12 Eylül faşist darbesi olarak bilinen askerin yönetime el koyduğu 12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden 35 yıl geçti.
(İleri Haber) 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden 35 yıl geçti. Otuz beş yılda gözaltına alınanların sayısı, faili meçhul cinayetler, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılananların sayısı ve bunun gibi diğer veriler darbenin ardından birçok ölüm ve işkence bıraktığını gösteriyor.
Türkiyenin düşün ve akademi dünyasındaki liberal-muhafazakâr hegemonik söyleme göre, Türkiye siyasetinin asli öznesi -yeterince gelişkin bir sivil topluma sahip olmadığımız için- batı dünyasından farklı olarak devlettir. Devlete sınıflardan, sınıf mücadelelerinden, emperyalizmden azade bir anlam atfeden bu bakış açısına göre, ortada kendi aklı, kendi çıkarları, kendi ideolojisi olan, zaman ve mekân üzeri, ideolojisi yaklaşık 100 yıldır hiç değişmeyen, tanrısal bir varlık bulunmaktadır ve asker de bu tanrısal varlığın ete kemiğe bürünmüş halidir.
Bu hegemonik söylem, devleti kuran güç ve onun cisimleşmiş hali olarak askerin 1908den beri kendisinin (devletin) bekası adına düzenli aralıklarla siyasete müdahale ettiğini ve balans ayarı yaptığını söyler. Tam da bu nedenle, 27 Mayıs da, 12 Mart da, 12 Eylül de, 28 Şubat da aynı devletlû zihniyetin, aynı devlet geleneğinin bir ürünüdür. Sanki yüz yıldır Türkiyede tarih akmamakta, ekonomik, politik, sosyolojik değişimler yaşanmamakta, sınıflar birbiriyle mücadele etmemekte, asker ise zaman zaman bu donmuş tarihte birtakım kıpırdanmalar olduğunda onu yeniden buzluğa kaldırmak için darbe yapmaktadır.
Söz konusu hegemonik söylemin bu tarih okumasının gerisinde elbette ki sınıf körü olması yatmaktadır. Liberal-muhafazakâr çerçeveden bakıldığında, Osmanlıdan bugüne Türkiyede batılı anlamda sınıflara ve sınıf mücadelesine rastlamak mümkün değildir ve esas mücadele sınıflar arasında değil, devletle toplum, merkezle çevre, batılı elitlerle mütedeyyin kitleler arasındadır.
Tam da bu nedenle bu hegemonik söylemin taşıyıcıları tarihe baktıklarında, örneğin 27 Mayısla 12 Eylül arasında herhangi bir fark görmezler. Onlar için, misal 27 Mayısın planlı ekonomi modeliyle 12 Eylülün neoliberal ekonomi modeli arasında herhangi bir fark yoktur, ya da 27 Mayısı ortaya çıkaran gençlik hareketlerinin varlığıyla 12 Eylülün tam da toplumsal muhalefeti bastırmak için yapılmış olması arasında da herhangi bir fark bulunmamaktadır. Liberaller ve muhafazakârlar, 27 Mayıs Anayasası ile 12 Eylül arasındaki farkın da pek önemsenmemesi gerektiğini söylerler, çünkü nihayetinde her ikisi de darbe ürünü anayasalardır.
Oysa sınıf körü olmayan ve bütünlüklü bir okuma yapıldığında, Türkiyenin de -batıdaki ile birebir aynı olmasa da- sınıflı bir toplum, Türkiye tarihinin de sınıf mücadelelerinin tarihi olduğu kolaylıkla görülebilir. Tam da bu nedenle, ne sınıflardan ne de sınıf mücadelelerinden azade bir devletten söz etmek mümkündür; Türkiyede de devlet, dünyanın her yerinde olduğu üzere, sınıf mücadelelerin gerçekleştiği ve sonuca bağlandığı, yani emek-sermaye çelişkisinin somutlaştığı zemini teşkil eder.
Dolayısıyla, devletin ete kemiğe bürünmüş hali olarak askerin, elbette ki bütün siyasi özneler gibi özerk bir alanı olmakla birlikte, sınıflardan ve sınıf mücadelelerden bağımsız bir şekilde hareket ettiğini söylemek mümkün değildir. Askeri darbelerin bir ekonomi-politiği vardır ve darbeler gerçekleştikleri konjonktürün sınıfsal ilişkilerinden, Türkiye kapitalizminin krizlerinden, sınıfların o konjonktürdeki güçlerinden ve birbirlerine karşı konumlanışlarından ayrı bir şekilde değerlendirilemezler.
