da desteğini almıştı.

İşte batının Türkiye’de kollarını teşkil eden bu gerici koalisyon sisteminin özü 107 yıldır aynı kalmış, unsurların sadece adları ve güçleri değişmiştir.

Bu koalisyona karşı mücadelede başarılı olduğumuz dönemler vardır ama Hareket Ordusu’nun isyanı bastırması ve aynı zamanda gericilik ve işbirlikçiliğe karşı bir iç savaş olan Kurtuluş Savaşı hariç, yenilgiler esastır. O kadar ki, gerici koalisyon çok kısa sürede Cumhuriyet’e hâkim olmuş ve onu kemirmeye başlamıştır.

Tarihimiz, bu yıkıcı ve gerici koalisyonun hâkimiyet ve direnenleri tasfiye mücadelesinden ibarettir. Bu koalisyona karşı yapılan mücadelelerde başarısız olmamızın nedenlerini anlamazsak, bundan sonra da başarılı olamayız.

Gelelim bu yazının konusu olan cephelerin çoğu zaman net olmamasına:

Ülkenin dışa bağımlı yapısı ve uluslaşma sürecimizin geç başlaması çoğu durumda batılı güçlerin Türkiye politikasında birden fazla tarafa sızarak müdahil olmasına olanak tanımıştır. Uluslaşmasını tamamlamamış ülkelerin yurttaşları için diğer yurttaşlarına karşı intikam duygusu her şeyin ötesine geçebilmektedir. Bunları kullanan yabancı güçlerin aynı (örneğin Soğuk Savaş dönemi) veya karşıt taraflarda (örneğin İkinci Dünya Savaşı dönemi) olması felaketleri küçültmemiştir. Örneğin Hürriyet ve İtilafçılar İngilizlerle işbirliği yaparken İttihatçılar da bazen isteyerek, bir şekilde de hasbelkader Almanlarla işbirliğine itilmiştir. Halbuki, İttihatçılar da önce İtilaf güçleriyle ittifak aramışlar ama tersyüz edilmişlerdi. Sonuçta o dönemde iki cephe de işbirlikçiydi. Günümüzde en çok oy alan dört partinin hepsinin işbirlikçi olması gibi. Kaldı ki, gerek sızma, gerek operasyonlar bazen o kadar incelikle yapılmıştır ki, çoğu zaman olayları izlerken içyüzünü anlamak ve kimin ne olduğunu açığa çıkarmak mümkün olmamıştır. Kimin sağ, kimin sol olduğu da her zaman anlaşılmamıştır. Birçok etnik ayrılıkçı veya intikamcı unsur solun içine gizlenerek faaliyet gösterdiği gibi, sadece diğer partilerin değil, İslamcı akımların veya mezheplerin içine gizlenerek çalışanlar da olmuştur. Bunlar içlerine gizlendikleri akımların öz faaliyetlerini de sabote etmişlerdir. Keza, solun bunlarla ilgili olanların yanı sıra, nispeten bağımsız olan bir bölümü dahi, kimi zaman, son dönemde olduğu gibi batılı güçlerin işbirlikçisi olabilmiştir. Ya da, örneğin 27 Mayıs’ın Menderes yönetiminin, batının aykırı gördüğü işleri yaptığı için devrildiği konusunda birçok tez vardır. Keza bu dönemde yapılan tasfiyelerin niteliği kimse tarafından net şekilde ortaya konmamıştır. Acaba, tasfiye edilenler NATO’nun denetleyemediği subaylar mıydı? Ve bu tasfiye 1971’de ve 2002’den sonraki büyük adımların ilki miydi? Bu işlere karışan siviller ve askerler 1960’tan 2012’ye kadar her dönemde, iş işten geçinceye kadar tongaya bastırıldıklarının farkına varamamışlardır. Ve 1961 Anayasa’sı bir kaza mıydı, yoksa dönemin gereği miydi? Bundan sonra bu anayasayı ortadan kaldırmak için gösterilen devasa gayretler önemlidir. Solcuların aklı da bu olayları tam olarak izlemeye yetmemiş, en abuk sabuk girişimleri destekleyenler çıkmış, zigzaglar çizilmiştir. 1971’de Erim’in sözde reformcu kabinesi açıklandığı zaman solcuların büyük tezahüratının ortasında kalıp, nasıl büyük bir acı ve şaşkınlık yaşadığımı hiç unutmam. Birkaç hafta içerisinde Balyoz Harekâtı akıllarını başlarına getirecekti ama artık çok geç olmuştu. Zaten dağınık güçlerin bir araya gelme koşulları ortadan kalkmış bulunuyordu. Bunu izleyen dönemde Türkiye’de devlet içerisinde on binlerce nitelikli insanın tasfiyesi gerçekleştirilerek 1980 ve sonrasının azgın gericiliği hazırlanmıştır.

Kısacası, cephelerin net olmaması biraz da insanlarımızın olayları kavrama yetersizliğinden kaynaklanır. Kavrasalardı, bu kadar şaşkınlık yaşamazlardı. Boş güven duymuşlar, ihanete uğradıkları zaman dağılmışlardır. Hâlbuki akıllı olup durumu kavrasalar tedbir alabilirler, ya da en azından, durum başlarına gelince bisikletten düşmüş karpuza dönmezlerdi.

