Yılmaz Güney, 9 Eylül 1984'te aramızdan ayrıldı. Yaşamının büyük bir kısmını cezaevinde ya da gurbette, çok sevdiği ülkesinden, insanlarından ayrı olarak geçirmek zorunda kaldı. Ölümünün üzerinden 30 yıl geçti.Dünya çapında bir sinema sanatçısı, bir edebiyatçı, bir devrimci olan Yılmaz Güney milyonların gönlünde yaşamaya devam ediyor, edecek...
"sanatın apolitik olması egemenlerle işbirliği yaptığı anlamına gelir" - Bertolt Brecht-
80li yılların sonlarıydı. Yatılı bölge okulunda ortaokul öğrencisiydim. Video furyası sürüyordu. Kasabadaki videocudan en çok Cüneyt Arkın ile Bruce Lee filmleri kiralanırdı. Yılmaz Güney ise yasaklıydı. Bir toplama kampını andıran yatılı okulda Yılmaz Güney videosunu alıp topluca seyretmek hayaldi. Ancak ortada ilk bakışta tuhaf denebilecek bir durum vardı. Okulun erkek öğrencileri Yılocular Cinocular diye neredeyse ikiye bölünmüştü. Bir tarafta televizyonda, videoda filmleri gösterilen Cino (Cüneyt Arkın) diğer tarafta yasaklı olan Yılo (Yılmaz Güney). Nasıl oluyor diyeceksiniz, şöyle oluyordu: Kasabanın kenar sokaklarının birinde küçücük bir dükkan vardı. Çay, oralet, (oralet var mı hala),ayran tost bulunurdu. Bir kaç çeşit de yemek olurdu. Hafta sonu çarşı izninde Yılocular bu dükkana doluşurdu. Tahta taburelerde oturur, oldukça yükseğe kurulmuş televizyonda Yılmaz Güney filmlerini videodan izlerlerdi. Daha doğrusu izliyorlarmış çünkü ben daha görmemiştim. Anlayacağınız hiçbir filmini görmeden ben de Yılocu olmuştum. Bir gün okulun koridorlarında hızla bir kasaba efsanesi yayıldı: Cüneyt Arkın ile Yılmaz Güney Boğaz Köprüsünde buluşup teke tek kavga etmişler. Yılo bir yumrukta Cinonun burnunu dağıtmış. Cinonun burnu bu nedenle yamukmuş. ( işin gerçeği Cüneyt Arkın 1960lı yıllarda bir burun ameliyatı geçirmiş) Biz Yılocular kendimizi bu efsaneye öyle kaptırdık ki çarşı izninin gelmesini dört gözle bekleyip bir Cumartesi öğle sonrası kendimizi küçücük video dükkanına atıverdik. Yalnız video seyretmek için bir şeyler yiyip içmek şarttı. Parayı anca denkleştirip beş kişi bir tabak kuru fasulye aldık. Beşimiz bir yandan ekmek banıp aynı tabaktan fasulye yiyorduk, bir yandan da videodan Yılonun filmini seyrediyorduk. Yılmaz Güney yasaklı olduğu için yaptığımız bir bakıma illegal bir eylemdi. Eylem gözcüsü niyetine sokağın girişinde bir kişi beklerdi. Polis o yöne doğru gelince haber verirdi. Hemen Yılmaz Güney filminin video kaseti çıkarılır Küçük Ceylanın filmi konurdu videoya. Polis gidince tekrar Yılmaz Güney kaseti battaniyenin altından çıkarılır videoya konurdu. Bu şekilde film birkaç kez bölünürdü. Üstelik her seferinde film nerede kalmıştı diye, ileri geri dakikalarca sarıp dururdu dükkanın bir gözü kör şişko sevimli sahibi
***
Prof. Dr. M. Şehmus Güzelin İnsan Yılmaz Güney kitabının daha kapağına bakar bakmaz çocukluğumdan kalan işte yukarıdaki bu hikayeyi hatırladım. Şehmus Güzelin kitabının ilk baskısı 1994 yılında yayımlanmış. Kaynak Yayınları kitabın ikinci baskısını İz Bırakanlar serisinden kısa bir süre önce tekrar yayımladı.
İyi ki de yayımlamış. Çükü bu kitap Yılmaz Güney hakkında yazılan en objektif kitaplardan biri. Belki de birincisi.
Kendisi de Fransada yaşayan Şehmus Güzel, Yılmaz Güneyi 1950li yıllardan itibaren ölümüne kadar edebiyat, sinema, sanat çevrelerinde ve hapishane yıllarında tanımış Ali Dede Altuntaş, Erdem Buri, Tülay German, Mehmet Güven, Ali Bucak, Kazım Binali Akpınar, Bekir Yunus Dost, Necdet Nakiboğlu, Yılmaz Sağlıkçı, Erdoğan Sezgin, İsmail Yıldırım, Mehmet, Koç Doğan Yurdakul, Abidin Dino, Marie Christine Malbert ile saatlerce, günlerce süren söyleşiler yapmış.
Yılmaz Güney hakkında yazılan kitapları titiz bir şekilde okuyup inceleyen Prof. Güzel, İnsan Yılmaz Güneyi bize sunarken zengin ve değişik açılardan anlatımlara yer veriyor. Bizi Yılmaz Güneyin iç dünyasına doğru çekiyor. Bunca filmin, hikayenin, senaryonun arkasındaki sırrı anlatıyor. Tam anlamıyla Yılmaz Güney gerçeğiyle baş başa bırakıyor okuyucuyu.
***
Peki, nedir Yılmaz Güney gerçeği ve bu gerçek günümüz dünyasında ne ifade ediyor. Geçerliliğini koruyor mu? Hemen yanıt verelim: Evet koruyor.
Ölümünün üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen gencinden yaşlısına neredeyse tüm kuşakların belleğinde hala dipdiri varlığını sürdürüyor Yılmaz Güney. O, yaşamını yitirirken daha doğmamış olan ve şimdi 30lu yaşlarına girmiş nice insandan tutun da üniversite, lise öğrencilerine kadar milyonlarca gencin dünyasında heyecan fırtınaları yaratmaya devam ediyor.
Günümüzün sanat, siyaset, toplumsal sorunları hakkında Yılmaz Güneyin enerjisi, duruşu, çalışkanlığı hala gün gibi taze. Deyim yerindeyse modası geçmemiş geçmeyecek bir sanatçı, bir devrimci, bir aydındır Yılmaz Güney. Her türlü yasaklama, karalama, yok etme çabalarına rağmen sağcı iktidarlar Onu halkın gözünden düşüremediler. Marjinalleştiremediler.
Kitabın son sayfasını okuyup kapağını kapattığımızda 47 yıllık ömrünün dörtte birinden fazlasını hapiste ve sürgünde geçirirken nasıl oluyor da bu kadar üretebiliyor. Bu kadar insanı tanıyabiliyor, etkileyebiliyor, örgütleyebiliyor diye düşünmekten kendimizi alıkoyamıyoruz.
Evet, nasıl oluyor?
***
Bir kere Yılmaz Güneyin büyük bir üretme enerjisi var. Bu öyle bir enerji ki yetenek ve çalışkanlıkla harmanlanmış, atak, cesur kişiliğinin derinliklerinde büyük bir özgüvene dönüşmüştür. Günümüz aydınının yorgun, içe dönük, bohem yaşamının tam tersidir Yılmaz Güneyin üretme becerisi. Onda edebiyat, sinema, siyaset bir tutkudur.