12 Eylül: Sermaye darbesi İşte 12 Eylül de ancak sınıfsal bağlamına yerleştirildiğine bir anlam kazanmaktadır. 12 Eylül ne darbecilerin iddia ettikleri üzere akan kardeş kanını durdurmak için, ne de liberal ve muhafazakârların iddia ettiği üzere sivil siyaseti yok etmek ve ülkeyi askeri bir mantıkla yönetmek için yapılmış bir darbedir. 12 Eylül adıyla sanıyla bir sermaye darbesidir ve Türkiye kapitalizminin/burjuvazisinin kriziyle düzenin bundan kaynaklı meşruiyet krizini önlemek adına yapılmıştır. Darbenin hemen ardından sermayenin önemli temsilcilerinden birinin sarf ettiği bugüne kadar işçiler güldü, artık gülme sırası bizde sözü, tam da bunu ortaya koyar niteliktedir.
Sermayenin, burjuvazinin ve dolayısıyla bütün bir düzenin yaşadığı krizin önlenebilmesi için ise yapılacak şey bellidir: Örgütlü işçi sınıfını ve Türkiye solunu siyasi denklemden çıkarmak.
İşte 12 Eylülün tarihi, bu denklemden çıkarmanın tarihidir ve bu nedenle 12 Eylül bir gün değil, halen kapanmamış, dahası iktidar partisi eliyle kapsanarak aşılmış şekilde devam ettirilen bir sürecin, bitimsiz bir toplumsal mühendislik projesinin adıdır. AKP, 12 Eylülün otoriterliğini, neo-liberalizmini ve Türk-İslam sentezci ideolojisini darbecilerin dahi tahayyül edemeyeceği bir şekilde derinleştirmiş, otoriter, piyasacı ve dinselleşmiş bir ülke, yani süreklileşmiş bir 12 Eylül rejimi inşa etmede hayli yol almıştır.
Peki süreklileşmiş 12 Eylül rejiminin inşasındaki en önemli dönemeç noktalarından birinin, yine bir 12 Eylül günü, 12 Eylülle hesaplaşma adı altında yapılan referandum olması, tarihin ironi anlayışının mükemmel bir örneği değilse nedir?
Sahiden de 12 Eylül referandumu, bırakın darbeyle hesaplaşmayı, bilakis hem 12 Eylül mantığının devamı hem de süreklileşmiş 12 Eylül diye adlandırdığımız AKP rejiminin yerleşmesi açısından son derece kritik bir önem taşımaktadır. Her şeyden önce, referandum sonrasındaki 12 Eylül davası, bütün suçu bir ayağı çukurdaki generallerin üzerine yıkarak 12 Eylülün bir sermaye darbesi olduğu gerçeğinin gizlenmesine yardımcı olmuştur. Yapılan anayasa değişiklikleri açısından baktığımızda, örneğin özelleştirmelere yargı yolunun kapanması, 12 Eylülün neo-liberalizminin anayasal bir statüye kavuşmasını sembolize etmesi açısından hayli önemlidir.
Rejim inşası açısından bakıldığında ise, devlet aygıtındaki rakiplerini mahkeme salonlarında ve tertip davalarla tasfiye eden AKP, bu referandumla birlikte tasfiye sürecini hızlandırmıştır. Referandum aracılığıyla AKP ve o zamanki ortağı Cemaat, Cemaatin yargıdaki örgütlü gücü ve kadrolarını yargıyı ele geçirmek için kullanmış, HSYK ele geçirilerek yargıda büyük bir tasfiye operasyonuna girişilmiş, yargı AKP rejiminin yargısına dönüşmüş ve böylelikle, 12 Eylül mantığına uygun bir şekilde güçlü yürütme daha da güçlendirilerek kuvvetler ayrılığının son kırıntıları da ortadan kalkmıştır. Yasamanın parti-devleti rejiminin yani yürütmenin kontrolüne girmesinin ardından, yargı da böylelikle yürütmenin kontrolüne alınmış ve diktatoryaya doğru bir adım daha atılmıştır.