Bir başka durum da, ülkemiz insanlarının Soğuk Savaş’ın bitişini ve bunun muhtemel sonuçlarını kavramamalarıydı. Bu durum hem küresel planda, hem de bazı ülkelerde cepheleşmeleri değiştirecekti. Bunu görmeyenler politika yapmaya da layık değillerdi ama tam tersine, bazıları sonradan o kadar iyi adapte oldu ki, bütün değerlerini anında satarak saf değiştirdi. Üstelik bazılarını da kandırarak gerici cephenin günümüzün ilericiliği olduğuna inandırıldılar. Üstelik bunlar arasında birçok nitelikli insan ve 1970’lerin hızlı solcuları bulunmaktaydı. Ama bunlar aslında neydi ki hemen satışa geldiler, bu kadar hızlı değiştiler…

Bu, bizi insanlarımızın politik bilgi ve beceri eksikliğine, politik mücadeleye hazır olmamalarına, çoğu zaman kıvırtmalarına ama bundan çok daha önemlisi, temel değerlerden yoksun olmalarına getirir ki, bunlar önümüzdeki yazılarda ele alacağımız konulardır.

Tanju Akad



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
ayhan
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 05.12.2013
İleti Sayısı: 1.076
Konum: Tekirdağ
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: ayhan
Cevap Tarihi: 19.06.2015- 11:31


Niçin Sürekli Yeniliyoruz… (2)- M. Tanju Akad

Türkiye’de kitlelerin politikaya katılması esas itibariyle II. Meşrutiyet ile başlar. Bu çok yeni bir tarihtir. Bundan önce de çok uzun bir isyan ve eşkıya geleneği vardı elbet, ama bunlar kopuk ve sistemsiz şeylerdir. En azından Türkler için politik programı olmayan tepkilerdir. Hıristiyan ahali özellikle 19. yüzyılda daha politik ve programlı bir çalışma içerisinde olmuştur. Türkler bunlara karşı devlete sarılma içgüdüsü göstermişler, ancak son çare olarak ulusçu politikaya başvurmuşlardır ki, bunun dönüm noktasını tespit etmek istersek, en iyi tarihin Balkan Savaşları olduğu görülür. 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Jön Türk (ya da genç Osmanlılar) hareketleri, esas olarak sivil ve askeri bürokrasiye dayanan dar kadrolu işlerdi.

Türklerin politik tecrübesizliği, bu konuda bizden çok önde olan Avrupalıların Türkiye işlerine müdahalesini daima kolaylaştırmıştır. Ayrıca ulusun oluşumunun diğer halklara göre çok geç kalması ve imparatorluğun homojen olmaması her zaman daha fazla işbirlikçi bulmalarını sağlamıştır. Gerçi batılılar gittikleri her ülkede işbirlikçi bulmuşlardır ama burada imparatorluğu parçalamak isteyen milyonlar adeta onların kollarına atılmıştır. Bu çok şaşırtıcı değildir çünkü bazıları kendi istiklallerinin peşinde koşuyorlardı. Şaşırtıcı olan, 1960’larda milli bağımsızlıkçı bir atılımla başlayan (daha öncesi fazlasıyla marjinaldir) Türkiye solunun içerisinden de her cins işbirlikçinin taburlar ve tümenler halinde batılıların yedeğine girmesidir. İşbirlikçi basın, işbirlikçi vakıflar, dernekler, sendika yöneticileri, işbirlikçi siyasetler, daha ne sayarsan say.

Her devletin ayakta kalmak için belli mekanizmalara ihtiyacı vardır. Batı, Türkiye’nin öncelikle güvenlik mekanizmalarını denetime alarak bunları birer iç savaş mekanizmasına dönüştürmüştü. 1960’lardan itibaren bunlar kontrgerilla anlayışı içerisinde Türkiye’nin ilerici unsurlarına saldırmışlar ve sayısız katliam yapmışlardır. 12 Eylül’ün işkenceleri ve sıkıyönetim hapishaneleri ise durumu kitlesel hale taşıdı. Burada Türk devletini korumak için işkence yaptıklarını sanarak işbirlikçilerin talimatını yerine getirenler (zaten gerici bakış sahibi olanlar ayrıdır) aslında ülke için yıkıcı bir iş yaptıklarını bile anlayamadılar. Ve ortada büyük bir trajedi vardı. İşkence edilenlerin büyük bir kısmı işbirlikçi yönetimin değil, Türkiye’nin yeminli düşmanı haline geliyor, bu ikisi arasındaki farkı anlayamıyordu. Biz işkence sırasında bu işbirlikçilere karşı mücadele için yemin ederken azınlıkta kaldığımızı bilmiyorduk. Türkiye solunun bir kısmı bu süreçten geçerek liberal kuyrukçuluğa düştü. Demokrasi gelecek hayaliyle “yetmez ama evet” dediler. Bir kez bu gaflet ve ihanet yoluna düştükten sonra dönüş yoktu. Diğer kısmı da Türkiye’ye düşman ne kadar akım varsa peşine takılıp gittiler. Fareli köyün kavalcısı misali. Bu arada basında, üniversitelerde, adalet mekanizmasında ve muhalif olabilecek tüm kurumlardaki tasfiyeler hızlanmıştı.

