Ortadoğu ve Türkiye son yıllarda Kürt sorunu eksenli özerklik tartışmalarına sahne oluyor. Kürt sorunu, tüm Ortadoğu çapında çözümü dayatıyor. Rojavadan Diyarbakıra bir hat oluşuyor. Sisli, çatışmalı, acılı ve güneşli zamanlardan geçiyoruz.
Hafta sonu Diyarbakırdaki DTK toplantısında, demokratik özerkliğin - bir kez daha - açıkça savunulması, Demirtaşın, kanton, özerk ve hatta Kürt devleti sözleri içeren konuşması, ardından DTKya ve Demirtaşa savcılıkça, bölücülük ve vatana ihanet soruşturması açılması tartışmayı iyice şiddetlendirdi. Aslında, PKK ve HDP açısından özyönetim, yerelden yönetim, özerklik eski bir konu, 2011den beri gündemde. 47 maddelik KCK sözleşmesinin pek çok maddesinde de siyasal özerkliği düzenleyen tezler bulunuyor.
Özerkliğin ne olduğunu hiç bilmeyen AKPli islamist ideoloji esnafı, liberaller ve Türk ırkçısı kalemler, DTK kongresinin hemen ardından ve hep bir ağızdan, bölücülük ve ülkeyi parçalama eksenli yorum ve suçlamalara hız verdiler. HDP cephesi ise suçlamalara, Başkanlık sistemi tartışması ne kadar meşru ise, özerklik tartışması da o kadar meşru cevabını verdiler.
Demokratik Özerklik bahsinde Türkiye toplumunun, Kürtlerin, sosyalistlerin, sosyal demokratların, hatta HDPnin bile kafası epeyce karışık. Bu yazı, siyasal özerklik kavramını tarihsel ve uluslararası boyutuyla ele alırken, bugünkü verili şartlarda PKK tarafından ilân edilen ve HDP tarafından savunulan reel özerkliği de bir parça anlatmayı ve eleştirmeyi içermektedir.
Tarihsel örneklerle özerklik
Özerkliğe benzeyen deneyler kuşkusuz ki tarihte hep vardı. 16. Yüzyılda Katolik devletlerde Protestanlar lehine, kimi yerlerde Yahudiler lehine, kimi Hıristiyan devletlerde Müslümanlar lehine özellikle dini cemaatler için bazı özerk yetkiler söz konusuydu. Osmanlıda gayrımüslim ruhani reislerin idari, mali, dini, özel hukuk konularda bazı yetkileri vardı. Ancak bu deneyler, elbette 20. yüzyılda ortaya çıkan siyasal özerklikle bir ve aynı değildir.
1. Dünya Savaşı, Alman, Rus ve Osmanlı en büyük üç imparatorluğun dağılmasına yol açtı. Yüzyıllarca imparatorluklar içinde esir tutulan büyük küçük tüm halklar artık kendilerine bir yol arıyordu. Herkes umutluydu, yeni bir çağın şafağının söktüğü düşünülüyordu. Üstelik 1. Dünya Savaşı Rusyada Ekim Devrimi ile sonuçlanmış, sadece dünyanın ilk işçi köylü devleti değil, egemen ulus dışındaki uluslara kendi kaderlerini tayin hakkı vaat eden yepyeni bir yönetim de ortaya çıkmıştı. Azınlığın azınlığı küçük halklar için ise kuşkusuz ayrılma hakkını da kapsayan bölgesel özerklik kabul edilmişti.
Büyük uluslar için ortada fazlaca bir sorun görülmüyordu. Self-determinasyon hakkı, onların ayrılmalarını ve bağımsız bir siyasal devlet kurmalarını zaten yüzyıllar evvel kabul etmişti. Mesela, sadece Osmanlı içinden bile, 1. Dünya Savaşı öncesinden başlamak üzere bir dizi savaş ve çatışma sonucu da olsa- 20 civarında yeni ulusal devlet çıkmıştı. Gerçi, Thomas Benedikter, tek ulus-tek devlet idealinin pratikte gerçekleşmediğini, küçük devletler hariç tüm Avrupada ulusların azınlıklarının yaşadığını ve problemlerim sürdüğünü söyleyerek bu tabloya ciddi bir eleştirel kayıt düşmekteydi.