Yetmez ama evetçilik ve AKPnin fabrika ayarları Süreklileşmiş 12 Eylül rejiminin 12 Eylülle hesaplaşma iddialı bir referandum aracılığıyla inşa edilmesi kadar ironik olan başka bir husus ise, AKPnin elindeki tuzluğa yetmez ama evet diyerek iştahla koşanların bugün içerisinde bulunduğu sefil durumdur. Vesayetle, darbelerle, statükoyla hesaplaşıldığına kendilerini ve toplumu insanüstü bir çabayla ikna etmeye çalışan ve çok önemlice bir bölümü bunu kendi kişisel ikballeri için yapanlar, şimdi Hitler, faşizm, diktatörlük, sivil darbe vb. temalı yazılar döşenmekte, AKPyi desteklerken de AKP karşıtlığı yaparken de muhalif olma gibi tuhaf bir beceri sergilemeyi başarmaktadırlar.
Yetmez ama evette cisimleşen zihniyet, her ne kadar geç de olsa olan biteni idrak etmeye başlamışsa da, bu idrak ancak hakikatin küçük bir kısmına dairdir. Çünkü bir sandık tutumundan daha çok bir siyasi/ideolojik pozisyon olan ve yazının başında söz ettiğim tarih okumasından beslenen yetmez ama evetçiliğe göre AKP, devletleştiği/Kemalistleştiği için ortaya böyle bir manzara çıkmıştır ya da yaşanan süreç sadece ve sadece Erdoğanın diktatoryal heveslerinden kaynaklanmaktadır, mesele AKP meselesi değildir. Bu bakış açısının vardığı yer ise, Erdoğandan umut kesilmişse de, AKPnin fabrika ayarlarına dönmesi halinde her şeyin yeniden yola girebileceğine duyulan inançtır. Yani yetmez ama evetçilik bitimsiz bir kandırma/kandırılma arzusu halidir.
Oysa AKPnin fabrika ayarları hiç olmamıştır, AKP en başından beri rejim inşa etmeyi amaçlayan bir parti olarak temayüz etmiş, bu inşa sürecini zamana yaymış, demokrasiyi de bu inşa sürecinin bir aracı olarak görmüş ve kullanmıştır. Bugün gelinen nokta ise Türkiye tarihinde ilk kez sivil bir yönetim aracılığıyla bir ara rejim tesis edilmesi olmuştur. Erdoğan önce parlamenter rejimin bekleme odasına alındığını, daha sonrasında ise rejimin fiilen değiştiğini, sıranın bu fiili değişikliğin anayasal altyapısını hazırlamaya geldiğini söylemiştir. Bugün AKPnin ve dolayısıyla Türkiyenin düzeninin yaşadığı kriz tam da bununla ilgilidir. AKP rejimi kendisini inşa ederken, nihai nokta olan başkanlık aşamasında takılıp kalmıştır ve başkanlığa geçişi sağlayamadığı gibi, parlamenter sisteme de geri dönememektedir. Tam da bu nedenle 7 Haziran seçimlerine doğru gidilirken Erdoğanın 400 vekil verin bu iş huzur içinde çözülsün demesi de geçtiğimiz günlerde 400 vekil verilseydi bunlar olmazdı demesi de nedensiz değildir. Rejim, yaşadığı krizin farkındadır ve bunu en güvendiği yer olan sandıkta aşmayı denemiş, beceremeyince, gece gündüz övdüğü milli iradeyi de hiçe sayarak seçim sonuçlarını fiilen geçersiz sayarak bir tekrar seçime gitmeyi kararlaştırmıştır.
Seçimlerin fiilen iptal edildiği, anayasanın fiilen askıda olduğu, parlamentonun fiilen dağıtıldığı, ülkenin fiilen saraydan yönetildiği bu süreklileşmiş 12 Eylül rejimini inşa eden partinin, 1 Kasım seçimlerine doğru giderken kongresini yine bir 12 Eylül günü toplaması ise üçüncü ironiyi teşkil etmektedir. Kendilerine 12 Eylülle yol verilenler, 12 Eylülün ürünü olanlar, 12 Eylülü süreklileştirenler, kongrelerini yine bir 12 Eylül günü toplayacak ve yine ne ironiktir ki, demokrasi, 12 Eylülle hesaplaşma, yeni anayasa vs. mesajları vereceklerdir.