Aslına bakılırsa, o zaman aklımızın ermediği şey, insanlarımızın henüz yurttaş haline gelmemiş olmasıydı. İnsanları ilerici bir çizgiye çekmeye çalıştığımız 70’li yıllarda Cumhuriyet ellinci yılına daha yeni basıyordu ve sol çoktan paramparça olmuştu. Sadece birkaç ana çizgi olsa anlaşılabilirdi. Bir seferinde 55 fraksiyon saymıştım ve adını bile kısaltmasından çözemediğim daha düzinelerce vardı. Bunlar ideolojik ayrılıklara dayanmıyordu, çünkü zaten bu kadar ideoloji bile yaratamazdınız. O dönemde bunu cehalet ve kariyer hırsına bağlıyordum. Daha sonra bunda gizli etnik müdahalelerin olduğunu anladık ama yapacak bir şey yoktu. Bugün eski KSD’lilerin ne yaptığını veya etnik kuyrukçuların niçin İ. Kaypakkaya’yı övüp M. Çayan’ı kötülediklerini görüp “haa! dimi yaa” diyoruz.

Belli bir seviyeye gelen insanlar, büyük ortak çıkarlar için küçük grup çıkarlarını ikinci plana atabilenlerdir. Türkiye’de bu hiç olmadı. Demokrasi ve uzlaşma kültürünün eksikliğindendir. Türk solu kendi içinde uzlaşamayınca, bir bölümü Kürt milliyetçiliğinin peşine takılarak kendi ayaklarına kurşun sıktı. Hem de ikisine birden. Türk milliyetçileri ise daha başından itibaren yabancı kontrolüne girmişti. Dinciler de bunun dışında kalamazdı.

Sonuçta, Türkiye insanlarının büyük bölümü başka güçlerin denetimindeki siyasetlerin peşinden gidiyor. Bunun nedeni sadece yurttaş olmamaları değil, yüksek insani değerlere de sahip olmamalarıdır. Halkımızın bağımsızlık, demokrasi ve hukuktan yana bir halk olmadığını açıkça söylemeliyiz. Aksi halde bu kadar işbirlikçi ve hain çıkmaz. Bu durumda halk ve halk düşmanları diye bir ayırım yapmak işe yaramaz. Kötüleri sayınca, zaten elinizde kalanlar azınlığa düşüyor. İşbirlikçiler ve yağmacılara karşı bağımsızlık ve hukukun üstünlüğünden yana olanlar diye bir ayırım yapmak daha çok işe yarar. Az olsun öz olsun. Bağımsızlıktan yana ama solcu olmayan bir yurttaş, işbirlikçi ve kuyrukçu bir solcudan çok daha iyidir. Tabii, genel bilgi seviyesi ve değerlerden yoksunluk “çamurdan olsun bizden olsun” anlayışını öne çıkarmıştır. Bu nedenle siyasi örgütler sağlam değildir. Kartlardan yapılmış bir kale gibi her rüzgârda dağılır. İnsanların birbirlerine gaz vermeleri durumu değiştirmez.

Nihayet şuna da değinmek gerekir ki, Türkiye’de siyasi kurumlar genelde kadro yetiştirmez. Bunun çok sayıda nedeni vardır: (1) Bunu istemez çünkü yetişmiş insanın tekkeyi bozacağından korkar (2) Şayet istese bile yetiştirecek kapasitesi yoktur, bunun nasıl yapılacağını bilmez, birkaç broşür ve el kitabı okutabilir ama bunların da zararı yararından fazla olur, (3) Biat anlayışının buna dahi gereksinimi yoktur. (4) İyi yetişmiş insan zaten orada durmaz, (5) Siyasi gruplar zaten ciddi bir görüşe sahip değildir. Programları göstermeliktir. Zaten programın ne işe yarayacağını bile düşünmezler. Kimse de program sorup incelemez. (6) Sistemli çalışmadıkları için el yordamıyla ilerlemeye çalışırlar ve böylece fırsatçı bir bakış edinirler. (7) İnsan kullanmayı pek severler, sonra da onları zor durumda bırakıp giderler, genelde sahip çıkmazlar.

Türkiye’de siyasi gruplar kof bir kabuktan ibarettir. İçleri boş olduğu için dışarıdan gelen basınç artarsa dağılıp giderler. Bunu değiştirmeye kalkanlar da kısa sürede dışlanırlar. Bunu değiştirmeye çalıştık, başaramadık. Kötülük hem daha örgütlü, hem de daha kolay taban buluyor.

