"Uyandım baktım ki sabah olmuş..
Ah! Ne umutlar doğmuş içime..
Sevinçle haykırdım gökyüzüne;
Günaydın gül yüzlü sevdiğime,
Denize, Güneşe..
İyiliğe, güzelliğe..
Sevgiyle,
Günaydın ..!
Aynı göğün altında yaşayan herkese."
Bazı günler dilime pelesenk olur şu Desmond Morris'in ''Sevmek dokunmaktır'' sözü. Aslında bir kitap adı. Çok uzun zaman önce okumuştum, belki de çocuk-gençlik romanlarından sonra karşıma çıkan ilk kitaptı da denilebilir. Ama güzel söz; sevmek dokunmaktır, sevginin yaşam bulmuş hali, sevgimizi karşımızdakine gösterebilip duyumsatabilmenin belki de en sıradan, en olağan ama belki de en görkemli hali.
Nazım'a geleceğim buradan, o koca ustaya. Sevmek üzerine pek çok şiiri var ve çünkü o da çok sevmiş. Hayatı, kavgayı ve kadınları. Ve böyle olduğu için de toplumsal tarihimize ve insan yüreğine işleyen şiirler yazabilmiş. İşte bir tanesi daha:
sevmek için yürek,
sürdürmek için emek gerek.
sevgi ne boğazda,
ne mum ışığında yemek yemek,
ne de pahalı bir pırlanta demek.
sevgi; bir lokmada iki insan demek.
Sevgi dokunmaktan geçiyor ve sanırım her şeyi, ama her şeyi bölüşebilmekten...
Ne mutlu sevgiyi yaşayabilenlere,
cesaretle dokunabilenlere...
bölüşebilenlere...
Face'in en güzel yanı da bu. Defalarca okumuş ama hiç karşılaşmadığınız dizeler bir anda karşınıza çıkıp sizi bir yerden bir başka yere taşıyabiliyor. Bu 1 Mayıs arefesinde ve bu puslu bir bahar sabahında da aynen öyle oldu.
''Sonra aramıza şehirler girecek,
Hiç karşılaşamayacağız.
Tesadüfler bile bir araya getiremeyecek.
Sonra da belki birimiz öleceğiz, diğerimiz hiç bilmeyecek.''
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya…
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
yüzde hudutsuz kere yüz…
Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..
Ve ben artık
biliyorum:
Toprağın –
yüzü güneşli bir ana gibi –
en son en güzel çocuğunu emzirdiğini..
Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olan parmaklarına
başımı kurtarmam kabil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak..
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak…
Kadın sustu.
SARILDILAR
Bir kitap düştü yere…
Kapandı bir pencere…
AYRILDILAR…
Çok uzun zamandır sosyal medyada rastlıyordum; Nazım Hikmet'e ait olduğu yazılıyor ama aynı şiiri hem Cemal Süreya'ya ve hem de Can Yücel'e mal edenler var. Bir başka yorumda ise şiirin sahibinin Deniz Yılmaz Yakut olduğu söyleniyor. Dizeler güzel, kime aitse tamamının adını da vererek bu başlıkta yayınlanabilir diye düşünüyorum.
Bazen böyle olur, kitaplığımı karıştırır, kendimce bir şekil vermeye çalışır, kitap aralarından çıkan küçük notlara ise dalıp giderim. Dün gece de öyle de. Eski dergilerin birinin içinden bir kağıt parçası çıktı, üzerinde kırık dökük bir kaç cümle. ( Bir kitapta karşıma çıkmadığı için ustanın dizeleri olup olmadığından emin değilim, notunu da ekleyeyim.)
''Uyandım baktım ki
sabah olmuş.
Ah! Ne umutlar doğmuş
içime.
Sevinçle haykırdım gökyüzüne.
Günaydın dostluğun ve bir lokma ekmeğin
kıymetini bilene"...
Nazım'ın olabilir mi bu dizeler. Evet olabilir. O büyük usta hayatı boyunca dünyanın bütün dertlerini kendi derdi bilmiş ve başına gelen once yükün altında bile umudunu hiç yitirmemiş bir insan, bir solcu, bir devrimci. Bu yüzden hiç ölmeyecek, hep yaşayacak. Nazım'ı bugün bütün dünya tanıyor, biliyor ve içinde yaşatıyorsa nedeni de budur. Nazım geleceğin dünyasının çok daha güzel olacağına, insanların mutlu ve ''sorunsuz'' yaşayacağına NARİN kızlarımızın çocukluklarını bile yaşayamadan ölmeyeceğine, öldürülmeyeceklerine inanan ve bunun kavgasını veren bir insandı. Seviyoruz seni Nazım. Bütün dünya seviyor.
Aslında şuraya gelmek istiyordum, Nazım'ın sayfasına bir küçük not düşerek: Bense sabah uyandığımda, sabah sayılır mı, saat daha 05 olmamıştı, kendime koyu bir neskafe yapıp penceremin önüne geldiğinde dışarıda koyu kopkoyu bir karanlık vardı. Alabildiğine gürültülü ve insanı rahatsız edici bir sessizlik...Sanki hiç umut yokmuş gibi...
Umut var mı gerçekten? Siyasete bakıyorsun, insanlarımızın yoksulluk ve yoksunluklarına karşı bu kadar kendi dünyalarına kapanmış olmasına ve sonra bireysel ıssızlığımıza...-evet sanki her şey uyarında gidiyormuş gibi, sanki işsizlik, yoksulluk ve yoksunluk yokmuş gibi ve sanki NARİN çocuk hayattan koparılmamış gibi ve sanki sosyalistler toplumsal alanda etkilerini daha da arttırmışlar ve umut olmuşlar gibi...
Karamsarlık mı bu, bilmiyorum...
Ama dışarısı hala öylesine karanlık ki...
8 yaşındaki NARİN'i vicdanını yitirmiş insanların elinden kurtaramadıktan sonra 2 yaşında tecavüze uğrayıp yatırıldığı hastanede 30 gün hayata tutunmaya çalışmasına karşın yaşam savaşını kaybeden NAZLI bebeği de kaybetmiş bulunuyoruz.
Özetle, cehalet toplumuyduk, çürüdük ve bir çıldırı toplumu haline geldik.
Gel de Nazım Hikmet'i bir kez daha hatırlama!
''Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin
-demeğe de dilim varmıyor ama-
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim.''
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.