Bu ironiler coğrafyasından ve süreklileşmiş 12 Eylül rejiminden çıkış mı? Mümkündür elbette. 2013 yılının Haziran ayında 12 Eylüle yaklaşık bir aylık bir ara verilmiş, Haziran boyunca bir yeniden halk ve bir yeniden yurttaş olma pratiği sergilenmiştir. O halde görevimiz bellidir, süreklileşmiş 12 Eylül Türkiyesi yerine süreklileşmiş Haziran Türkiyesini kurmak için mücadele etmek. Gerçek bir barış da, eşitlik de, özgürlük de ancak böyle mümkün olabilecektir çünkü.
Bu ileti en son dayanışma
tarafından 13.09.2015- 21:17 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Yetmez ama evette cisimleşen zihniyet, her ne kadar geç de olsa olan biteni idrak etmeye başlamışsa da, bu idrak ancak hakikatin küçük bir kısmına dairdir. Çünkü bir sandık tutumundan daha çok bir siyasi/ideolojik pozisyon olan ve yazının başında söz ettiğim tarih okumasından beslenen yetmez ama evetçiliğe göre AKP, devletleştiği/Kemalistleştiği için ortaya böyle bir manzara çıkmıştır ya da yaşanan süreç sadece ve sadece Erdoğanın diktatoryal heveslerinden kaynaklanmaktadır, mesele AKP meselesi değildir. Bu bakış açısının vardığı yer ise, Erdoğandan umut kesilmişse de, AKPnin fabrika ayarlarına dönmesi halinde her şeyin yeniden yola girebileceğine duyulan inançtır. Yani yetmez ama evetçilik bitimsiz bir kandırma/kandırılma arzusu halidir.
Türkiye solunun ideolojik mücadelesi sadece düzen güçlerine değil, bugünkü pozisyonlarıyla yetmez ama evetçi kesimlere karşı da olmalıdır. Bu yetmez ama evetçi güruh bugün Erdoğan ve AKP karşısında duruyor görüntüsüne hiç aldanmamalı, Erdoğan'ın etkin olmadığı bir AKP ortaya çıksın bunlar yine AKP'nin demokrasi yalanlarına kanacaklar ve AKP'den yana davranacaklardır. Kürt hareketinin de farklı davranacağını düşünmüyorum. AKP bugün ateşkes ilan etsin hadi masaya desin tıpkı liberaller gibi kürt hareketi de bu çağrıya uyacak ve tekrar barış, çözüm adı altında sürdürülen siyasete uyacaklardır.
Yetmez ama evette cisimleşen zihniyet, her ne kadar geç de olsa olan biteni idrak etmeye başlamışsa da, bu idrak ancak hakikatin küçük bir kısmına dairdir. Çünkü bir sandık tutumundan daha çok bir siyasi/ideolojik pozisyon olan ve yazının başında söz ettiğim tarih okumasından beslenen yetmez ama evetçiliğe göre AKP, devletleştiği/Kemalistleştiği için ortaya böyle bir manzara çıkmıştır ya da yaşanan süreç sadece ve sadece Erdoğanın diktatoryal heveslerinden kaynaklanmaktadır, mesele AKP meselesi değildir. Bu bakış açısının vardığı yer ise, Erdoğandan umut kesilmişse de, AKPnin fabrika ayarlarına dönmesi halinde her şeyin yeniden yola girebileceğine duyulan inançtır. Yani yetmez ama evetçilik bitimsiz bir kandırma/kandırılma arzusu halidir.
Türkiye solunun ideolojik mücadelesi sadece düzen güçlerine değil, bugünkü pozisyonlarıyla yetmez ama evetçi kesimlere karşı da olmalıdır. Bu yetmez ama evetçi güruh bugün Erdoğan ve AKP karşısında duruyor görüntüsüne hiç aldanmamalı, Erdoğan'ın etkin olmadığı bir AKP ortaya çıksın bunlar yine AKP'nin demokrasi yalanlarına kanacaklar ve AKP'den yana davranacaklardır. Kürt hareketinin de farklı davranacağını düşünmüyorum. AKP bugün ateşkes ilan etsin hadi masaya desin tıpkı liberaller gibi kürt hareketi de bu çağrıya uyacak ve tekrar barış, çözüm adı altında sürdürülen siyasete uyacaklardır.