M.Tanju Akad



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
ayhan
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 05.12.2013
İleti Sayısı: 1.076
Konum: Tekirdağ
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: ayhan
Cevap Tarihi: 22.06.2015- 17:22


Niçin Sürekli Yeniliyoruz… (3)- M. Tanju Akad


Siyaset bir dizi sonuç elde etmek için yapılır. Bu sonuçlar doğrudan elde edilemez. Bazı ara hedeflerden, aşamalardan geçmek gerekir. Ne var ki bir kez yola çıktıktan sonra daima beklenmedik durumlarla karşılaşılır. Hedeflerin, ara hedeflerin, aşamalarla ilgili öngörülerin ve yöntemlerin sürekli gözden geçirilip değiştirilmesi iktiza eder. Israrlı olmak, aynı yöntemlerle aynı şeyleri tekrarlamak değildir. Sürekli yeni ve uygun yolların geliştirilmesi için yetenekli ve bilgili bir liderlik gerekir. Bu hiçbir zaman sadece liderin aklıyla sağlanamayacağı için, onun yerine ikame edilecek kurullar/kurumlar gerekir. Yani uzun vadeli kurumsallaşma. Gerekli ısrar ve esneklik bileşimi ancak bilgi ve kurumsallaşma ile mümkün olabilir. Aksi halde lider (yerine geçenler) kör bastonuna sarılı misali hep aynı şeyleri tekrarlayıp dururlar, ya da sürekli aşırı esneyip kıvırtırlar. Bu süreçte, sürekli olarak istenmeyen/beklenmeyen durumlarla karşılaşılınca fikirlerin ve yöntemlerin buna göre ayarlanması kolay değildir. İnsanlar alıştıkları şeyleri hemen terk etmek istemezler, isteseler dahi edemezler.

Türkiye’de ilerici olduğu sanılan ama aslında öyle olmayan bir kesim vardır. Örneğin CHP’nin küçümsenmeyecek kısmı böyledir. Bir de değişim isteyen ama bunu tanımlayamayanlar vardır. Belki üçüncü olarak bunu az-çok tanımlamaya çalışan ama nasıl yapılacağını bilmeyen, kimi zaman kendilerini “devrimci” olarak niteleyen bir başka kesimden söz edebiliriz. Öyle nitelemekle birlikte, bunların çoğu, söylediklerinin ne anlama geldiğini tam olarak kavramış değildi. Yani ne olacaktı da yaptıkları şeyler devrimci bir iş sayılacaktı. Niçin öyle sayılacaktı. Neye hizmet edecekti. Bunlarla ilgili net bir fikri olmadan, kitaplardan edinilmiş muğlâk bir “devrimci” fikri vardı. Tabii bir de “devrim için savaşmayana sosyalist denmez” gibi sloganlar duyulurdu. Savaş nedir? Ne zaman savaşılır? Kaç çeşit savaş vardır? Neyin devrim, neyin karşı devrim olduğu her zaman belli midir? Devrim diye neler yutturuldu, neler yaptırıldı. Hadi bakalım kolay gelsin.

1970’lerin ilk yarısında ortada (belli ve çok olgunlaşmamış fikirlerin dışında) bir toplumcu siyaset olmadığı için genel bir muhalefet yapılıyordu. İkinci yarısında ise toplumcu bir siyasetin oluşturulma sürecine girildi. Bu sürecin içinde yer alarak daha iyi bir şekilde gerçekleştirilmesini umduk. Ne var ki başarılı olamadık. Bunun birinci nedeni, olayların çok hızla tırmanması ve insanların işyerlerinde, mahallelerde ve diğer yerlerde koşturmak zorunda kalmasıydı. Gerçekten de herkese, “arkadaş, dur biraz! Önce kendini geliştir” denemezdi ve zaten en iyi gelişme pratiğin içinde olurdu. Ama buna rağmen, herkesin asgari ölçüde yetiştirilmesi, karşılaşacakları durumlara karşı psikolojik olarak hazırlanmaları, yapmaları gerekenler konusunda uzun vadeli düşünceye itilmeleri gerekirdi. Aralarından seçilen daha uygun kişilerin ise daha önemli görevler için hazırlanması şarttı. Bu yapılmadı ve gittikleri her yerde ellerinden gelenin en iyisini en hızlı bir şekilde yapmaya çalışan insanların büyük kısmı bunu kaldıramayarak dağıldılar. Böylece siyaset yapanlar, siyasetin en önemli unsurları arasında olan kadro yetiştirme ve kurumsallaşma koşullarını gerçekleştiremediler. İşte buna dar pratikçilik denir.

Şimdi, bir siyasetin olduğunu var sayalım. Bunun için ayrıca bir siyaset planı gerekir. Hedeflere hangi ara hedef ve aşamalardan geçilerek ulaşılacaktır. Öncelikli işler nelerdir. Hangi yollarla, hangi kesimlere ne tür mesajlar verilecektir. Nasıl ilişki kurulacaktır. Daha yakın veya hasım unsurlara nasıl yaklaşılacak, toplumsal destek nasıl artırılacaktır. Burada kullanılacak yöntemlerin verimliliği nasıl değerlendirilecek ve değiştirilecektir. Bilgi akışı nasıl sürekli kılınacaktır. Gelen bilgilerin geçerliliği nasıl kontrol edilecek, nasıl değerlendirilecektir. Bunların hepsi son derece zor işlerdir. Hevesle yapılsa iyi olur ama heves hem geçicidir hem de asla yetmez. Belli prosedürler gerekir. Bu da çoğu zaman sıkıcıdır. Sokağa fırlayıp iş yapmak isteyen bir kişinin yordam sahibi kılınması uzun ilgi ve emek gerektirir. Kaldı ki, bu yordamları tasarlayacak nitelikte insanları bulmak dahi kolay değildir. Ayrıca, sadece prosedürlere bağlanan insanlar hemen bunalırlar. Bir kısmının serbest bırakılması, ama bir şekilde denetlenmesi ve birilerinin de tüm süreci gözetip, kontrol altında tutması gerekir. Bu işleri yapacak adamlar istense bulunurdu ama onları kazanacak bir yaklaşım eksikti.