Hayatımız, farkına varmadığımız binlerce hikaye, binlerce film ile dolu. Onları, kimsenin göremediği, ya da önemsemediği şeylerin filmini yapacağım sevgili
Yoksul bir ailede dünyaya gelmiş, yoksul bir çevrede büyümüş, ama bu yoksulluğu büyük bir zenginliğe çevirmeyi başarmıştır. Halkı kategorize etmeden, itelemeden, ayırmadan İçten gelen bir duyguyla sevdiği halk da Ona bu sevgisini misliyle geri vermiş, karşılıklı sevgi artarak büyümüştür. Dönemin Adalet Partisinin kalesi olan Ispartada bile Onun halka, halkın Ona olan sevgisinde bir azalma olmamış.
Ortaokul, ilkokul çocukları toplanıp ziyarete gelirdi. Davraz Mahallesinin kadınları börek, çörek yapar getirirlermiş. Isparta gibi bir yerde kadınların bunu göze alması bence önemlidir.
( )Bu arada 25 yıllık sivil polis Sabri de Yılmaz Güneyi ziyarete gidiyor. Yılmaz Güneye durum anlatılıyor. O Sabriyi alaya alıyor. Daha sonra Sabri emekli olunca bir halı emanet deposu açıyor. İsmi: Güney
Ancak, Yılmaz Güneyin halka olan sevgisi körü körüne bir sevgi değildir. Aşama aşama gelişen bilinciyle sevgisini birleştirmesini bilmiş, bu bilinç halkı bütün gerçekliğiyle kavramasını sağlamıştır. Evet halk için mücadele etmiştir ama kafasında yarattığı, idealize ettiği hatta günümüzde bazı sol çevrelerin kutsallaştırdığı, bazılarının ise aşağıladığı bir halk değil bu. İşçi, memur, öğrenci, lümpen, kabadayı, burjuva, aydın Herkesle ilişki kurmuş herkesin dünyasına girmiş, herkesi dinlemiş, etkilemiş, etkilenmiş.
Güçlü sezgileri ve duygularıyla hayatı, hayatın işleyiş yasalarını, en can alıcı yanlarından yakalıyor, kavrıyor, aktarıyordu. Güçlü gözlemciliği sayesinde yaşamın gerçekliğiyle hep iç içe oluyordu. O her yarattığı eserinde daima yaşanandan yola çıkacak, toplumsallığı, bilimselliği ve sanatsallığı birlikte yoğuracaktı
İşte bu özelliğidir ki Yılmaz Güneyi halkın gözünde Kral (Çirkin de olsa Kral) mertebesine çıkarmıştır. Türkiye nüfusunun 30 milyon olduğu 1968de Seyithan filmini 8.5 milyon kişi izlemiş, Yılmaz Güney adeta bir halk hareketine dönüşmüştür.
Ancak, Güney, büyüyen bu sevgiyi niteliksel olarak irdelemiş, gerektiğinde halkın beğeni ve isteklerine karşı durması gerektiğini de kavramış, cesur davranmıştır. Kendi krallığını kendisi yıkmış, İnsan Yılmaz Güney olmuştur. Yeni bir anlayış, yeni bir tarz, yeni bir gerçeklikle yola devam etmiş, eskiyi yıkmadan yeniyi yaratamayacağı bilinciyle yepyeni bir hayat kurmasını başarmıştır. Bunu da yine sinemasıyla yapmıştır. Arkadaş filmi ile Çirkin Kral efsanesini adeta yerle bir etmiş, filmin kadın karakterinden dayak yemesi halkın gözündeki kabadayı, maço Yılmaz imajına atılan bir dayak olmuştur.
İnsan hayatı çeşitli hatalarla doludur. Bunun için kimsenin kimseyi mahkum etmeye hakkı yoktur. Biliyorum ben kendimi, yaşadığım hayatı geldiğim yeri. İyi şeyler yanında çok kötü huylar edindiğimi, basit bir takım kurgular içinde olduğumu huzursuzluk kaynaklarımı, hepsini biliyorum. Bunları çok kısa zamanda düzeltmem mümkün mü değil mi, zamana kalmış.
Yılmaz Güney, sanatsal yaşamında dünya çapında başarılar elde etti. Sinemasını, okuma yazma bilmeyen ev kadınından, Paristeki profesöre kadar her kesimden milyonlarca kişi izledi, benimsedi, sevdi. Güney, devrimci sanat nasıl olmalı, sanatı kitleleri etkilemek için nasıl kullanmalı, sanatı devrim yolunda bir araç haline nasıl getirmeli gibi, sol-Marksist çevrelerde üzerine kafa yorulmuş bir çok soruya sinemasıyla net yanıtlar verdi.
Sadece bir aktör, bir oyuncu, bir yazar olarak değil, aktif bir devrimci olarak da mücadeleye atıldı. Bugün hala solun en büyük sorunlarından olan bölünme, parçalanma, fraksiyon ve hiziplere ayrılma konuları üzerine büyük çabalar içine girdi. Solu bütünleştirme, bir araya getirme gibi bir misyon edindi adeta.
Mahir Çayan ve grubu ile yakın ilişkileri vardı. TKP-ML Genel sekreteri Süleyman Cihan ile İmralı Adasında birkaç kez görüşmüştü. Ama seçimlerde Ecevitin desteklenmesi gerektiğini belirtecek kadar da sola bütünlüklü, genel ve şablonlardan uzak, gerektiğinde pragmatik bakabiliyordu.
Güneyin günümüze ışık tutacak siyasal davranışlarından biri de Kürt sorununa bakışıdır. Güney, baba tarafından Zaza-Anne tarafından Kürttür. Fransa yıllarında Paris Kürt Enstitüsünün kuruluşuna katılmıştır. Ancak etnik kimliğini hiçbir zaman sol, devrimci kimliğinin önüne geçirmemiştir. Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını ilkesel olarak savunmuş ancak pratik açıdan meseleye Ortadoğu halklarının ortak çıkarları temelinde ve sınıfsal olarak bakmıştır.
Ulusal nitelikli bir örgütlenme içerik olarak özellikle de bu koşullarda Burjuvazinin damgasını taşır. Burjuvazinin bağımsız örgütlenmesi, Kürt proletaryasının ve köylülüğünün de bu örgütlenme içinde bulunması burjuvazinin kuyruğuna katılması kendi sınıf çıkarlarını Kürt burjuvazisinin çıkarlarına tabi kılması anlamına gelir
***
Evet, Türkiyede sol, ilerici kesim özellikle son on beş-yirmi yılda siyasal alanda büyük bir yenilgi aldı. Ama yılmadı, mücadeleye devam etti, ediyor. Bu mücadelenin ilerletilip bir iktidara dönüştürülmesi için toplumsal koşullar uygun. Ancak siyasetçi ve aydınlardaki yılgınlık, tembellik karamsarlık kitleleri de etkilemiş, milyonlarca insan adeta çıkışsız bırakılmıştır. Yılmaz Güney, solun bugünkü koşullarını aşması için de bize yol göstermeye devam ediyor.
Sürü filmine sinemalar tarafından ambargo uygulanması üzerine Güney, yer altı sineması projesini ortaya atmış, etkili kısa filmler çekerek mahallelerde duvara yansıtarak halk ile buluşmayı tasarlamıştır. (Şehir Tiyatrolarının kapatılmasına karşı çıkan tiyatrocularımızın basın açıklaması yapıp dağılmalarına ne demeli?)