Sen ne yazdığını anlıyormusun? Nedir çözüm sence mertce söyle. Silaha hayır diyorsun, masaya hayır diyorsun? Nasıl çözülür bu sorun söylesene. İşin gücün sadece eleştirmek. Eleştirmek kolay demi, ya çözüm için uğraşmak? Bayağı zor ? Sen devamlı kolayı seçmeye devam et bakalım.
Önce AKP faşizminden halklara özgürlük çıkmayacağını anlamalı, sonra ne yapılması lazım geldiği konusu tartışılır. Kılıçdaroğlu AKP'nin Cizre'deki uygulamaları için aç kapa demokrasisi demiş. AKP çıkarına geldiğinde açıyor, çıkarına geldiğinde kapıyor, bu zihniyetle masaya oturmak değil bu zihniyeti sıkıştırmak ve iktidardan uzaklaştırmak gerekiyor. Kandil'in son açıklaması da bu yönde. Ancak Kandil var, Kandil var. Biri öyle söylüyor, diğeri başka türlü. İnsanların ölmemesi isteniyorsa PKK ateşkes ilan eder, bombalamaları durdurur, Erdoğan'ın ekmeğine yağ sürmekten vazgeçer. Al sana barış! Çözüm mü isteniyor, bu çözüm parlamentoda mı olacak. Al sana HDP! Türkiye'lileşmeyi AKP gericiliğine mücadele eksenine de taşırsa kürt hareketi eli yüzü düzgün bir siyaseti izlemeye başlar. Ya şiddet ya AKP ile çözüm arasında pek çok yol var.
Alican yazmış-Sen ne yazdığını anlıyormusun? Nedir çözüm sence mertce söyle. Silaha hayır diyorsun, masaya hayır diyorsun? Nasıl çözülür bu sorun söylesene. İşin gücün sadece eleştirmek. Eleştirmek kolay demi, ya çözüm için uğraşmak? Bayağı zor ? Sen devamlı kolayı seçmeye devam et bakalım.
Sn Alican çözümden önce sorun nedir diye sormak gerekir. Öncelikle sosyal durum sonra ekonomik gelişme daha sonra kapitalizme uyumlanmamış kültürel yapısı ve göç.
Bu sorunlara çözüm medeni insan gibi yaklaşarak olur.İşte bir çok medeni ülke kendi halkları ile sorunları çözmüş.
Ama Türkiye bürokrasisi hiç medeni olmadı hep ceberrut hep diktatör hep egemen idi.
Onun için yıllarca çözüm diye ortaya atılan her şey belli bir noktadan sonra yine çok gerilerden başlayarak devam ediyor.
Dün AKP eli ile çözüm yolları yine AKP eli ile tıkandı işte yeniden 90 lı yıllara dönüş başladı yine korucu yine muhbirlik yine silah
Halbuki çözüm çok kolaydı bir kanun maddesi ile çözülecekti tıpkı 1984 yılında ÖZAL zamanındaki 141-142 nin kaldırılması gibi şu an bu maddeler kalktı işte komünist partiler özgürce siyaset yapıyor.
Bölücülük suç olmaktan kalktığında kürt sorunu da demokratik yollarla çözülecektir.İnsanlar bölünme de dahil her şeyi halkına soracak ve demeorasi içinde sorunlar çözülecekti.
Ama bunu yapacak cesur siyasetçiler ve SİYASETLER gerekiyor.
Sorun belli çözümde belli işi urgana un serdinmi ne sorun anlaşılır ne çözüm bulunur.dil özerklik demokrasi içinde hiç silah kullanmadan hal edilecek şeydir. İki şey lazım cesur siyaset ve demokratik kafa.
Bu ülkede orta doğu siyasetleri henüz avrupalaşamadı bu sadece egemeneler de değil muhalefet anlayışı da böyle.
Bazı muhalifler sorunları görmemezlik den geliyor bazıları kuyrukçulukta bazıları egemenin (ulsalcılık-milliyetcilik)peşinde.
Bu ileti en son hakkı
tarafından 20.09.2015- 10:26 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.