Değerli okur. Bunları şimdi söylediğimizi sanmayın. 1970’lerde de çok dile getirdik ama dinleyecek kulak bulamadık. Biraz bulduysak da sadece dinlendi o kadar. Serbest stilde siyaset yaptıklarını sananlar için bunlar fuzuli şeylerdi. Siyaset oluşturulma süreci bir türlü gelişmedi, siyasi liderlik oluşmadı ve dört dörtlük bir yenilgiye uğranıldı. Utanç verici değil de, acıklı olarak tanımlamak daha uygundur. Haa! Kulak verilseydi farklı olur muydu, ne kadar farklı olurdu… bunu bilemeyiz. Farklı olması için farklı bir liderliğin teşekkül etmesi gerekirdi ama etrafta buna talip olan da yoktu. Bir noktadan sonra herkes topu ayağından çıkarmaya çalışıyordu.

Toplumcu bir siyasetin geliştirilmesi, hele muhafazakâr bir İslam ülkesinde son derece zor bir iştir. Bunu daha da zorlaştıran şey, batılı güçlerin ilerici güçler arasından seçtikleri kişileri yanlarına çekip liberal ve etnik siyasetlerin peşine takmalarıdır. Türkiye’de 68 kuşağından ve takip eden kuşaklardan çok sayıda kişiyi kontrollerine alıp kullanıyorlar. Bu kadar karmaşık bir süreç içerisinde çok daha titiz bir çalışma yapmak gerekirken, insanlara nasıl kullanıldıklarını bile anlatmakta büyük zorluk çekiliyor. Bugün Türk solunun ve sağının büyük kısmı emperyalizmin dolaylı kontrolü altındadır. Bunu bilmeden adım atan herkes felakete katkıda bulunur. İşin ilginci, çoğu ne olduğunun farklında değil, ama hainler takımının listelerinin çok doğru bir şekilde yapılmış olduğunu da memnunlukla görüyoruz. Yani, etraf o kadar da boş değil.

Bu arada hep siyasetten söz ediyoruz da, siyaset yapmak için önce bir siyaset sahibi olmak gerekir. Bu da bir sonraki bölümün konusu olacak. Bakalım bu tefrikanın sonu gelecek mi?

Tanju Akad



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
ayhan
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 05.12.2013
İleti Sayısı: 1.076
Konum: Tekirdağ
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: ayhan
Cevap Tarihi: 04.07.2015- 04:12


Niçin Sürekli Yeniliyoruz… (4)-M. Tanju Akad


Siyaset Yapmak İçin Önce Bir Siyaset Sahibi Olmak Gerekir. Bu Kimde Var?


Yarı olgunlaşmış bazı fikirlerle ortaya çıkıp bazı talepleri savunmak da siyaset sayılabilir tabii, ama bunlar ya yerel planda kalmaya mahkumdur, ya da siyaset sahnesinin figüranları olarak etrafta dolanıp dururlar. Ciddi siyaset uzun vadeli bakış, ince düşünüş ve tahlil ister. “Hele bir yola çıkalım, kırarız, sararız, devam edip bir şeyler yaparız” yaklaşımı ne yazık ki yaygındır ve analiz yapacak yeterlilik de yoktur. Kaldı ki, analiz bir kez yapılıp kenara konulacak bir şey değildir. “Birisi vaktiyle bir analiz yapmıştı, buna göre…” diye başlamak olmaz, söz konusu analiz o dönemde daha popüler olmuş olsa da. Analiz ve takip sürekli yapılması gereken bir siyaset rutinidir. Bizde, hayat bir yandan akıp giderken, aynı iskelenin etrafında dolanıp gemi beklerken siyaset yaptığını sananlar çoktur. Ama buna gelinceye kadar yapılacak çok işler vardır. “Bir kasa limon alacağım, seneye işi götüreceğim”, ya da “bir tekke açalım, işimize bakalım” derseniz karşılığını tahmin edebilirsiniz.

Öncelikle, Türkiye’nin yoğun dış etkiler altında olan ve genel siyaseti dışarıdan planlanan bir ülke olduğunun farkında olunması gerekir. Herkes bunu bir şekilde bilir, ama biliyormuş gibi davranmaz. Ancak bir yere gelmek isteyen herkes buna göre yol çizmek zorundadır. Birkaç istisna, her başbakan adayı sırası geldiğinde ABD’ye gidip gerekli icazeti alır. Bu, durumun ispatıdır. Bir de, ABD kime koçluk yapıyorsa, onların geldikleri yerlere bir göz atın bakalım.