Yılmaz Güney, dünya çapında ünlü bir aktör iken Siverekli Öğrenciler Yardımlaşma Derneğinin kurucusu ve başkanlığını yapmaktaydı. Öğrenci kantinlerinde, yurtlarında gençlerle birlikteydi. (Tarikatılar, cemaatçiler gençlerin kafasını yıkadı. Eğitimi ele geçirdi diye ağlaşıp yerinde oturanlara ne demeli)
50 kişinin idam edildiği, yüzlerce kişinin işkencede öldüğü, her türlü örgütlenmenin yok edildiği 12 Eylül koşullarında Yol filmi çekildi. Yılmaz Güney askerden ve cezaevinden film yöneten dünyadaki ilk, belki de tek yönetmendir. (AKP çok baskıcı, hatta faşist diyerek köşesine çekilmeyi, küsüp bir daha üretmemeyi düşünenlere ne demeli?)
***
M. Şehmus Güzelin İnsan Yılmaz Güney, kitabının daha kapağını görür görmez, ilk kez Yılmaz Güney filimi seyrettiğim, çocukluğumdaki hikayeyi hatırladığımı yazının başında anlattım. O hikayenin ufak bir devamı daha var. Ortaokul, lise, üniversite ve meslek yaşamı derken yirmi yıl sonra o küçücük kasabadaki okuluma gittim. Harabeye dönmüş, yıkılmak üzereydi. İlçe merkezinde, tek tabak kuru fasulyeye beş Yılocunun ekmek banıp yediği ve film seyrettiği eski video dükkanı hala duruyor mu diye merak edip baktım.
İnanmayacaksınız ama dükkan da, sahibi de yerindeydi. Video dükkanı zamana ayak uydurarak önce atari solunu, sonra internet kafe olmuştu. Ortaokul, lise çağındaki çocuklar bilgisayar başında gözleri ekrana çıkılı dalıp gitmişlerdi. Sokağın başında, polis geliyor mu diye gözcülük yapan da yoktu. Yılmaz Güney bir kez daha yasağı yenmişti. Posteri internet kafenin duvarında asılıydı. Aynen bugün milyonlarca facebook, twitter, cep telefonu kullanıcısının ve blog yazarının kişisel sayfalarındaki, ekranlarındaki Yılmaz Güney fotoğrafları, filmleri, posterleri gibi.
Gün Gelecek, dünya sinemasında sözü edilecek şeyler yapacağım. Yaptığımız filmler yıllarca afişlerde kalacak, çok sonra da gösterilmeye devam edecek. Hayata o kadar güvenle bakıyorum, geleceğin o kadar parlak olacağını düşünüyorum ki
Erdal Emre
YÖN Haber
Bu yazı 2 Mart 2013 tarihli Yurt Gazetesi'nin Kültür Eki'nde yayınlanmıştır.
Umut; yapısı ve taşıdığı anlam itibari ile diyalektik bir biçimde birbirini doğuran ve bütünleyen öğeler ile bezenmiştir. Bu nedenle benzersiz bir kapitalizm eleştirisidir. Umut belki de Yılmaz Güneyin görünenden ve anlatılanlardan daha fazlası olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Alev Doğan - İleri
Bu yıl bitirmek için insanüstü bir çaba sarf ettiğim yüksek lisans tezimin başlığı Politik Sinema: Yılmaz Güney sinemasında birey-sınıf ilişkisi. Bu nedenle Yılmaz Güneyin ölümsüzlüğe yürüyüşünün 30. yılında, onun sinemasına ilişkin yazmak görevi bana düştü. En az tezim kadar zor oldu yazının ete kemiğe bürünmesini sağlamak. Çünkü tezimde olduğu gibi bu yazıda da beni zorlayan bir şey vardı; onun sinemasına ilişkin akademik çalışmaların azlığı Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Merkezinin Kütüphanesinde yaptığım hafriyat çalışmalarında fark etmiştim ilk olarak bu gerçeği; Güneye dair yazılıp çizilen yüzlerce şey vardı ama aralarında akademik olarak değerlendirilebilecek çalışma sayısı bir elin parmağını geçmiyordu. Magazinel bilgiler içerisinde debelenip duruyordum.
Sevgili Cengiz abi (Kılçer) benden bu yazıyı yazmamı istediği an belirlendi kafamda yazının konusu. Çünkü ben Yılmaz Güneyi sürekli eski eşlerinden dinlemekten sıkılan, ete kemiğe bürünmüş bir ulusal sinemadan bahsedebiliyorsak bunu Yılmaz Güneye borçluyuz diyerek tez konusuna karar veren, onun öykü aktarımına dair yaratıcılığından çoğu zaman esinlenen bir sinema öğrencisiyim. Zaman ve yer darlığı bakımından, yazının ana çerçevesini Umut-Sürü-Yol üzerinden şekillendireceğim şerhini düşerek, onu sinemacılığı ekseninde değerlendiren eleştirmenlerin, yazarların, yönetmenlerin, akademisyenlerin aktarımları ile yazıma başlayayım.
Kısa zaman önce kaybettiğimiz Tuncel Kurtiz, Güney Dergisine verdiği röportajda Yılmaz Güneye ilişkin şunları aktarır; Yılmaz bir hikâyeci idi. Yazdığı sayısız hikâye vardı. Umut ve Seyithan bunların başlangıcıdır. Tuncel Kurtizin aktarımları üzerinden Güneyin hikâyeciliğini geliştiren en önemli unsurun aynı zamanda iyi bir okuyucu olduğunu görürüz. Şöyle devam eder Kurtiz; Benim tanıdığım dönem Yılmaz, dünya edebiyatı ile haşır neşir, Maksim Gorkiyi, Tolstoyu, Dostoyevskiyi, Ange Gudiyi, Mana Stratiyi, Orhan Kemali iyi bilen ve romancı olmaya giden bir adam idi
Hem Türkiye sinemasında hem de Güneyin hikâyeciliğinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen Umut, yönetmenin politik sinemasının şekillenmesinde önemli bir rol oynar. Umut filminin Güneyin filmografisinde bu kadar özel bir yer tutmasının ana nedeni, ajit-prop bir anlatım tarzından sıyrılarak, öyküleme tekniğinde ciddi bir sıçrama yaratmış olmasıdır. Umut, yapısı ve taşıdığı anlam itibari ile diyalektik bir biçimde birbirini doğuran ve bütünleyen öğeler ile bezenmiştir. Bu nedenle benzersiz bir kapitalizm eleştirisidir. Umut belki de Yılmaz Güneyin görünenden ve anlatılanlardan daha fazlası olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Umut, Türkiye sinemasında bir umut oluşturmuştur ki, şunları söyler Onat Kutlar film hakkında;
Türk Sineması, Yılmaz Güney'den önce de gerçekçi denemeler yapmıştır. Ama bu filmler, Yeşilçamın 'geleneksel abartılı ve melodramatik' üslubundan kurtulamamışlar, bu yüzden de inandırıcı olamamışlardır. Buna karşılık Umut, hem senaryosu ve görsel dili, hem de başta Yılmaz Güney olmak üzere oyuncularının olağanüstü başarısıyla, ülkemizin gerçeklerini, kırsal kesimin sert ama insancıl atmosferini güçlü bir biçimde dile getirmiş, tüm Türk ve yabancı seyirciler için inandırıcı olmuştur.
Güneyin sineması açısından önemli bir başka film ise 1978 tarihli Sürüdür. Film doğuda bir aşiret üzerinden değişen üretim ilişkilerini, feodaliteyi toplumsal gerçekçi bir üslup ve didaktik anlatım yapısı ile anlatır. Sözü burada kesip Burçak Evrene kulak verecek olursak ;
Sürü, sinemamızda yazılmış en zengin, en çok insan malzemesi içeren senaryolardan biri oldu. Doğudaki bir göçer aşiretin, babanın kişiliğinde simgelenen çöküşü, yavaş yavaş yerleşmekte olan kapitalist ekonomi anlayışı içinde feodal düzenin, ekonomik yapısı ve ahlak değerleriyle birlikte yansıtıldı.