Özerkliğin ebesi: Ekim Devrimi
Sorun, büyük ulus olmayan, daha küçük azınlık topluluklar, azınlık içindeki etnik, kültürel veya dini azınlıklar için ne yapılacağı, hangi adımların atılacağıydı. İmparatorluklar içinden oluşan yeni ulusal devletlerdeki küçük toplulukların geleceklerini nasıl belirleneceğiydi. Bolşevik Devrim bu soruna uluslar arasında geniş ilgi yaratan bir işçi-köylü modeli uygulayarak bir yanıt veriyordu. Öte yandan bu tablo, özellikle Ekim Devriminden rahatsız kapitalist hükümetlerin yeni ve farklı planlar yapmalarına yol açıyordu.
ABD Başkanı Wilson işte bu yöneticilerin başta geleniydi. 8 Ocak 1918 tarihli, 14 maddelik Wilson İlkeleri, Dünya Barışı adına ortaya atılmış ve azınlıklara diller veya milliyet prensibine dayalı bir kaderini tayin hakkı vaat etmiştir. Bu metinde, özerklik temel siyasal çözüm biçimidir. Wilson, serbest ticaret, silahsızlanma, denizlerde serbestlik ilkelerine dayanan bir MC, diyordu. Oysa bu, -özellikle 2. Dünya Savaşının patlamasıyla anlaşılacağı gibi- gerçekleşmedi.
Özerklik deneyi
Hukukun üstünlüğünce tanınan ilk hakiki modern özerklik 1921 yılında Finlandiyada ortaya çıktı. Finlerin, ayrılma hakkını erkenden kabul eden ise Ekim Devrimiydi. Milletler Cemiyeti (MC), azınlıkların kendi serbest gelişme imkânlarına yardımcı olacağına dair kararlar aldı. MC kararından sonra İsveçli yerli sakinleriyle Aland adalarına bir tür özerklik olan bölgesel öz yönetim sistemi hakkı verildi. Böylece siyasal özerklik, sosyalist ve kapitalist ülkelerde bir yönetim ve anayasal örgütlenme modeli haline gelmeye başladı.
Günümüzde siyasal özerklik, tüm kıtalara yayılmış 20 devlette en az 60 bölgede işlemektedir. Avrupada sadece 11 devlet, yaklaşık 36 bölgedeki bu tür özerk yönetimler için, kuşkusuz ki anayasal bir çerçeve oluşturmuştur. Bugün dünya üzerinde yaşanan çatışmaların devletlerarası değil, merkezi devlet ile kolektif hak ve daha çok yetki talep eden etnik ve dinsel azınlıklar arasında devam etmesi, sorunun ve çözümünün başka bir kanıtı olarak anlaşılmaktadır.
Özerklikte belirleyici olan, yasa yapma yetkisinin yereldeki azınlık halka devridir. Otonomi sözcüğünün kökünü oluşturan autos kendi, nomos ise kural demektir. Kısacası yasa yapma veya kural yapmada bağımsızlık anlamına gelmektedir. Etnik, kültürel, dinsel ve dilsel çeşitliliğin sürdürülebilmesi amacıyla belirli yetkilerin kalıcı olarak belirli bir bölgeye verilmesidir. Siyasal özerklik, devletin sınırlarını bozmadan, bu sınırlar içinde bir çözüm arayışıdır. Tek ülke-iki sistem, tek ülke-çok sistem bu çözümün parolasıdır.
Küçük halklar için bağımsız devlet, genellikle gerçekçi bir çözüm olarak görülmemiş, daha çok özerklik aracılığıyla haklarını alacakları, kendi kaderlerini tayin edecekleri asgari koşulları sağlayacakları düşünülmüştür. Bu düzenlemeler bazı halklar için yarı bağımsızlık getirirken, bazıları için ise mütevazi ölçüde birkaç idari kazanımın ötesine geçememiştir. Deneyim, verilen özerkliğin kapsamının, söz konusu bölgenin siyasi ve ekonomik ağırlığı, ilgili devletin demokratik gelişmişlik düzeyi, azınlık halk ile egemen devlet arasındaki tarihsel koşullara göre belirlendiğini göstermiştir.
Köklü demokrasilerden, otoriter rejimlerin yıkıldığı devletlere kadar, her yönetim özerklik talepleriyle karşı karşıyadır. Bu hakkın doğumevi olan Avrupadan, Asya, Afrika ve Amerikaya her yerde içsel self-determinasyon hakkının modern biçimi olarak özerklik, günümüzde canlı ve aktüel bir meseledir.
Avrupa deneyimleri
İsviçre, Belçika, Almanya federal devletlerdir. Faroe Adaları ve Grönland, Danimarka içerisinde özerklik statüsü ile var olmaktadırlar. İtalya, 20 bölgesinden 5ine kültürel, etnik ve tarihsel koşullardan kaynaklanan özel statü vermiş bir bölge devlettir. İspanya federal bir devlet değildir, ancak çeşitli ölçülerde özerk topluluklardan oluşan bir devlettir. Azorlar ve Madeira Adaları özerk adalar statüsünde, Portekize ait üniter devletin parçasıdırlar.
Demek ki, DTK ve HDPnin ilân ettiği özerklik, bir fantezi, silahla ve zorla dayatılan bir bölücülük planı, totaliter bir dayatma, vatana ihanet değil, kökleri en az yüzyıl geriye giden modern bir devlet ve yönetim şeklidir. Ancak Türkiyede, siyasal özerklikten pek farklı olan Yerel Yönetimler Özerklik Şartı tartışmaları bile, bölücülük ve ihanet sesleri arasında boğulmaktadır.
Kürt siyasal özerkliği
Kürtlerin hak ve statü talepleri eskilere dayanıyor. Körfez Savaşı sonrası Irak Kürdistan bölgesi Federe Devlet görünümünde geniş bir özerkliği yaşıyor. Suriyede ise cihatçıların başlattığı iç savaş ve ayaklanma ortamında, ülkenin kuzeyinde yaşayan Kürt nüfus fiili olarak bir özerklik elde etmeyi ve kurdukları yönetimi, Rojava Kanton Yönetimi olarak adlandırmayı başardılar. IŞİD saldırılarına karşı başarılı bir direnişi de gerçekleştiren Suriye Kürtleri, ABD ve Rusya başta olmak üzere pek çok hükümetten yardım almaktadır. Suriyede yaşanan gelişmeler, kuşkusuz Diyarbakırda geçen hafta sonu ilan edilen aktüel siyasal özerklik kararının da en güçlü esin kaynağıdır.
Dünyada artık sosyalist bir ülke veya ülkeler paktı yok. Kürt siyasal özerkliği tartışmaları, geçen yüzyılda değil, 21. yüzyılın başında, bir sosyalist devrimci ortam çok zayıfken, kapitalist dünyada meydana gelmekte, ABD, AB ve Rusya etkisinden bağımsız olamamaktadır. Kürt ulusal hareketinin silahlı kesimi (PKK), her ne kadar yoğun olarak yoksul köylü tabana dayansa da, sosyalist değil, liberal ve kapitalist ideolojik görüşü temsil etmektedirler. Kendisine, son derece olumlu bir çerçevede Türkiye Partisi diyen ve Saray-Kandil ittifakının derin tezgâhıyla bu projesi akamete uğrayan HDP de, ne yazık ki bu dairenin dışında değildir.
Kürtler başta ABDden olmak üzere dış dünyadan yalıtık değildir. Siyasal varlıklarını, kültür ve dillerini geliştirme ve koruma mücadelelerinde her yerden yardım almaya çalışmaktadırlar. Demirtaşın, Washingtondan birkaç ay sonra Moskovaya gitmesi işte bunun ifadesidir. Hafta sonu Diyarbakırda alınan 14 maddelik DTK kararlarını bu gözle görürsek en azından muhtemel bir hayal kırıklığını engellemiş olacağız.
DTK tarafından formüle edilen Demokratik Özerklik metnini, ileri süren oluşum, mekân ve zaman, içerik ve biçim açısından eleştirmek gerekir. Kuşkusuz Kürtler, azınlığın azınlığı olarak nitelenebilecek, sınırlı bir topluluk değil, 4 ayrı devlet içinde yaşayan milyonlarca nüfusa sahip olan dinamik bir kitledir. İstanbuldan Avrupaya dünyaya da dağılmış haldeler. Kendilerine ve siyasal geleceklerine dair görüş üretme hakları var.
Öncelikle bölge genelinde çatışma ve katliamlar sürerken, polis, asker veya PKK üyesi yurttaşlar yaşamını kaybederken ilk adımın özerklik olmaması gerekirdi. Zaten bu zamanlamada ilân edilen bir özerkliği bırakalım İstanbul ve Ankara, Suru boşaltan kitlenin bile benimsemesi mümkün gözükmemektedir. Ülkenin bir bölümünde ilân edilen yönetim şeklini Türklere de, Kürtlere de iyi anlatmak gerekirdi. Bu ilânı, DTKnın tek başına yapması da problemlidir. DTK, PKK ve HDP ekseninde bir örgütlenmedir. Kürt topluluğu PKK veya HDPden ibaret değildir. Kürtler içinde demokratik bir referandum yapılırsa, özerklik dahil pek çok meselede sosyal gerçeklik daha iyi anlaşılabilir. Şu an bunun koşulları yok. Nihayet ilân edilen 14 maddelik metin içerik açısından çok eleştiriye muhtaçtır. Metnin içerdiği kategoriler, sınıflar ve siyasal ideolojilerden uzak, soyut inanç, din, kültür vb. kategorilerdir. Bu açıdan metin, liberal ve ulusalcı bir aklın ürünüdür. Türkiye geneli için özerk bölgeler öneren metin, Türkiyede Kürt yoğunluklu bölge hariç özerklik talebinin olmadığını da gözden uzak tutmaktadır. Başka bir bölgeye zorla özerklik dayatılmayacağına göre metin bu açıdan da problemlidir. 14 madde ayrı ayrı incelendiğinde görülmektedir ki, pek çok talep demokratik bir ülkede zaten gerçekleşebilecek türdedir. Yerelde vergi toplama, yerel polis gücü, yerel yargı, yerel sağlık hizmeti karşılanamayacak talepler değildir. Nihayet yerel dillere resmi statü tanınması da demokratik bir taleptir. Ancak özerklik metni, yerelin yetkilerinin genişliği, merkezin yetki azlığı, yerelin hakları ve merkezin sorumlulukları üzerinden bariz olarak dengesiz görünmektedir. Sorumsuz yerel, sorumlu merkez ilişkisi göze çarpmaktadır. Bu problemlidir. Zira siyasal özerklik, devletin birliği ve üniter yapısı bozulmadan, merkez ve yerel arasında kurulacak bir demokratik denge ile etnik, kültürel, dinsel ve dilsel bağımsızlığın sağlanmasıdır.
Bugün için aktüel mesele şudur: PKK merkezli kararlaştırılan, karar vericiler hariç pek kimsece tartışılamayan, Türklerin ve Kürtlerin evlilik, göç, seyahat, yerleşim yoluyla iç içe fazlaca geçtiği bir ülkede siyasal özerklik ilânı bir arada yaşamaya uygun bir model midir? Eğer kardeşlik ve eşit haklara dayalı bir arada yaşam temel ise, siyasal özerklik buna hizmet edecek mi? Yanıtlarımız olumlu ise bu tartışma tüm Türkiyeye mal edilebilecek midir? Yok, PKK silah zoruyla ayrılmak istiyorsa, bu durumda ne yapılacaktır? Bu tartışma yeni başlamaktadır.
Bu ileti en son dayanışma
tarafından 30.12.2015- 15:49 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Ortadoğu hercümerç halinde. Rusya ordusunun Suriyede sahaya inmesiyle, sadece üç ay içinde 1 milyon kişi evlerine geri döndü. Kürt savaşçılar ise her gün, her saat yeni bir bölgeyi ele geçiriyor, bir süredir İsviçre'deki özerk yönetimleri ifade eden "Kanton Yönetimi' modeli oluşturuyorlar.
Türkiye, adeta Suriyeye dönmüş halde. Diyarbakırın Sur ilçesinin Lazkiyeden veya Şamın doğusundan bir farkı kalmadı. PKK, DTK ve HDP Demokratik Özerklik talebini açıklayalı beri, her yerellik talebine, Sevrden başlayıp ABDnin Büyük Kürdistanı kurma projesi etiketi yapıştıranlar yine hareketlendi. Özerkliğin, ülkeyi bölmek olduğunu, asla uygulanamayacağını söyleyip duruyorlar. Kimse dönüp tarihe, yaşanmış büyük sosyal deneyime dönüp bakmıyor, bu hiç kimsenin işline gelmiyor.
KÜRDİSTAN Kürtlerin yaşadığı bölgelerin, coğrafi ülkelerinin, yayıldıkları yerlerin incelenmesinde çok sayıda Kürdistan kavramıyla karşılaşırız. Kürtler farklı devletler içinde yaşamaktadırlar. Bu devletler genellikle Kürdistan kavramını reddetmiş, inkâr etmeye çalışmışlardır. Bu inkâr, asimilasyon ve ret temelli olmuş, pek çok yerde yasaklar, yargılamalarla atbaşı gitmiştir.
Öte yandan Kürdistan, Kürtler için de çok önemli bir kavramdır. Dört hatta beş devlete dağılmış Kürt toplulukları farklı ulusallıklar, siyasi rejimler, gelenekler, komşularla iç içe yaşamış, değişik siyasi ve etnik biçimlenmeler içine girmiştir. Iraktaki Kürtler, bir kadermiş gibi Barzani ailesi ve önderliği etrafında toplanmış görünürken, Suriye Kürtleri -Baas Partisi ve Suriye gelenekleri düşünüldüğünde- daha laik ve modern bir önderlik ve yapıda olmuşlardır. Barzani AKP ile içli-dışlı bir tabloda dururken, PYD daha çok PKK ve HDPye yakın bir yerde durmaktadır. Bu farklılıklar Kürdistan kavramını da etkilemektedir.
Kürdistan, Farsça yazan coğrafyacı Kazviniye (1281-1350) göre, batıda aşağı Mezopotamya, doğuda Fars Irakı, güneyde Huzistan, kuzeyde de Azerbaycan ve Diyar Bakr ile sınırlanan bölgedir. Şerefname ise, Hint Denizinden Malatyaya, Ermenistandan Musula bir Kürdistan tarifi yapar.
Kürdistan adının Farsça Kürtlerin yaşadığı yer anlamına geldiği söylenmektedir. İlk Kürdistan yerleşim yer adı da, 11. ve 13. yüzyıllar arasında Ön-Şark olarak adlandırılan bölgede Selçuklu Hanedanlığı altında ortaya çıktı.
SELÇUKLU DEVRİ Selçuklu devrinde Sultan Sencar (1118-1157), Hamedan yakınındaki Baharı merkez alarak Kürdistan eyaleti kurmuş, başına ise yeğeni Süleyman Şahı getirmiştir. Bu eyalet ile tarihte Kürt etnisitesi ilk kez tanınmış ve resmileşmiştir. O dönem, Bizanslılar politikalarıyla çevredeki halklar ve özellikle Kürtler içinde çok tepki biriktirir. Alparslan Anadoluya geldiğinde, ordusu içinde 10 bin Kürt aşiret savaşçısının bulunduğu bildirilmektedir. O zamana kadar küçük mirlikler halinde yaşayan, Alparslana yardımcı olan Kürtleri, bir Kürdistan Eyaleti altında birleştirmek düşüncesi böyle meydana gelmiş görünmektedir. Selçuklu Sultanı hiç kuşkusuz ki, Kürtleri kendi denetimi altına almayı da düşünmüş olmalıdır. Türk ve Kürtlerin, Hıristiyan halklara karşı ve Müslümanlık ekseninde gerçekleştirdiği ilk birleşim, işte bu Bahar Kalesi merkezli Kürdistan eyaletidir.
OSMANLI İMPARATORLUĞU Osmanlının Kürt coğrafyasında başından beri yeri hep zayıftı; ulaşılamaz dağlık alanlar, ağır mevsim şartları, yolların olmayışı, aşiretlerin silahlı varlıkları, dini ve siyasi olarak kendi beylerine bağlı yaşamları, Osmanlıyı her zaman zorluyordu. 1514te, Osmanlı padişahı Yavuz ile ittifak yapan Kürt mirlerine özerklik verilir. Kürtler Osmanlıya asker verecek, dış saldırılara karşı (özellikle İran ve Rus) Osmanlıyı savunacak, buna karşın Kürtler de kendi bölgelerinde kendi beylerinin yönetimi altında yaşayacaktır. Netice olarak Kürt aşiretleri Osmanlı ordusu saflarında Şah İsmaile karşı savaştı, İsmail yenildi, Osmanlı ta Mısıra kadar yürüdü, Halifelik Türklerin eline geçti.
Bu, Selçukluda başlayan İslam Dayanışmasının yeni bir ürünüdür. Kürtler zaten özerk halde yaşıyorlardı, doğuda artan İran ve Şii tehlikesi, prestiji her yere yayılan Alevi Şah İsmail, Osmanlı-İran rekabeti, Sünni-Şii saflaşması, Osmanlı devletini Kürtlerle ittifaka mecbur bıraktı. Kürtlerin, Osmanlı İmparatorluğu merkezinde gücü iyice arttı, İdris-i Bitlisiden Şeyhulislam Ebussuud Efendiye uzanan bir Kürt seçkinler kuşağı oluştu. Kürtlerin içindeki mezhep, din ve inanç ayrılıkları derinleşti. Kanuni Sultan Süleyman 1525 ve 1553te yayınladığı fermanlar ile Kürdistan coğrafi ve sosyal kavramını açıkça ifade etti. Sultan 1. Ahmet ise, 1604te yayınladığı bir fermanda, Umum Kürdistan terimini kullandı.
Yaklaşık 350 yıl süren bu dönemde Kürt beyleri kendi bölgelerinde egemen oldular. Kürtler kendi bölgelerinde o kadar serbestti ki, Hırıstiyan azınlıklar Osmanlının yanı sıra, , Kürt beylerine vergi vermekteydiler.
Kürt aşiretlerle ilk çelişkiler 19. yüzyılda merkezileşme ile başlar. Merkezileşme reformları peşinde olan Osmanlı merkezi, Kürdistan bölgesine de çekidüzen vermeye çalışır. Ruslara, Ermenilere karşı önlemler alan Osmanlı, doğu sınırlarını da tam kontrol altına almak niyetindedir. Bedirhan isyanının bastırılmasının ardından, 14 Aralık 1847de Diyarbakır, Hâkkari, Muş, Van sancakları ve Cizre, Botan ve Mardin kazalarından oluşan bir Kürdistan Eyaleti kurulduğu ilân edilir. Kürdistan Eyaletini duyuran gazeteye göre, Bir süreden beri zorbaların ellerinde bulunan Kürdistan ülkesi, Allaha şükürler olsun ki padişahın ezici gücünün sonucu yeni baştan ele geçirilmiş durumdadır. Bu cümledeki, Kürdistan ülkesi ibaresi önemlidir.
1868de Kürdistan Eyaleti kaldırılır, yerine Diyarbekir Eyaleti teşkil olunur. 1868den sonra Osmanlı devlet yapılanması içinde Kürdistan adlı bir idari birime bir daha rastlanmaz. Pan-İslamizm temelli ve muhtemelen İmparatorluğun her yanında gelişen milliyetçilik akımlarına karşı bu tavır alınır. Elbette yüzyılları bulan ittifak büyük oranda İslam Kardeşliği (Sünni dayanışması) ekseninde görünmektedir. Kürtlerin ulusallık talebini ileri sürdüğü yerde, din kardeşliği de biter.
Kürdistan bir coğrafi ve sosyal kavram olarak Meşrutiyet döneminde devam eder. 14 Ağustos 1909 tarihli Meclis-i Mebusan oturumundaki gündem, Padişah Abdülhamitin ilân ettiği, Kürdistanda suçluların umumi affı meselesidir. O günkü oturumda mebuslar, Kürdistan ile hangi bölgelerin, vilayet ve kasabaların kastedildiğini tartışırlar.
KURTULUŞ SAVAŞI VE CUMHURİYET Kürdistan veya Kürtlere Özerklik kavramı, Kurtuluş Savaşı sırasında hep gündemde oldu. Kurtuluş Savaşı, her cephede dış düşmana karşı Müslüman dayanışması şeklinde örgütleniyordu. Mustafa Kemal, yeni vatanı, daha Ankaraya geldiği ilk günlerde, Türk ve Kürt unsurların oturduğu ortak alan olarak tanımlanmıştı. Kuşkusuz Mustafa Kemal bir Cumhuriyet, batılı bir toplum ve devlet modeli oluşturmak düşüncesindeydi. Ama Müslüman halkın din duygularına uygun bir yol izlemenin de işgale karşı direnişte başarılı olacağına inanıyordu. Bu nedenle bazı tarihçiler, Amasya Görüşmeleri ve Amasya Protokolünde (1919) bile Kürtlere etnik haklar sözü verildiğini söylerler.
Bizzat Mustafa Kemal imzalı 1921 Anayasası, Kürt siyasetçilerin neredeyse yüz yıldır özerklik tezlerini dayandırdıkları yasadır. Vilayetlere hükmi şahsiyet veren bu Anayasa, yerinden yönetme erki taşıyan vilayetlere, iktisadi ve içtimai ilişkiler temelinde, başka vilayetlerle birleşerek Umumi Müfettişlik kurmak hak ve yetkisini verir. (m. 22) İki yıllığına seçilen ve senede 2 ay görev yapan (m. 12) Vilayet Şuralarının başında ise Büyük Millet Meclisini temsilen Vali bulunur. Vali, devletin genel ve ortak görevlerini yerine getirir, ihtilaf çıktığında müdahale eder. (m. 14) 1921 Anayasası, -hiç kuşkusuz sonrasında meydana gelen siyasal gelişmelerin bir sonucu olarak- hiçbir zaman hayata geçmez.
Mustafa Kemal, Kürt aşiretleri kazanmak için çok önemli ve değişik vaatlerde bulunur. 1922de El Cezire kumandanına gönderdiği bir mektupta, Hem iç siyasetimiz, hem de dış siyasetimiz açısından, Kürtlerin yaşadığı mahallerde adım adım mahalli bir idare kurulması gerekliliğini ifade eder. Bu, aslında bir tür Özerklik planıdır. Bazı yazarlara göre, Büyük Millet Meclisinin 22 Temmuz 1922 günlü oturumunda da Kürtlere Özerklik tartışılır. 64 milletvekilinin karşı oyuna karşın özerklik önergesi 373 milletvekilinin oyuyla kabul edilir. Bu önergenin ise Koçgirinin ağır etkisi altında gündeme geldiği söylenmektedir. Bu tasarı tartışmalıdır. Zira, tezin kaynağı Robert Olson'un görüşleri ve kaynakları çok zayıftır. Mustafa Kemal, 16 Ocak 1923''te İzmit'te, gazeteci Ahmet Emin Yalman'a, "Teşkilat-ı Esasiye gereğince Kürtlere bir tür yerel özerklik verilecektir der. Ancak bunların hiç biri hayata geçmez.
1921-1924 arasında yaşananlar, Koçgiri hareketi, Yunan işgali, emperyalist işgale karşı savaşın kazanılması, Cumhuriyetin ilânı, Ankara hükümetinin tek başına mutlak otorite haline gelmesi, batıda Yunanlılara, doğuda ise Ermenilere karşı başarı sağlanması vd. gelişmeler sonucu 1921 Anayasası da rafa kaldırılır. Kürtlere verilen sözler çabuk unutulur. Özerklik vaadi, rafa kaldırılanlar listesinde en baştadır.
10 Ağustos 1920de İstanbul Hükümeti tarafından imzalanan Sevr Antlaşmasının 62-64. maddeleri, doğuda bağımsız bir Kürdistan kurulmasının yolunu açmıştı. Aynı anlaşma Ermenistanı da kabul ediyordu. Öncesinde Wilsonun 14 ilkesi, Türkiyedeki azınlıklara, pek tanımlanmamış bir tür özerk yönetim vaat ediyordu. Wilsonun tezlerine, Sevre yönelik tepkiler, o dönem boyunca işgal altında olan Anadoluda vatanın parçalanması hisleri beraber düşünüldüğünde Kürtlere Özerklik veya Bağımsız Kürdistanın Ankara Hükümetinde ve ülke genelinde yarattığı tepki daha iyi anlaşılır. Koçgiri liderlerinin, Kürdistana özerklik tanıyan bir hukuki metin olarak Sevr Anlaşmasına dayandıkları da unutulmamalıdır. Sevr Anlaşması, Anadoluda ve Kürdistanda yaşayan çok büyük bir kesim için yabancı işgalin hukuki kılıfı olarak anlaşılmaktadır. Kürtlerin geniş çoğunluğu bile, Müslümanlık dairesinde Sevre olumsuz bakmaktaydı. Kürt aşiret liderleri çok geniş oranda, Lozanda da Mustafa Kemal ve İnönünün yanında yer aldılar.
Mustafa Kemalin özerkliğe sıcak bakışının değişmesinin nedenlerinden bazıları bunlar olabilir. Kimileri, Mustafa Kemalin hiçbir zaman özerkliği benimsemediğini, kimileri ise Gayrımüslimlere karşı Kürtleri kullanmak için özerklik vaadinde bulunduğunu söylerler. Mesela Öcalan, Erken patlayan Kürt isyanlarının, Mustafa Kemalin fikrini değiştirdiği görüşündedir.
Kurtuluş Savaşı kazanılıp Cumhuriyet ilân edildikten sonra, 1924 Anayasası ile artık yerel yönetim ve vilayetlerin hak ve yetkileri lafzen bile yok olur, Türkçü ve milliyetçi anlayış Anayasanın dil ve ruhuna egemen hale gelir. 8 Aralık 1925te bir genelge yayınlayan Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) Lazistan ve Kürdistanın yasaklandığını duyurur, Lazistan ve Kürdistan sözcükleri mevcut kitaplardan çıkarılır.
Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusudur, onun özerklikle ilgili Eskişehir ve İzmit konuşmaları (Ocak 1923) bile yarım yüzyıldan fazla bir süre sansüre uğrar. Selçukludan Osmanlıya, Kurtuluş Savaşının zor aylarından günümüzde AKPnin tez zamanda iflas etmiş Yeni Osmanlısına dek, Kürtler için İslam temelli özerklik parantezi bir açılmış, bir kapanmıştır. Öcalan'ın, Newroz'da okunan, "Bin yıllık İslam Kardeşliği" mektubu, herhalde bu tarihsel arka plana umutsuz bir göndermedir.
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.