İkinci olarak, Türkiye’de siyaset diğer ülkelerin çoğundan daha fazla, rant paylaşımının aracıdır. Bu konuda belki ancak Rusya ile mukayese edilebilir. Devlet yönetimi, ekonomik kaynaklar üzerinde daha fazla oynayabilmektedir. Bu nedenle rant paylaşımını hesaba katmadan yola çıkan yaya kalır. Çok partili hayata geçildiğinden beri siyasi iktidarlar emekçilere yağma olanağı tanıyarak sosyal muhalefeti asgariye indirmişlerdir. Sadece bir örmek verelim. Köyden kente yığılan kitleler, kent arazilerinin üçte ikisini (bu yaklaşık bir rakam) yağmalayarak üzerine kaçak inşaat yapmışlar ve bir kısmı ciddi bir servet sahibi olmuştur. Sadece bu da değil. Belediyeler, kamu varlıkları, ormanlar, meralar, kıyılar, dereler ve daha neler yağmalanmıştır. Rant paylaşımına girmeden siyaset yapanın ilerleme şansı çok azdır. Sol biraz da bu nedenle devre dışıdır. Bu nedenle bazı “solcular” kapılanacak yer aradılar ve tabii ideolojik mazeretini de yarattılar. Daha doğrusu bu ideolojik mazeret onlar için hazırlanıp geldi. Aynı gerekçeler cumhuriyet düşmanları için de paketle servis edildi.

Sadece bu iki faktör bile, işbirlikçiler ve fırlama yağmacılar dışında kalanlar için siyasetin ne kadar zor olduğunu gösterir. Şayet hızla ilerleyen bir siyasi oluşum varsa, bunların en azından birisine girdiği kesindir.

Üçüncü olarak, ortaya atılan her siyasetin kitlelerin gözünde meşru olması gerekir. Kendi başına siyaset yapabilirsin tabii, kumda oynar gibi. Çoğu siyaset böyledir. Siyasi program somut verilere dayanan çaba gerektirir ama bundan kasıt ekonomik istatistikler değildir. Bundan çok daha önemli olan kültürel faktörler hakkında doğru fikir sahibi olunması gerekir. Ne söylediğinin, kimin için söylediğinin belli olması gerekir. Halk soyut bir siyasi kavramdır. Gerçek hayatta (sosyolojik olarak) karşılığı yoktur. Siyasetler tarafından farklı tanımlanır.

Dördüncü olarak, siyasetin karşısındaki muhalefeti-direnci azaltacak yolları bulması gerekir. İktidar mücadelesine girmeden önce çok uzun bir muhalefet süreci içerisinde hazırlanmayı bilmeden olmaz. Bu süreç içerisinde karşı güçlerin zayıf olduğu yerleri tespit ederek çalışmak daha iyidir. Her fırsatta güçlü olanla kafa kafaya gelmeye çalışan kısa sürede kafasını kırar. Hani, başpehlivana (ya da silahşöre) meydan okuyup şöhret kazanmak isteyen genç irisi gibi bir şey, ama daha ne olduğunu anlamadan gidersin..Toplum içerisinde akıllı bir grup olarak yer ve itibar kazanmak koşulu vardır. Yüz sene öncesinin her fırsatta çelişkileri derinleştirme taktikleri yenilgiyi garantiler. Her gün sokakta bağırmaktan başka bildiğin yoksa toplumun gözünde itibar kazanamazsın ve erirsin. Zaten, bu ikide bir sokakta bağrışma işine aklım hiç ermemiştir. Bu ancak yeri gelince yapılması gereken bir şeydir. Binlerce çalışma biçimi geliştirilebilir. Ama aklını hiç zorlamadan sokağa çıkıp bağırmak kolaylarına gelir. Her işi yeri ve zamanı gelince yapmak gerekir.

Beşinci olarak, (ki bu kesinlikle en önemlisidir), ortaya koyduğunuz siyasi çizginin nereye varacağını düşünmeniz gerekir. Bugün için muhalefet ettiğiniz durumdan çok daha kötüsüne yuvarlanmak işten bile değildir. Türkiye’de bu birçok kez başa gelmiştir. Bu siyaset şaşkınlığıdır. Meşrutiyetçilerin, İttihatçıların, Cumhuriyetçilerin, darbecilerin, milliyetçilerin, solcuların, herkesin başına gelmiştir. Kardeşim, otur bi düşün… tuttuğun yol nereye gider diye!

Altıncı olarak, siyaset, örgütlenme ve kurumsallaşmanın yanı sıra yönetim becerisi gerektirir. Ayrıca analiz, siyaset üretme, propaganda, ilişki geliştirme gibi becerilere de ihtiyaç vardır. Bu da nitelikli insanların siyasete çekilmesiyle olur. Bunlar yoksa, siyaset yapıyorum diye ortaya çıkanlar ciddiye alınmaz. Sokakta bulduğun her adamı yanına almaya kalkarsan bir yere gidemezsin, onlar seni kafaya alır, kullanıldığının farkında bile olmazsın. (Gerçek durum çoğu halde böyledir yani).