Gelelim son filme, Yola Yola ilişkin konuşmadan önce ufak bir bilgi paylaşmak isterim. Filmin ödül aldığı sene Cannes jürisinde Gabriel García Márquezin bulunduğu ve yarıştığı diğer filmlerden birinin Jean-Luc Godard'a ait "Passion" olduğu bilgisi bu filmin ne kadar önemli olduğunu açıklar sanırım. Marquez gibi bir anlatıcının eleğinden, hem de Godard gibi bir yönetmeni geride bırakarak geçen bir filmi anlatmak için iyi kavramı yetersiz kalır. Yol her bakımdan mükemmele yakın bir filmdir ve bana göre Güney sinemasının zirve noktasıdır. İmralı Adası Yarı Açık Cezaevi'nden verilen izinle köylerine, evlerine gitmek isteyen beş mahkûmun yolda yaşadıkları zorlukları anlatan film, toplumsal koşullar nedeni ile adeta bir cezaevine dönüşen "dışarının" hikâyesidir.
Güney burada bahsi geçen yapıtlarının yanı sıra sayamadığım birçok anlatısı ile birlikte, Solonas ve Rochayı da içine katabileceğimiz bir kopuşun temsilcisidir, biraz daha yaşayabilseydi sürekliliğe evriltebileceği bir kopuşun
Çağlar Mirik yazdı: Yılmaz Güneyin yarım kalan hayalleri
Devrimci ve militan bir sanatçı Bir devrimcinin hayatında devrime giden yolu kısaltmak her şeyden önce gelir. Belki de bu yüzden sanatın her alanındaki yeteneğine rağmen en iyi propaganda araçlarından biri olan sinemayı seçti. Yılmaz Güneyi yakından tanıyanların anlatımlarına göre ; sürekli sinemayla yatıp kalkan bir sanatçıydı fakat kurduğu pek çok hayal, tasarı 47 yıla sığmadı.
Çağlar Mirik - İleri
Beni Komünarların battaniyesine sarın! diyen ve 1984 yılında daha 47 yaşındayken aramızdan ayrılan Yılmaz Güneyin fiziki yokluğunun otuzuncu yılını doldurduk. Ortalama bir ömür bile sayılmayan 47 yaşına nice ömürlere bedel işler sığdırdı.Yurt dışında uzun süre kaldığı sanılır ama sadece üç yıl yaşadı ve çalışkanlığıyla üç yılın alması neredeyse imkansız şeyler bıraktı geride. Onun hakkında söylenmedik bir şey kaldı mı bilmiyorum ama yine de ne söylesem az kalacak sanki. Sinemada yaptığı Nazım Hikmetin şiirimizde yaptığı devrimle eş değerdir denilebilir.
Yılmaz Güneyin sinemacı yönünü ele almadan önce yazar kimliğinden de söz etmek gerekir. Yaptığı filmlerin gölgesinde kalmış olsa da edebiyatta da dikkate değer eserlere imza atmış, özgün bir üslup oluşturmuştur. Onun bir hikayesini okuduğunuzda hikayedeki Yılmaz Güney tarzını rahatlıkla fark edebilirsiniz.Yazdığı on dört kitaptan biri olan Boynu Bükük Öldüler romanı ile Orhan Kemal Roman Ödülünü alması Yılmaz Güneye sunulmuş bir lütuf olmadığı gibi, hapishanedeyken çıkardığı Güney dergisiyle sanat, edebiyat ve siyaset alanındaki düşünceleri geliştirmeye ve duyurmaya çalışması, daha önemlisi bu alanlarda yeni olanaklar yaratma çabası da boşuna değildir.Yazdığı yüzlerce makale bugün bile güncelliğini korumaktadır. 1956 yılında lisede çıkarılan bir dergide yayınlanan Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri isimli ilk hikayesi nedeniyle 19 yaşındayken komünizm propagandası yapmaktan hem hapis cezası almış hem de Konyaya sürgün edilmiştir.
Yılmaz Güney, Vedat Türkalinin Yeşilçam Dedikleri Türkiye kitabında Şahin Doğu ismiyle karşımızdadır. Vedat Türkali, Şahin Doğuyu şöyle tanıtır: Halkın taparcasına sevdiği, sosyalist, dostane gülüşlü, samimiyeti, silahlara ve kumara düşkünlüğü ile bilinen Adanalı ve kariyerinin başında çektiği vurdulu kırdılı, çirkin kral filmleri olan sinema oyuncusu. Şehmus Güzelin tanımlamasıyla da, Yazar, öykücü ve romancı, saati gelince şair, sinema ustası, oyuncu, senarist, yönetmen, gençliğini yaşamış bir delikanlıdır Yılmaz Güney.
Devrimci ve militan bir sanatçı Bir devrimcinin hayatında devrime giden yolu kısaltmak her şeyden önce gelir. Belki de bu yüzden sanatın her alanındaki yeteneğine rağmen "en iyi propaganda araçlarından biri" olan sinemayı seçti. Yılmaz Güneyi yakından tanıyanların anlatımlarına göre, sürekli sinemayla yatıp kalkan bir sanatçıydı fakat kurduğu pek çok hayal, tasarı yarım kaldı. Bütün ezilen halkların filmini çekmek isteğindeydi. "Afrikadan Latin Amerikaya kadar bizim kaderimize benzer kadere sahip halkların isyan ve direniş filmlerini" kurguluyordu kafasında. 14 Aralık 1982 tarihli "Libération" gazetesine verdiği bir söyleşide böyle dile getirdi hayalini. Aynı söyleşide Güney Afrikalı yazar Alan Patonun "Ağla Ey Sevgili Yurdum" ( Pleure, ô mon pays bienaimé) romanındaki siyasi ve görsel zenginliği filme çekmek istediğini de.
Yunanistan halkından ve devrimcilerinden gördüğü dostluğu hiç unutmayan Yılmaz Güney son zamanlarında Yunan halkıyla kardeşliği ve dostluğu vurgulamak amacıyla "Yunan Hançeri" isimli bir çalışma içindeydi. Fransada bir televizyon kanalı için altı bölümlük bir dizi olarak kurguladığı bu çalışmayı Yunanistanda çekmeyi umuyordu.
1984 baharı olmalı, yani son zamanlarında İrandaki Kürtlerin mücadelesini filmleştirmek için bölgeye gitmek istiyordu.
"Yol" filmiyle aynı dönemde yazdığı "Dağ" isimli senaryoda ise Hasan Tahsinin hayatını anlatma niyetindeydi. Yılmaz Güney, Abidin Dinonun 1942de yayınlanan "Kel" isimli piyesini de filme almak istedi. Çalışma masasında aylarca bekleyen bu tasarıya zaman izin vermedi.
1971de film haklarını satın alıp sinemaya uyarlamak istediği bir başka eser ise Osman Şahinin "Kırmızı Yel" isimli eseridir. Osman Şahinin yapıtlarında sinemayı gören ilk sanatçı Yılmaz Güney olmasına rağmen Şahinin hiçbir eserini sinemaya uyarlamaya vakti olmadı. Yılmaz Güney anılmadı; ama, Osman Şahin eserleri en çok filme uyarlanan yazar olarak edebiyat ve sinema tarhimize ismini yazdırdı.
Ancak Onun en büyük hayali hiç kuşkusuz Türkiyenin "emek filmi"ni çekmekti. Bu fikri "Arkadaş" filmini çektiği dönemde (1974te) şekillendirmiş ve sürekli görüştüğü arkadaşlarından Müşür Kaya Canpolata bundan bahsetmiştir. Daha önceki filmlerinin kendisini tatmin etmediğini, emeğin filmini yapmak istediğini belirtir.
Fatoş Güney, Yılmaz Güneyin yapmak istediklerini iyi bir şekilde dile getiriyor: Dünyanın her yerinde, Afrikada, Latin Amerikada, İspanyada, Yunanistanda, Ortadoğuda, Filistinde, Kürdistanda, yani kavga olan her yerde filmler yapmak, zirveden zirveye tırmanarak gücüne güç katmak ve bu gücü Türkiyede gelişen yüce ve onurlu mücadelenin gücüne, ırmağına akıtmak için, tüm olanaklarını seferber etmek düşüncesinde ve kararlılığındaydı.
Belki de 1989 Bahar Eylemlerini görebilseydi "emeğin filmi"ni yapması kolaylaşırdı. Haziran Direnişini görseydi Türkiyenin direniş ve isyan filmini dünyaya taşırdı. Oynadığı yüzden fazla filmle, yönettiği elliye yakın filmle, yazdığı on beş kitapla ve kurduğu düşleriyle, tamamlanmayı bekleyen hayalleri ve çalışmalarıyla o hep bizimle olacak.
Bugün Yılmaz Güneyin 30. ölüm yıldönümü, aradan 30 yıl geçmiş ve Türkiye çok değişti.
ZAHİT ATAM
Bugün Yılmaz Güneyin 30. ölüm yıldönümü, aradan 30 yıl geçmiş ve Türkiye çok değişti. Bugün artık naifliğimizi, masumiyetimizi yitirmiş, insanlar üzerinde iktidarımız oyun oynamakta pek mahir, insan hayatıyla inanılmaz oyunlar oynuyoruz, taşlar yerine oturmuş ve toplumu oluşturan insanlar toplumun diğer kesimleri üzerine oynanan oyunlara yabancılaşmış.
Türkiye bir bütün olarak disasosiye oluyor, yani parçaları bütünleştiremiyor, diğerlerinin ve hatta kendi halinin bile farkında değil. Yabancılaşmanın bu düzeyi ise iktidara inanılmaz bir hareket alanı tanıyor. İktidar kendi acımasızlıkları, sahtekârlıkları için çok geniş bir alan buluyor ve kendi sahte kahramanlarını yaratıyor. Öyle ki bunların içinde uluslararası kimi ödüller de var. Geçmişin direnen insanlarının yerine şimdi ne olduğu belirsiz kahramanlarımız var.
Peki, damardan girelim Yılmaz Güney Yol filmine Fransada kurgu yaparken neden Fıratın doğusuna geçildiğinde Kürdistan yazdı?
Bu hikâyenin başlangıcı Yumurtalık olayına gider. Çünkü Güney Selimiyede yatarken Ulusal Sorun ile Sınıfsal Sorunu aynı çatı altında düşünmeye başlamıştı ve Leninin Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı başta olmak üzere, bu konudaki temel metinleri okumuştu. Endişe filmi Elia Kazanın bu adam için endişe ediyorum sözü üzerine manevi bir cevap olarak düşünülmüştü. Kazan Güney için endişe ediyordu, ama Güney ise başkaları için. Sonuçta bir isyanla biten bir film olarak tasarlanmıştı Endişe, başta Urfa olmak üzere Kürt illerinden gelen topraksız köylülerin Çukurovada pamuk toplarken yaşadıkları üzerine yoğunlaşacaktı, başrolde kendisi vardı, bir iki oyuncu dışında hepsi gerçek köylülerden oluşacaktı. İstanbuldan Adanaya gitmeden önce iktidar tarafından açıkça tehdit edilmişti, her an siyasi provokasyon bekliyordu, film durdurulabilirdi. Ama karşısına çıkan adi bir provokasyon oldu, yargılanma süreçleri de adil geçmedi ve en ağır ceza verildi.
Yılmaz Güney bu vahim olaydan psikolojik olarak çok etkilendi, nitekim 1974-78 arasındaki yıllardaki istediği filmleri üretememesini buna bağlamak gerekir. Daha sonrasında ise Midnight Express filmi ortaya çıktı, Türkiyede çok tartışıldı. Yılmaz Güney üç kere hapishaneye girmiş, yıllarca yatmıştı, nitekim hayatının dörtte biri kadar hapiste geçmiştir. Bu kez iktidar ondan film istiyordu, Türkiyede hapishanelerin durumunu gösteren, batılı dünyada seyredilebilecek ve etkili olacak bir film: Türkiyede hapishanelerin durumunun hiç de Midnight Express filminde gösterildiği gibi olmadığını anlatacaktı Batılı dünyaya. Bu aslında Yılmaz Güneye küfür etmek gibi bir şeydi: sonuçta Yılmaz Güney bütün Türkiyenin bir hapishane olduğunu anlatabilmek için Yol filmine soyundu. Ama zaten Yumurtalık içinde bir acı olarak yaşıyordu, kendi hayatı mahvolmuştu, yıllardır hapisteydi ve çıkış noktası Yumurtalık idi: Ulusal Sorunla Sınıfsal Sorunu birleştirmek isteğiyle film yapmaya karar verdiği için siyasi iktidarın bir oyunuyla yıllardır hapisteydi yani.
Şimdi yurtdışındaydı ve ipleri biraz olsun kendi eline almıştı, Türkiyedeyken siyasi iktidarın temsilcileriyle bu konuda İmralıda görüştüğü kesindir, yine tehdit edildi, ama Yılmaz Güney anladığım kadarıyla bu konuda tek bir kelime konuşmadı, sustu ve zamanını bekledi.
Nihayetinde kurgucu dışında Yılmaz Güneyden başka kimse bilmiyordu: Film ancak Cannesda gösterildikten sonra diğer insanlar öğrendi, yıllarca çektiklerinin, yaşayamadıklarının ve en çok gönül borcu olan topraksız köylülerin acılarının yüreğindeki izleriyle bir direniş anında yazıldı perdeye Kürdistan.
Yılmaz Güney kısaca Kürt olduğunu Fransadayken keşfetmedi.
Yılmaz Güney ve Cüneyt Arkın arasındaki fark: Halk Kimin Yanında?
ZAHİT ATAM
30. Ölüm Yıldönümünde Yılmaz Güneyi anarken
Yılmaz Güney 1974 yılında hapisten çıktığında ilk önce ailesini bir araya getirdi, Kıyıköye yerleştiler ve Arkadaşı çektiler, ama olup bitenler gösteriyordu ki Yılmaz Güneyin zihninde başka bir proje vardı, görüşmeleri konuşmaları araştırmaları Türkiyeyi sarsacak bir film hazırlığında olduğunu gösteriyordu. Güneyle görüşmek işi zorlaşmış, gelenler üstü aranarak ofisine girebiliyorlar, bir tedirginlik var herkesin üzerinde.
Aslında Güney tehdit edilmişti, uyarı formatında bir tehdit, Endişeyi çekmeye hazırlanıyordu, Topraksız Kürt Köylüleri üzerinden göçmen Kürt Proletaryasının filmini yapacaktı, isyanla biten bir film. Kafasındaki dert Ulusal Sorunla-Sınıfsal Sorunu birleştirmekti, bunun için Çukurova mükemmel bir havuz işlevi görüyordu. Film için hazırlık yaparken gelen tehdit üzerine her an bir şeyler bekliyordu Yılmaz Güney, bir provokasyon mutlaka olacaktı. Güneyin beklediği provokasyon siyasiydi ve hatası da bundan oldu, sonunda Yumurtalık olduğunda hepimiz anladık ki provokasyon ama adi cinsinden. En ağır cezayı aldı, yurtdışına çıkana kadar hapiste kaldı. Fransaya gittikten sonra ise hıncını almak ve haykırmak için Yol filmine Kürdistan yazısını yazdı.
Cüneyt Arkın, 1970li yılların başında kendisiyle yapılan bir röportajda bu yıl sinemamızda kim kazanacak, bu yıl kimin yılı olacak? sorusuna açıkça Tabi ki Yılmaz Güney yanıtını vermişti. Yoksul bir aileden geliyordu, ailesi topraktan geçiniyordu. Sinemaya geçmesini ise babası aşağılayarak karşı çıkmıştı. Doktordu, sinemada ünlü olmak için çırpındı, 60lı yılların ikinci yarısından itibaren ün de geldi. Sonrasında ise gittikçe genç kızların sevgilisi olma rolünden ergenlerin tarih/şiddet/cinsellik açlıklarını değerlendiren filmlere geçiş yaptı. 1970li yıllarda Türkiye radikal solculukla tanışıp, sokaktaki insan da sınıfsal bir dille konuşmaya başladığında Cüneyt Arkın sınıfsal kökenlerini hatırladı, grev ziyaretleri yaptı, gerçektir Cüneyt Arkın o yıllarda solcuydu, boşuna Komiser Cemili oynamadı.
Sonrasında Güneş Ne Zaman Doğacak? Filmi için teklif geldiğinde kabul etmedi, tehdit edildi, bunun bir aşamasında evine bir kibrit kutusu gönderdiler, açtı, içinde iki kurşun vardı, boyun eğdi ve filmde oynadı: işin aslı sonradan anlaşıldı, Maraş Katliamının startı bu filmle verilmişti. Filmi yapan yönetmen sinemayı bıraktı.
1980li yıllarda Yeşilçam tükenmeye yüz tuttu, Cüneyt Arkın filmleri gittikçe önemsizleşti. Arkın parasal olarak yaşam standardını koruma derdine düştü, 1990larda yeni yükselen milliyetçi-muhafazakâr kanat kendisine sahip çıktı. Arkın para kazanmak için ideolojik çizgisini bir kez daha terk etti, dert artık yaşam standardını korumaktı. Sonuçta bugün anılarını yazıyor, ama elbette bir öz eleştiri formatında değil, daha çok başarı formatında, şunu anlamalıyız tutarlı bir kariyeri yok, başarı öyküsü ise inandırıcı değil.
Bir insan her kritik aşamada kendi sınıfsal kökenlerini hatırlıyor ve emekçi halkları tercih ediyor, birisi ise her kritik dönemde yaşam standardı için karşı tarafa meylediyor, dolayısıyla emekçi halklar kimi tercih etsin? Birisi para kazandıkça onu dağıtıyor, birisi ise yaşam standardını düşünüyor. Birisi ün kazandıkça daha kötü filmlerde oynuyor, birisi ün kazandıkça uluslararası filmler yapıyor, birisine iktidar sahip çıkıyor, ötekisi vatandaşlıktan çıkarılıyor, hem de dünyayı sarsan bir film yaptıktan sonra, Halk kimi tercih etsin?
Türkiye biraz da böyledir: Yılmaz Güney açıkça safını seçmiş ve yaşamını safına göre şekillendirmiş birisiydi, o yıllarda çocuklar Cılocular ve Yılocular olarak ikiye ayrılıyordu, bugün ise Cılocuların başka kahramanları var, mesela bilgisayar oyunları gibi. Ama şunu unutmamak gerekir, Yılmaz Güney safıyla beraber kendini yetiştirmeyi, kendi meramını anlatmak için halkın içine girmeyi, halkın gerçek öykülerini anlatırken, onlarla dayanışmayı anlattı, bir yerden sonra Güney yaşayan Türkiyeyi anlattı, tarihin içindeki hayali kahramanları ve film hilelerine dayanarak müthiş tek kişilik kahramanlık hikâyelerini değil. Çirkin Kralı hiç çekinmeden Amerikan Askerinden İncirlikte dayan yiyen Faytoncu Cabbara taşıdı, ötekisi ise açıkça her kim gelirse gelsin, iktidardakini tutan Türkiye gazetesi ve onun halkla ilişkileri içinde kendisine verilen rolü. Evet, soru açık, kim halkın yanında saf tuttu, Halk kimi nasıl hatırlıyor? Geçmişi bugün nasıl yaşatıyoruz?
Devrim sinemasında delikanlı bir komünist, militan bir Don Kişot: Yılmaz Güney
Yılmaz Güney tarihe adını kendi elleriyle, kendi filmleriyle, kendi tutsaklıkları ve kendi kavgasıyla kazımış bir isim olarak burjuvaziye karşı verilen savaşın hayat ve sanat olmak üzere, pratik ve teori olmak üzere her iki cephesinde de zafer kazanmış bir militandır. Yılmaz Güney proletaryaya ve sosyalizme aittir! Şan olsun insan, militan ve sanatçı Güneye!
Yılmaz isminin anlamı çok açık, azimli, korkusuz. Ama soyadının anlamı da bunu bütünlüyor. Pütün: bir dağ yemişinin kırılmaz, parçalanmaz çekirdeği anlamına geliyor. Can Yücelin dediği ile o da herkes gibi geldi dünyaya. Sonrası kandan davalar, davadan kanlar. Sonrası voltalar, votkalar, smith wessonlar Curalar, bakaralar, aşklar, çocuklar ve halklar...
Yılmaz Pütünden Yılmaz Güneye uzanan yolda bir insanın diyalektik gelişimi ve kısıtlı koşullar ile imkânları materyalist okuyarak sürdürülen bir yaşam savaşı, diğer bir deyişle diyalektik materyalizmin temel ilkeleri doğrultusunda bir gelişim seyri uzanmaktadır. Ve o hayatta karşısında durduğu bir sınıfın sinemadaki tahakkümüne karşı da sanatsal bir tutum geliştirerek, sanat kuramıyla devrimci düşünceyi ilk kez böylesine katışıksız harmanlayan isimdir. Böylece devrim sinemasını inşa eder. O, hor görüldüğü, dalga geçildiği, kalıplarına sığmadığı Yeşilçamın yel değirmenlerine karşı, atıyla ve kılıcıyla savaş açan Don Kişotudur sinemanın!
Yılmaz Güney bugün Türkiyede devrim denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri olduğu gibi aynı zamanda sinema denildiğinde de akla gelen isimlerden biridir. Bu bir tesadüf mü? Asla! Bu, devrimci bir sanatçının disiplinli ve hedefi doğrultusunda iradeli eylem ve üretimlerinin bir sonucudur. Yılmaz Güney tarihe adını kendi elleriyle, kendi filmleriyle, kendi tutsaklıkları ve kendi kavgasıyla kazımış bir isim olarak burjuvaziye karşı verilen savaşın hayat ve sanat olmak üzere, pratik ve teori olmak üzere her iki cephesinde de zafer kazanmış bir militandır. Yılmaz Güney proletaryaya ve sosyalizme aittir! Şan olsun insan, militan ve sanatçı Güneye! Şan olsun Güneyi 27 yıldır mücadelesinde yaşatan komünistlere!
Yılmaz Güney üç şeyi birleştirmeyi denedi: İçinden geldiği emekçi halkı, yazacağı senaryoları ve oyunculuğunu. Bu süreçte aynı zamanda kendini bir yönetmen olarak da yetiştirecekti. Büyük üne kavuştuğunda, kendi elleriyle kuracağı mitosu yıkmayı, halkı bu kez bir aydın-sanatçı olarak başka mecralara çekebileceğini, ancak o zaman istediği senaryoları yazıp, yönetip oynayabileceğine inandı. Çirkin Kral dönemi bu anlamda Güneyin piyasanın sığ formüllerini alt üst etme, Anadolulu insana bir yer açma dönemiydi. 60lardan sonra sinema dünyasında büyük bir üne ulaştı. Ama onun planı başkaydı. Yeşilçam batağındaki krallığa dönüp bakmadı bile. Bundan sonrası gerçek bir dönüşümün hikâyesidir
Buraya kadar hırçın bir delikanlı, ezilenlerin safını seçmiş bir mazlum olan Yılmaz Güney bir sosyalist, bir teorisyen, bir devrimci ve ilkeli bir yönetmen olarak kendini tutsaklıkları döneminde geliştirecek ve her senaryosunda, yönettiği her filmde kendini yeniden aşarak dünya sinema tarihinde bir ekol yaratacaktır. Bu yıllarda gelişen devrimci gençlik hareketiyle bağ kurar, hareketi destekler. Bu nedenle 71den sonra tekrar hapse girer. Bu hapislik döneminde pek moda olan yılgınlığa ve savrulmaya karşı koyacaktır.
Tüm bunların yanında; politik olarak ajitasyondan çok daha öteye giden bir söylem, duygusal bir mücadele anlayışını aşan bir ideolojik birikim ve revizyonizme karşı açık bir devrimci duruşun simgesidir o. İşte onu esas farklı kılan da budur: ne daha yüksek bir sanat için gerçeklerden ve devrimci ideolojiden uzaklaşmış, ne devrimci ideoloji adına dogmalara ve kuru ajitasyona dönerek estetiği ve sanat kuramını kurban etmiştir.
Başka bir dünyanın düşüdür Yılmaz Güney sineması
Yılmaz Güneyin bir sinematografisi var: hemen tanınan bir beyin etkisi bize bu onun filmi dedirtebiliyor. Yılmaz Güneyin filmografisinin bütünü -yalnızca Umut, Yol, Sürü gibi filmleri ile kısıtlı olmadan- yaşamı ayırt edilemez bir bütün olarak sunabilme yeteneğine sahipti. Yani tıpkı kendi kişiliği gibidir filmleri de. O yüzden Yılmaz Güneyin filmlerini anlamayan biri Yılmaz Güneyi anladığını iddia edemez.
Yalındır ve serttir Güney sineması, tıpkı çocukluğu gibi. Yeşilçamın içinden çıkmış, ama aynı zamanda Yeşilçama en sert cevap olmuştur. Yeşilçamın içkin eleştirisidir bir bakıma. Sinemasal teknikleri tersyüz ederek kendi oluşturduğu sinema dilinin olanaklarını geliştirmiştir. Dönemin birçok senaristi ve yönetmenin elinde klişelerle dolu melodramlar haline gelecek konularla ezilenlerden yana bir sinema geleneği inşa etmiştir Güney.
Yılmaz Güney sinematografisinin ayırt edici bir özelliği; vurdulu kırdılı (Çirkin Kral dönemi) diye tanımlanan ilk filmleri ile Umut, Arkadaş gibi filmleriyle başlayan sonraki süreç arasında yapılan bütün ayrımların ötesinde yer alan sürekliliğidir. Sadece yönettiği filmlerde değil Aliden Kasımpaşalı Recepe kadar canlandırdığı karakterlere de dikkatle bakmak gerekir ki bu süreklilik görülebilsin. Bu süreklilik aynı zamanda modern politik sinema adı verilebilecek ve Güneyin bir taraftan Latin Amerikan sinemasıyla, öte yandan etno-poetik belgeselcilerle paylaştığı bir filmografik tarza cevap vermektedir. İçerdiği Romantizm etkisi, Yeşilçam klişelerinden pek de uzak olmadığı filmlerde bile politik yaşam konusundaki bu güçlü içeriği hissettirebilir.
Mit ile gerçekliğin, kahramanlık ile sokaktaki adamın tanımlarıyla oynar; anlamları öyle kayar ki artık hangisi hangisidir karıştırırız, iç içe geçer. Yani yine diyalektiği sanata ve insana uyarlar. Tez ve anti-tez karakterler, diyaloglar ve güçlü imajların muntazam montajlarında bir araya gelir. Başka bir dünyanın düşüdür Yılmaz Güney sineması. Bugün olmakta olanı, anlamak ve anlatmanın, yalanı ise sokakta ve kitapta yenmenin sinemasıdır; yani Nazımın gözleriyle bakmaktadır kameraya. 'Yol' ya da 'Sürü' filmleri hiçbir politik çözümleme, hiçbir slogan barındırmamalarına rağmen, sloganlarla ve burjuva yaşam biçimine yöneltilen tehditkâr saldırılarla bezenmiş 'Arkadaş' veya 'Duvar' filminden daha az politik değildirler. Ulus Baker az önce yukarıda vurgu yaptığımız diyalektik çözümlemeye -yeni bir kavrayışla- Güneyin bu filmlerinde yarattığı dünyada Eski ile Yeninin, kişisel olan ile politik olanın, özel meseleler ile kamusal meselelerin birbirlerinden ayırt edilmelerinin imkânsız olduğu yorumunu getirirken haklıdır. Toprak ile hava, ateş ile gök ve insanlar, Güney sinemasında hepsi tek bir burgaçta dönmektedirler.
Bu güçlü politik ajitasyon etkisini neye borçludur Güney sineması? Bu ne Yılmaz Güneyin filme o an dışsal kalan politik kimliğine, ne de ortamın politik gerçeklikle dopdolu olduğu bir döneme bağlanarak keşfedilmemelidir. Bizzat filmin bütününe içkin olan bir anlamlandırma düzlemi üzerinde kavranmalıdır. Nasıl ki politik faaliyetin çok yalın bir görünümünü Güney kadraja yedirebilmişse, Güneyin izleyicisi de perdeye yayılan tüm bir görüntü içinden bu anlamı çekip çıkarabilme bakışıyla izlemelidir sahneyi. Her kameraman, her montajcı, her yönetmen kuvvetli görüntüler arar -ama Güney sineması kuvvetlerin kuvvetini, bir üst dereceyi, seyir ettiği ölçüde seyredilen suratların duygulanışlarını kaydetmenin peşindedir. Yılmaz Güneyin filmlerini biz de Nazımın, Brechtin ve öncelikle de kendisinin bu bakışı ile izlemeliyiz: hep bir sonraki sahneye doğrultulmuş, perdenin arkasındakini görmeye yönelik, karakterin doğrulttuğu tetiğin nişanını kendi alıyormuşçasına dikkatli bir bakış.
Türkiye sinemasından bir ''Çirkin Kral'' geçti...Nur Tuğçe Biga
Kitlesi olmayan, bir kitleyle işbirliği içinde olmayan sanat tüm öteki niteliklerine rağmen yararsız bir kendiliğindenlik olarak kalır. (Karaganov, 131) Karaganov'a ait bu söz tam da bize halkla sağlam bağlar kurmuş olan Yılmaz Güney'in sinema sanatıyla başarabildiği şeyden bahsediyor.
Halkın büyük ilgi ve beğenisini toplayan, sıradan insanı kahramanlaştıran Güney, eğer bir Türkiye sinemasından bahsedilecekse bunda en çok payı olanların arasında bir yönetmen ve oyuncudur. 30 yıl önce 9 Eylül günü hayata gözlerini yuman Güney, 1937 yılında Adana'da dünyaya gelir. Çocukluk ve gençlik yılları hayatın çeşitli alanlarında çalışarak geçer. Irgatlık, kasap çıraklığı, katiplik, film işletmeciliği, fedailik yapar. Sinemayla ise 13 yaşında tanışır, ve tanıştığı gün etkilenip, büyülenir. Sinema salonundan çıktığında kafasındaki tek düşünce ''gördüklerimi ben de yapabilir miyim?'' düşüncesidir. Yılmaz Güney'in bu düşüncesi ve bu düşünceyi gerçekleştirmek için çabası onu Türkiye sinemasının önde gelen birkaç yönetmeninden de biri yapar. Atıf Yılmaz'ın asistanlığını yaparken senaryosuna da katkıda bulunduğu Alageyik adlı filmde, başrolün kendisine verilmesi konusunda ısrarlarının sonucunda, beyaz perdede de oyuncu olarak ilk defa görülür. Güney, böylece yönetmenliğinin yanında oyunculuğuyla da Türkiye sinemasında adından bahsettirir. Halbuki dönemin jönlerinden Ayhan Işık onu sokakta araba yıkayan Kürt çocuklarına benzeterek, ondan artist falan olmayacağını iddia etmiştir.
Sinemacı olmadan önce yazma tutkusuyla yazılar kaleme aldığı yıllar, onun politik kişiliğinin de oluştuğu ve belirginleştiği yıllar olur. ''Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri'' ve ''Yasaklar Hiç Bitmeyecek'' öykülerini yazması onun bir komünist olarak mahkemelerde mahkum olmasına yol açar. Türkiye Cumhuriyeti'nin ''demokratik'' rejimini yıkarak yerine işçi sınıfı iktidarını kurmak yolunda propoganda yaptığı suçlanmasıyla bir buçuk yıl ağır hapis, altı ay sürgün, ömür boyu kamu haklarından yoksun kalma cezasına çarptırılır. Komünizm suçlamasıyla yargılanması ve mahkum olması onun sinemada film üretebilmesinin de önünde başlangıçta engel oluşturur. Ama o mücadelesinden hiçbir zaman vazgeçmez. Sonunda da halkın kendisinden bir parça olarak gördüğü bir isim haline gelir. Önce onu eleştirelenlerin deyimiyle vurdulu kırdılı filmler çeker. Ama aslında o her filmindeki acılara göğüs geren, başkaldıran karakteriyle ezilen kesimlerin yüreklerindeki yerini alır.Yılmaz Güney bir söyleşisinde de bu durumu şöyle anlatmaktadır: ''Ben oyuncu olarak halkın giyiminden davranışlarından farklı olmamaya çalıştım. Zaten olamazdım da''. Ben zaten kendimi oynuyordum. Çünkü yaptığım bütün filmlerde benden bir parça vardır. Bilmem nerede bir haksızlığa karşı nasıl davranıyorsam, filmde benzeri durumda da aynı tavrı gösteriyorum. Mesela filmde fakir babası bir adamım. Özel hayatımda da öyleyim. Cebimdeki bütün parayı dağıtıyorum.''(Karaman, 98) Dolayısıyla seyircinin karşısında halkın içinden gelmiş bir sanatçı durmaktadır. Onun filmlerini vurdulu kırdılı diye aşağılayanlar da artık halkın ona karşı duyduğu sevgi seli karşısında kayıtsız kalamaz. Hudutların Kanunu, Seyit Han, Bir Çirkin Adam gibi birbiri ardına pek çok filmi çeken Güney için 1970'de çektiği ''Umut'' bir dönüm noktası olur. Türkiye sineması adına da bir dönüm noktası olan, Güney'in de politik filmlerinin başlangıcıdır Umut filmi. İlk suçunu yoksul olmak olarak açıklayan Güney, babasının hikayesinden esinlenerek çektiği Umut filminde, yoksulluk içindeki Cabbar'ın çaresizlikten umudunu sahte şeylere bağlamasını anlatır. Film, adaletin yoksuldan yana olmadığını açık bir biçimde gözler önüne serer. Güney'in sistemi bu cesur eleştirisi filmin yasaklanmasına da neden olur. Devletin filmi yasaklamasıyla, İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencileri Güney'e gelerek filmi üniversitede izlemek istediklerini söylerler. Öğrencilerin önerilerini kabul eden Güney filmin gösteriminin ardından bir konuşma yapar. Konuşmanın bitiminde Yılmaz, Yılmaz diyerek bağıran öğrenciler gerekirse bu filmi yurtdışına kaçıracaklarını söylerler. Umut, Cannes Film Festival'inde gösterilir. 1972 yılı ise başka bir açıdan önemli bir yıldır. Güney, bir yandan ezilenleri beyaz perdeye taşırken, Türkiye'de de yükselen devrimci mücadelenin, ezilenlerin mücadelesinin de parçası olur. 17 Mart 1972 tarihinde Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi üyesi olmak ve örgüte maddi yardım yapmaktan gözaltına alınır. Mahkemeye çıkartılan Yılmaz Güney, mahkemede yaptığını itiraf ederek ''1971 yılında Ankara'daydım. Sinemacı arkadaşım Mustafa Alabolara bana bazı gençlerin benle konuşmak istediğini söyledi. Gençlik liderinden Deniz Gezmiş'in evine gittim. Burada Yusuf Küpeli, Kazım Özüdoğru ve Ertuğrul Kürkçü adında üç genç de bulunuyordu. Birkaç hafta sonra, Yusuf Küpeli, Ulaş Bardakçı ile birlikte, İstanbul'da evime geldi. Ulaş Bardakçı öğrenci hareketleri için benden ikibin lira para istedi. Ben de verdim.'' der. (Karaman, 201) Üstelik 1971 yılında da saklanacak yer arayan THKP-C'nin önderlerini de evinde saklamıştır. Bu olaylardan ötürü Güney daha önce olduğu gibi bir süre hapis yatar. 1974 yılında ise bir başka önemli filmi olan, çürümüş toplumsal yapıyı iki yakın arkadaş üzerinden anlattığı ''Arkadaş'' filmini çeker. Filmdeki burjuva bir kadının Güney'e attığı tokada, Güney'in verdiği cevabın repliği hafızalardaki yerini alır. ''Bu tokadın hesabını bir gün mutlaka soracağız. Mutlaka'' 1982 yılında çektiği, beş mahkumun cezaevi izinleri sırasındaki yaşamlarından kesitlere değindiği ''Yol'' filmi Cannes Film Festival'inde Altın Palmiye alan ilk Türkiye filmi olur. Güney'in en son filmi ise cezaevinde işkence gören çocuk mahkumlarını anlattığı ''Duvar'' dır.
Tüm bu sürece baktığımızda sinema adına yavaş yavaş ilerleyen ve giderek olgunluğa erişen bir Güney sineması ve hayatı mücadele içinde geçmiş bir sinema insanı buluruz karşımızda. Üstelik sanatı dolayısıyla sinemayı sınıf mücadelesinin en etkili ve ihmal edelimez silahlarından biri olarak gören bir sinema insanı.
Kaynakça
Ahmet Kahraman, ''Yılmaz Güney Efsanesi'', Doruk Yayınları, 1996
S. Karaganov, ''Edebiyat ve Sinemada Yaşayan Lenin'', Sel Yayıncılık, 2006
Sendika org.
Bu ileti en son dayanışma
tarafından 09.09.2014- 23:01 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.