Bu işler zordur. Yapamayacak olan heves etmesin. İsterseniz zamanı gelince beğendiğiniz hareketi desteklersiniz. Ya da olaylar öyle sıkıştırır ki, herkes elini taşın altına koymak zorunda kalır. Her sabah “halkın mücadelesi yükseliyor” diye güne başlayanlar bir bakmışsız birkaç ay sonra toz olmuş.

Öncelikle anlaşılması gereken şeylerden birisi de siyasetin esas olarak kültürle ilgili ve kültürün unsurlarından sadece bir tanesi olduğudur. Bu nedenle siyaseti aktarma veya taklit olarak yapmamak gerekir. İdeolojiler genelde ancak benzer kültürler arasında aktarılabilir. Yoksa lafı bol, etkisi az olur. Örneğin bizdeki sosyal demokrasi gibi. Nesi sosyal, nesi demokrat belli değildir. Ya da, bir ülkeye kapitalizm girdi diye sosyalizmin koşulları oluşmaz.

Tefrika uzuyor. Acaba nerede kesmeli? Ama en azından şu kültür meselesine bir değinmeden olmayacak.

M.Tanju Akad



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
ayhan
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 05.12.2013
İleti Sayısı: 1.076
Konum: Tekirdağ
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: ayhan
Cevap Tarihi: 09.07.2015- 11:00


Niçin Sürekli Yeniliyoruz… (5) – M. Tanju Akad


Siyaset Her Şeyden Önce Kültürle İlgilidir

Siyaseti güçlü bir irade vasıtasıyla toplumun sorunlarını çözecek bir araç olarak görmek büyük yanlışlara yol açar, şayet söz konusu iradenin nasıl teşekkül ettiği anlaşılmazsa. Toplumsal irade birçok karşıt iradenin bileşiminden oluşur. Sınıfların içerisindeki alt kesimlerin iradeleri de homojen değildir. Yani saf bir burjuva iradesi ile bir proletarya iradesi ile bir bilmem ne iradesi vs. gibi iradelerden de söz edilemez. Bunların hepsi çatışan iradelerin bileşimi olarak muhtelif kanallarda bir yol bulur. 19. yüzyıl romantik devrimciliği bunu basitleştirip sunarak kimi solcuların akıllarını kütleştirmiştir. Burjuvazi bu açıdan daha üstün bir analiz, plan ve uygulama kabiliyetine sahiptir. Bunu da girdiği her mücadeleden sonunda galip çıkarak ispat etmiştir. Mekanik bakışa sahip olan solcular gerekli esnekliği göstermezken, sağ güçler çok uzun vadeli planlarını büyük bir esneklikle yürüterek başarıya ulaşıyorlar. Önce bunu kavramak gerekir. Hasmın kadar akıllı olamazsan yenilirsin. O kadar basit işte.

Siyasi akıl, siyaset okuyarak elde edilemez. İnsanla ilgili tüm bilgilerin ve felsefenin bir şekilde öğrenilmesi ve sonuç elde etmeye yarayacak yollar bulunması gerekir. Aksi halde tepki gösterir durursun. Sonra gene tepki gösterir ve durursun. Sonra gene tepki gösterir ve durursun. Sonra gene… ve gene… ve gene… böyle gider. Son 70-80 yıldır görülen de aynen bundan ibarettir. Gerçi bir asır tarihte çok kısa bir süredir ama bunun ne zaman değişeceği belli değildir.
19.yy. romantik devrimciliğinin bir başka zararı da, uzlaşma ile çatışma arasındaki dengenin kurulmasını engellemesidir. Sürekli çatışma kültürünün öne çıkması zararlı olmuş, insanların taktik esneklik göstermesine mani bir zihniyet oluşturmuştur. Buna karşılık ittifak yapılabilecek unsurlarla uzlaşma olanakları da aranmamış, ancak kimi durumda da uzlaşma adına teslimiyete gidilmiş, bir denge tutturulamamıştır. Uzlaşma-çatışma dengesinin kurulamaması bir açıdan da uzun vadeli gelişmeleri görememe körlüğünden kaynaklanır. 1930’larda da Avrupa’da cumhuriyetçi ve devrimci güçler uzlaşmazlık içerisinde hızla faşizmin kucağına düşmüşlerdi. Günümüzdeki durum elbette ki her ülkede çok farklıdır ama ilerici (olduğu varsayılan) kesimlerin, örneğin sosyal demokratlar ile devrimci sosyalistlerin birbirlerinden nefret etmeleri, gerici güçlerin ve emperyalizmin mevzi kazanmalarına hizmet etmiştir. Uzun vadeli körlük aynı zamanda ricat dönemi çalışmalarının anlamının kavranamadığına işaret eder. Ricat da hücum kadar önem verilmesi gereken ve özel taktik beceriler gerektiren siyaset durumudur.

Siyasetle ilgili bir başka önemli yanılgı da sınıf siyaseti güttüğü iddiasında olanların, toplumun tümüyle ilgili önerilerinin ve planlarının net olmamasıdır. Hangi parti iktidara gelecek olursa olsun, toplumun tümünü yönetmek zorundadır. Hiçbir kesimi yok sayamaz. Kaldı ki, bugün sınıf siyaseti tüm dünyada gerilemiş durumdadır. Kimse (çok sınırlı bir amacı yoksa) tek bir sınıfa dayanan siyaset yapamayacağı gibi kimsenin de herhangi bir sınıf adına siyaset yapmasını kabul etmez. Zaten doğrusu budur. Bu arada tek sınıf ya da belli bir kesim adına yapılan siyasetlerin, başka şeylerin yanı sıra, sınıfın kendi kontrolünde olmadığı için çürüdüğü görülmüştür. Diğer sınıflar ve kesimler farklı şekillerde kendilerini gizleyerek siyasette yer almışlardır. Her halükarda bunalım kaçınılmazdır.

Kaldı ki, sınıflar kendilerini sadece ait oldukları sınıfın üyesi olarak görmezler. Hatta, çoğu hiçbir şekilde bunu ön planda tutmaz. Hangi sınıftan olursa olsun, bundan önce kendisini ulusun bir üyesi, ve/veya bir inanç sahibi veya herhangi bir başka grubun üyesi olarak görür. İnsanlar çıkarlarından önce korkuları ve temel dürtüleriyle hareket eder. Uzun vadeli çıkarları objektif olarak başka bir yerde olsa bile, kısa vadeli endişeler daima öne çıkar, ve tabii bunlar nadiren de olsa çakışabilir, ama çok nadiren. Başarılı siyaset değişik kesimlerin taleplerini belli süreler için de olsa birleştirebilen siyasettir. Sonuçta farklı insanlar ve farklı kesimler daima var olacaktır ve insanlığın selameti için olmalıdır da. Ne insanları, ne de ideolojilerini homojenleştirmek mümkün değildir, ayrıca iyi bir şey de değildir. İyi olan onları iyi hedefler için bir arada tutabilmektir.

Bu arada siyasetin hemen her zaman kirli bir iş olduğunu da hatırlatmakta yarar var. Partiler siyasi kirlenmenin uç noktalarında yer alır. İşin kötüsü, partilere çıkar için girenleri ayırt etmek çoğu zaman mümkün değildir. Zaten mümkün olsa bile partiler içerisindeki çıkar grupları (ya da başka ittifaklar) kısa sürede klikleşip kendilerine meşru kılıflar yaratır. Yani, bırakın siyasetin tümünü, bunun temel aracı olan partileri bile çirkin komplolardan uzak tutmak mümkün değildir. Bunun tek yolu açıklıktır. Bir parti veya siyasi kuruluş ne kadar gizliyse, o kadar hızla dejenere olur. Mücadele içerisindeki kuruluşlarda durum kısmen farklıdır, çünkü, zor çalışma koşulları insanları daha hızlı eler ama sonuç fazla değişmez. Kirli bir siyaset dünyasında temiz siyaset ütopyadır. Mümkün değildir ama gene de mümkün olduğu kadar kontrol altında tutulmalıdır. Bunun yolu da denetim ve hesap sorma mekanizmalarının daima açık tutulmasıdır. Ancak, parti içi işleyiş mekanizmalarının da kültür aşısıyla istenilen seviyeye getirilemeyeceği bilinmelidir. Bir ülkede bütün partilerin işleyiş mekanizmaları ile genel ve yerel yönetimlerin yürütülmesindeki anlayışlar birbirlerinin aynasıdır.

Bir toplumun kültürü binlerce yılda oluşur. Bunu birkaç nesil içerisinde değiştirmek mümkün değildir. Bunu zorlayanlar tepkinin arttığını görürler. Her ülkede her ilerici atılım tepkiyle karşılaşır. Toplumların düz bir çizgi üzerinde değil de zigzaglı bir şekilde, küçüklü büyüklü ileri-geri adımlarla yürüdüğünü kavramak son derece önemlidir. Aksi halde ricat dönemi çalışması yapılmaz ve felaket kapıyı çalar. Bizde olan budur. Her dönemde ileri atılmaktan başka bir şey düşünemezsen yenilgiye mahkûmsun.

Bir toplum, dışarıdan gelen kültür aşılarını kolay kabul etmez. Doğu toplumları batının teknik ve düşünsel üstünlüğü karşısında ayakta kalmak için batılı ideolojileri ithal ederek toplumlarına zorla yutturulan bir ilaç gibi tatbike kalktılar. Bırakın Marksizmi, milliyetçilik bile batıdan farklı şekilde geldi. Şöyle ki, batıda milliyetçilik çoğu zaman laiklikle birlikte gelişirken, doğuda laikliği bir yana bırakıp dinle sentez halinde geliştirildi. Bu yokmuş gibi davranmak, hatta bunu kavramamak, örneğin ülkemizde en azından üç nesli ziyan etti. Bakalım daha ne kadar sürecek.

M.Tanju Akad



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Sürekli Emperyalizm... melnur 1 2067 26.06.2020- 04:00
Konu Klasör Gökbilimciler neden gökyüzünde sürekli aynı noktaya bakıyor? melnur 0 98 13.09.2024- 06:11
Etiketler   Niçin,   Sürekli,   Yeniliyoruz…
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS