(Türkiye solunun efsane haline gelen üç görkemli isminin, Can Yücelin deyimiyle bir maraton olan devrim koşusunun en güzel yüz metresini" koşan üç sosyalistin, devrimci gençliğe ruhunu veren üç delikanlının... Deniz gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslanın Amerikancı, Natocu darbeciler tarafından idam edilişlerinin 45. yıldönümünde, daha önce kaleme aldığım bir yazımı paylaşmak istiyorum.
Tam 6 yıl önce, henüz Erdoğan-AKP kliğinin Fethullahçı çeteyle iktidarı paylaştığı, cumhuriyeti birlikte boğazladıkları günlerde kaleme aldığım bir yazı bu.. Diğer bir anlatımla Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk gibi kumpas davalarının devam ettiği bir tarihte yazdığım bir makale.. Küçük bir-iki düzeltme ve düzenlemeyle yeniden ilginize sunuyorum.)
Bu hafta bir fotoğraf üzerinde durmak ve o fotoğraftaki bir ayrıntıyı dikkatlerinize sunmak istiyorum. Önemli bir fotoğraf çünkü. Bugün yaşadığımız hayatları ve bu ülkenin dramını özetleyecek kadar önemli. Beni derinden etkiledi.
Ankaralı koleksiyoner Muhammet Yüksel'in arşivinde yer alan bu fotoğraflarda Deniz Gezmiş, yargılandığı sıkıyönetim askeri mahkemesine götürülürken görülüyor. Fotoğraflardan anlaşıldığı kadarıyla Deniz mahkeme koridorunda slogan atıyor, askerlerle tartışıyor. Askerlerin tümü rütbeli, yani subay ve astsubaylardan oluşuyor. Bir başka karede ise Deniz Gezmiş, mahkeme salonunda ve ayakta. İleriye doğru uzattığı parmağıyla darbecilerin askeri yargıçlarına meydan okuyor. Adeta mahkeme heyetini ve arkasındaki gücü yargılıyor.
İşte yeni ortaya çıkan bu fotoğraflardan birinde, mahkeme salonunun hemen dışında, havaya kalkmış bir el görülüyor. Kelepçeli Denize kaldırılmış sıkılı bir yumruk. Vurmak istiyor belli. Korkak, alçak bir el. Kirli. Bir asker eli. Amerikancı Rütbeli.
Anlaşıldığı kadarıyla Deniz, darbecilerin kurduğu askeri mahkemenin girişinde tartışıyor askerlerle.. Ortalarına almışlar Denizi. Aralarından biri tam orada kaldırmış elini. Vuramamış anlaşılan. Bu ülkenin en pırıltılı çocuklarına, yurtseverlerine, devrimcilerine, sosyalistlerine kaldırılmış o el. Asker eli, rütbeli Denizi idam sehpasına götüren cellatların eli. Deniz aldırmamış.
İşte o el irticanın elidir. Türkiyeyi 2000ler dünyasında gericilere teslim edenler ile Deniz Gezmişe kalkan elin sahipleri aynıdır. Kendi cumhuriyetlerine ihanet edenlerin elidir o.
Bu ülkenin devrimcilerine ve sola karşı, gericileri koruyup kollayanlar, besleyip büyütenler, örgütleyip saldırtanlar onlardır. Asker elidir o... Üniformalıdır. Gericiliğin elidir.
Deniz Gezmişe 1972de kalkan o el, bugünün AKP-Cemaat iktidarını hazırlayan ve ülkeyi örgütlü gericiliğe teslim edenlere aittir.
Sağlı sollu liberallerin büyük katkısıyla bugün mağduriyet edebiyatı yapanlar bu ülkenin muhafazakarları ve İslamcıları, örgütlü gericilik, Deniz Gezmişe kalkan o elin imalatıdır. Devrimcilere, sosyalistlere ve yurtseverlere saldıran, onları katleden, işkence tezgahlarından geçiren ve idam sehpalarına götürenlerin mahkemelerinde mahkum edilen bir İslamcıya rastlamak bu nedenle imkansızdır.
Bugün vesayet rejimi kavramı üzerinden statüko eleştirisi yapanlar, gerçekte karşı olduklarını söyledikleri statükonun çocuklarıdır. Ötekileştirildiklerini ileri sürenler, yaklaşık 70 yıldır dolaylı ya da doğrudan iktidardadır. İnançları üzerinden mağduriyet edebiyatı yapanlar bu ülkenin çoğunluğunu oluşturan Sünni İslamın siyasal yorumcularıdır. Bırakın baskı altında olmayı, toplumsal ve siyasal baskının araçları onlardır.
Bu ülkenin islamcı geleneğinin siyasal örgütlerinden Milli Selamet Partisi (MSP) 1970li yılların faşizan, katliamcı ve işbirlikçi Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinin ortağı, Necmettin Erbakan da o iç savaş hükümetlerinin başbakan yardımcısıdır.
Türkiyenin en eski İslamcı teorisyen ve militanlarından Mehmet Şevket Eygi, Allahsız kızıl komünistlere karşı yapıldığını söylediği 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri faşist darbelerini desteklediklerini açıkça yazmaktadır. Eygi, İslamdaki ehveni şerriye kaidesi gereği, kızıllara ve Allahsız olduğunu ileri sürdüğü Sovyetler Birliğine karşı Amerikan nüfuzu altında olduklarını da itiraf etmektedir. Dahası aynı Mehmet Şevket Eygi, kızıl birer terörist olduğunu ileri sürdüğü Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı hak ettiğini de savunmaktadır. (Hem de yeni sayabileceğimiz bir tarihte, 8 Şubat 2008 günlü Milli Gazetedeki köşe yazısında.)
Sevsinler böyle mağdurları! Sevsinler ve alık liberaller yanlarına alıp birlikte darbeye dur de yürüyüşleri yapsınlar. Üstüne Deniz Gezmişi de utanmadan Ergenekoncu ilan etsinler.
Trajikomik olan şudur emperyalizmin, ABDnin ve NATOnun istekleri doğrultusunda hazırladıkları düzenin siyasal ve toplumsal sonuçları karşısında bugün büyük bir şaşkınlık içinde olanlar da, yine Deniz Gezmişe kaldırılan o elin sahipleridir.
Kullandıklarını zannettikleri güçlerin elinde bugün birer şamar oğlanı durumundalar. Kişisel olarak değil belki, ama kurumsal bakımdan sorumlu oldukları bu siyasal ortamın/rejimin oyuncağı oldular.
Kadere bakın ki, 1972de Deniz Gezmişe el kaldıranlar, bugün koruyup kolladıkları gericiliğin ayakları altında ezilmektedir.
Bir saray soytarısının sabuklamasıyla yine gericiliğin ve faşizmin diline düştü DENİZ. Biri onu emperyalizmin bölgedeki maşasına benzetti, bir diğeri hiç de utanıp sıkılmadan O'nu ''terörist'' ilan etti. Bu tiplerden çok var ülkemizde. Kapitalizm var oldukça ona yalakalık yapanlar da olacaktır, hamaset üzerinden kapitalizmin şiddet ayağını oluşturanlar da... Bu topraklar ne yazık ki ve şimdilik bunları üretiyor. Ama sadece bu mu, bu toprakların gerçekliği? Değil elbet. Bu topraklar aynı zamanda Deniz'leri, Mahir'leri ve İbo'ları da ortaya çıkartıyor ve daha nicelerini...İstedikleri kadar ipe un sermeye çalışsınlar; istedikleri kadar Deniz'i ve Deniz'leri kendi yalakalıklarına ve gericiliklerine malzeme yapsınlar. Deniz bu halkın mücadelesinde hep var olacaktır.
DENİZ Türkiye'dir; Mahir'in söylediği gibi ''DENİZ Türkiye devriminin bir simgesi'', ayrılmaz bir parçasıdır. DENİZ bu vatanın toprağına ve bu halkın yüreğine oya oya işlemiştir ve hep öyle kalacaktır.
Solculuk örnek gösterilir. Solculuk meşruiyet kaynağıdır! Bugün köküne kadar gericiliğe, sermaye severliğe, Amerikancılığa, faşizme batmış bir düzenin kendisini devrimciler üzerinden aklama girişimine izin vermeyeceğiz!
Deniz Gezmişin tırnağı bile olamazsınız!
Bugün Rıdvanı da, faşisti de, dincisi de, düzen solcusu da, liberali de Denizi ağızlarına alamazlar!
Önce kendilerine bakacaklar!
Amerikan Yahudi Komitesinden cesaret ödülü alanların, Amerikan emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesinin eşbaşkanlığını üstlenenlerin, İsrail için Suriyenin yıkılması için cihatçı çeteleri besleyenlerin, CIA tarafından desteklenen yobazların dizinin dibinde fotoğraf çektirenlerin sırtlarında devrimcilerin parkası yoktur ama ceplerinde Amerikan doları olanlardır.
NATO Gladiosunun bir parçası olarak Türkiyede kurulan faşist hareketin temsilcilerinin Denize terörist yaftasını suratlarına vururuz! Sen önce Maraş ve Bahçelievler Katliamlarının hesabını ver! Otur oturduğun yerde! Bu ülkede terör aranacaksa bakılacak yer bellidir!
NATOya, Avrupa Birliği emperyalizmine tek laf etmeyeceksin, Parti programlarında bunları savunacaksın, çıkıp Deniz Gezmiş üzerinden solculuk yapacaksın! Devrimciler üzerinden prim yaparak yıllardır sol gösterip sağ vuran düzen solu, Deniz Gezmişi savunmak sana düşmez!
Suriyenin kuzeyinde Amerikan emperyalizmi ile iş tutacaksın, Amerikan emperyalizminin topu, tüfeği için Amerikan üslerinin kurulmasına ses çıkarmayacaksın, çıkıp Amerikan emperyalizmine hayır diyen Deniz Gezmişi sahipleneceksin! Olmaz! Denizlerin bıraktığı mirasta, Dolmabahçede Amerikan 6. Filosu askerlerini denize dökmek vardır, Filistin yoldaşlığı vardır. İsrailin desteklediği Barzaniyi, Yankinin desteklediği PYDyi savunanlar Deniz Gezmişi ağızlarına almasınlar! Ya da duruşlarını değiştirsinler!
Deniz Gezmiş, ülkemizin en büyük halk kahramanlarındandır!
Deniz Gezmiş, ülkemizin en büyük yurtseverlerindedir!
Deniz Gezmiş, devrimcidir, solcudur, anti-emperyalisttir, komünisttir!
Ve bilinmelidir ki, Denizin yolundan yürüyenler bellidir! Bu yolu açanlara ve bugün örgütleyen yeni Denizlere selam olsun!
Teşbihte hata olmaz der eskiler. Olmaz olur mu? Bal gibi olur! Baksanıza Şeytan Rıdvanın yediği halta Göze gireyim diye bir teşbih yapmaya kalktı, başına gelmedik kalmadı. Sen kalk Tayyip Erdoğanı Deniz Gezmişe benzet; kimseye yaranamadı.
Konu o kadar çok ağızda sakız, o kadar çok sofrada meze oldu ki, bize yazacak bir şey kalmadı. Aslında tatlı konuydu. Şeytan Rıdvan, Tayyip Erdoğan, Deniz Gezmiş, Devlet Bahçeli, parka, Amerika Ne kalem oynatılır ama!
Neyse, biz de konuyu genelleştirir, halkımızın teşbih seçiciliği diyalektiği üzerine bir şeyler yazarız kısaca
***
Rıdvanın teşbihini duyunca aklıma takılan soru şu oldu: Bu toplumda Deniz Gezmiş, parkalı Tayyip Erdoğandır diyen biri çıkar mı? Deniz Gezmişi, Tayyip Erdoğan üzerinden övmeye kalkışacak birine rastlanabilir mi? Fakat Tayyip Erdoğan, parkasız Deniz Gezmiştir diyene rastlanıyor.
Bu, Deniz Gezmiş ile Tayyip Erdoğan imgeleri arasındaki kritik farkın göstergesi.
Aynı şey Mustafa Kemal için de söylenebilir. Bilindiği gibi son zamanlarda Tayyipi Atatürke benzetenler de çıktı. Peki, neden Atatürkü Tayyipe benzetenler çıkmaz, çıkamaz?
Demek ki, halkımızın en densizlerinin nezdinde bile Mustafa Kemale, Deniz Gezmişe benzemek güzel bir şey, övünç kaynağı
Ama Tayyip Erdoğan için aynı şey söylenebilir mi? Ben Bahçelinin bile Erdoğana benzetilmekten hoşlanacağını sanmam. Örneğin Rıdvan, şeytana dahi benzetilmeyi, Tayyipe benzetilmeye yeğleyecektir, eminim
***
Halkımızın teşbih yelpazesi son derece geniş. Biz övgümüzü de yergimizi de teşbihlerle yapmayı seven bir halkız.
Sevdiğimiz kadına sülün gibi deriz, kısrak gibi deriz, ceylan gözlüm deriz, kedinin hatta örümceğin bile bir gideri vardır; ama katana gibi, akrep gibi veya kurbağa gözlü diyerek sevgimizi belirtmeyiz.
Sevilen erkeğe koçum denir, aslanım denir, hatta ayı bile denebilir. Ama manda gibi, solucan gibi diyerek adam sevilir mi?
Aslan gibi delikanlı deriz; ama çakal gibi veya it gibi delikanlı denir mi? Örneğin Yılmaz Güneye aslan gibi yakışır. Peki, -nereden aklıma geldiyse- Sedat Pekere hangisi yakışır?
Gelelim bitkilere Çiçek ve ağaç adlarının çoğu sevgi ve övgü sözcüğü olarak kullanılır. Ama sebzelere çok haksızlık yapılmıştır. Kimse birbirini hıyar, lahana, kabak, patlıcan diyerek övmez. Meyveler ikircikli Kiraz güzel isimdir; ama kimse çocuğuna muşmula adını takmaz.
Delici ve kesici aletlerden, çakı gibi, mızrak gibi, ok gibi diyerek övülür; balta gibi, testere gibi diyerek yerilir
Daha binlerce örnek verilebilir. Bütün bunlar yüzyıllar içinde çok çeşitli deneyimlerle oluşmuş teşbihlerdir herhalde
***
İşin aslı şu: Tarihin bir hazine sandığı vardır, bir de çöp kutusu. Halkımız kimi nereye koyacağına uzun uzun düşünüp, ölçüp biçtikten sonra karar verir. Karar bir kere verildikten sonra değiştirmek son derece zordur. Teşbihin övgü mü yergi mi olacağını bu kolektif (ve tarihsel) karar belirler.
Erdoğana yalakalık yapmak isteyen Rıdvanın aklına neden Deniz Gezmiş geliyor? Neden Tayyip Erdoğan fessiz Vahdettindir demiyor örneğin? Diyemez! O da biliyor kimin hazine sandığında kimin çöplükte olduğunu.
Halkımız övmek isterken kime, yermek isterken kime benzeteceğini çok iyi bilir. İşte bu anlamda teşbihte hata olmaz.
Halkımız kime benzeteceği konusunda hata yapmaz. Kimi benzeteceği konusunda hata yapanlar çıkıyor bazen; o da zamanla düzeltiliyor.
Eski futbolcu Rıdvan Dilmenin parka eksenli Deniz Gezmiş-Tayyip Erdoğan kıyaslaması büyük tepki çekti. Sol, kendi tarihinde özel yeri olan Gezmişin böyle münasebetsiz bir benzetmede kullanılmasına haklı olarak öfkelendi.
Ancak bu tepki yağmurunda şeytanın gör dediğini görenler de çıktı. Bunlardan birinin, yakın bir arkadaşımızın söylediklerini aktaralım:
Bugün 50 yaş altındakilerin büyük ağırlık taşıdığı solun Gezmişi sahiplenmesi, ona buna malzeme olarak kullanılmasına tepki duyması çok güzel. Ancak bu insanlar, Gezmişin yiğitliği ve adanmışlığı ötesinde onu ve onun gibileri yaratan ortamdan fazla haberdar değil, üstelik buna pek ilgi de duymuyor. Oysa 1961-71 dönemine ilişkin çalışmalara bakıldığında Türkiyenin bu dönemde başta işçi sınıfı çeşitli toplum kesimleriyle ciddi bir uyanış, arayış ve hareketlilik içinde olduğu görülüyor. Solun yeni kuşaklarının Gezmişi, Çayanı ve başkalarını haklı olarak sahiplenirken işin bu yanına hemen hemen hiç bakmaması ciddi bir eksikliktir.
Doğru söze ne denir?
***
İnsanımızın kahramanları sevdiği bir gerçektir.
Ancak, kahramanları seven insanımızın kahraman yaratan ortamlara fazla ilgi duymadığı, hatta ortamları kahramanların kendilerinin yarattığını düşünmeye eğilimli olduğu da bir gerçektir.
Daha önceki tarihsel olaylara bakışta da bunu görebiliyoruz. Örneğin, istibdada karşı dağa çıkan Resneli Niyazi dâhil hürriyet kahramanları vardır Vardır da o kahramanları dağa çıkartan, 1900lerin ilk çeyreğinde yayılan özgürlük arayışlarından, bu arayışların Türkiye coğrafyasına yansımalarından pek söz edilmez.
Sanki Niyazi bir dağa, Enver de başka bir dağa çıkmış, her şey böyle başlamıştır.
Bundan 60 yıl sonra sanki Deniz Gezmiş ve dönemin diğer gençlik önderleri ortaya atılarak yeter artık demiş, Türkiyenin çehresi de böyle değişmiştir
Oysa en öne çıkanları dâhil 68 kuşağının insanları yeni bir dönemin yaratıcıları ya da başlatıcıları değil, açılan bir dönemin bayraktarları, akıncı beyleri sayılmalıdır.
Türkiyede 60larla başlayan yeni yön arayışları TİP ve 1965te meclise girmesi Kırsal kesimde toprak işgalleri, kentlerde işçi sınıf hareketliliği ve art arta gelen grevler Kürt uyanışı ve doğu mitingleri DİSKin kurulması Ülkenin öğrencisinin yanı sıra hâkiminin, savcısının, bürokratının vb. katıldığı kitlesel eylemler 15-16 Haziran büyük işçi direnişi
Bunları 68 kuşağı yaratmamıştır; o kuşağın kendisi böyle bir hareketlilik döneminin ürünüdür.
Peki, çok mu önemli?
***
Holding out for a hero Galli şarkıcı Bonnie Tylerın 1984 yılına ait parçasıdır. Bir kahramana duyulan, sıradan birinin karşılayamayacağı bir ihtiyacı anlatır.
Tylerı ve özlemini bir yana bırakırsak bugün Türkiye solunun kahraman ihtiyacı içinde olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Asıl ihtiyaç, kahramanlık niyeti olmayan, mücadele edeni sevip de kendisi mücadele etmeyi pek sevmeyen (Aziz Nesin) insanları mücadeleye katmak, onları bu yönde hareketlendirmektir.
Kahraman figürü ise bu ihtiyacı gölgelediği, insanları köşelerine çekilip kahraman bekler duruma getirdiği, geçmişteki olumlulukları da salt kahramanların eseri saydırdığı ölçüde sakıncalıdır.
Başka sakıncalar da vardır.
Tarihe mal olmuş olaylar kendi toplumsal-nesnel temellerinden koparılıp kişilere ve onların yiğitliklerine (ya da planlarına) indirgendiği ölçüde karşı taraf da boş durmaz, zaten öteden beri meraklı olduğu manipülatif-konspiratif kurgulara sarılır
Örneğini, yukarıdaki gibi kötü bir niyet taşıdığını söyleyemeyeceğimiz bir gazetecinin yazdığından verelim: Daha sonra ortaya çıkan bilgilere göre 6 Ocak 1969da Komerin arabasının yakılması eylemi Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan tarafından planlanmıştı. (Murat Yetkin, Meraklısı için Entrikalar Kitabı, Doğan Kitap 2017, s.278).
O tarihte bir arabanın yakılmış olması dışında gerçekle ilgisi yoktur.
Solda olup bu tür gerçek sonrası değerlendirmeleri kabul edenlerin de örneğin Gezi olaylarını Osman Kavala (ya da bir başkası) planladı şeklindeki saçmalıklara kızmaya hakkı yoktur.
Denizin parkası siyasal iktidarın maskesini bir kez daha indiriyor
Serpil Güvenç
Eski bir futbolcunun başlattığı Deniz Gezmiş tartışmasının vardığı yer, siyasal iktidar ve yandaşlarının eteklerindeki taşların bir kez daha ortaya dökülmesi oldu. Düzeyleri o kadar düşük ki belki de doğru olan hiç ilgilenmemek. Bununla birlikte AKP milletvekili Selçuk Özdağın basına yansıyan açıklaması üzerinde durulabilir çünkü orada geçen birkaç söz Türkiye Cumhuriyeti sermaye sınıflarının günümüz temsilcilerinden AKP iktidarının sınıfsal duruşunu ve anti komünizmini yansıtıyor. Özdağ terörist ve benzeri yakıştırmalarını şöyle sonlandırıyor;
Deniz Gezmiş ve arkadaşları komünizme inanıyorlardı. Tek yol devrim diyorlardı
Gerçekten de Deniz, polis ifadesinde, mahkemedeki sorgusunda ve darağacındaki son sözlerinde, kendi anlatımıyla herşeyden önce bir dünya görüşü ve bir metot olan Marksizm ve Leninizmden söz eder. Son sözleri ise Yaşasın Marksizm Leninizmin Yüce İdeolojisi! tümcesini içerir. Mahkemedeki ortak savunmanın ilk sayfasında ise şu sözleri okuruz;
İçinde bulunduğumuz şartlar zincire vurulmak istenen bilimi ve gerçekleri savunmamızı gerektiriyor. Amacımız, aleyhimize verilecek cezayı önlemekten çok, doğruluğuna inandığımız doğa ve toplum kanunlarının, insanlık tarihine nasıl yön verdiğini açıklamaktır. Toplumların tarihi, ezen ve ezilenlerin arasındaki mücadelelerin tarihidir. Çağımıza kadar, bu mücadelelerde ezilenler daima yenilmişlerdir. Fakat 20. Yüzyıl tarihimiz, ezenlerin barbarlığına ve bütün baskılara rağmen, ezilenlerin kurtuluşuna sahne olmaktadır. Günümüzde ezenleri temsil eden ve çıkarı uğruna yoksul ulusları boyunduruğu altında tutan emperyalizmdir. İnsanlık, tarihi gericiliğin, barbarlığın ve vahşetin son kalesi olan emperyalizmin sonunu da müjdeliyor
18 gencin ve avukatlarının ayrı ayrı yaptıkları savunmalarda, ülkenin 1920 1970 aralığındaki sosyal, siyasal ve ekonomik koşulları, kapsamlı olarak ve tarihsel maddeci bir bakış açısıyla ele alınır.
Denizlerin pişmanlık getirmemeleri ve yukarıda anlatılan dünya görüşlerinden geri adım atmamaları, işbirlikçi burjuvazisiyi, kendi yasalarını çiğneyecek kadar rahatsız etmiştir. Varlıklarını tehdit altında gören bu sınıf Denizlerin bedenlerini yok ederek, içinde yaşadığımız son sömürü sistemi kapitalizmin işleyiş yasalarını bilimsel olarak ilk kez ortaya koyan ve insanlığın kurtuluş yolunu gösteren Marksizm Leninizmi silebileceklerini düşünmüşlerdir.
Beyhude bir çabayla, bir düşünce, bir eylem kılavuzu ipe gönderilmiştir. Bir başka deyişle, Denizler düşüncelerinden ötürü asılmışlardır.
İDAM KARARLARI TBMM'DE
Denizlerin idam kararı TBMMye geldiğinde Tabii senatörlerin çoğu, CHPli bazı milletvekilleri ve yöneticiler dışında - sermaye partilerinin temsilcileri, mahkemelerin aldıkları kararın yürürlükteki yasalara uyup uymadığını irdelemek, TBMMde söz konusu yasa teklifinin genel kurula getirilmesi ve mahkemedeki yargılamalar sırasında yapılan hukuk dışı uygulamaları incelemek yerine, Deniz, Yusuf ve Hüseyinin siyasal inançlarını sorgularlar. Sonuçta, Denizlerin idam kararı salt siyasal inançları nedeniyle müebbet hapse bile çevrilmeyerek onanır.
Meclis ve Senatoda yapılan bir kaç konuşmaya göz atalım.
Yasanın Meclise ilk kez gelişinde, Demokratik Parti milletvekili Cevat Önder şunları söyler;
Komünistlerle beraber miyiz, değil miyiz?.. üç kişi ve bunların arkadaşları açıkça kendilerinin Komünist, Maoist, Leninist olduklarını hem de tefahürle [övünerek] mahkemelerde ve her yerde ifade etmişlerdir Sorarım sizlere, bunlara idam cezası vermeyeceksiniz de kime vereceksiniz?
Yine Demokratik parti grubu adına konuşan Kubilay İmer;
Devleti ve milleti ortadan kaldırmak isteyen, vatan, millet düşmanı komünistleri ve bu durumları müsellem [su götürmez] olanları affa tabi tuttuğumuz veyahut infazlarını yapmadığımız takdirde diye idamları savunur.
Aynı oturumda konuşan iktidar partisi (AP) milletvekili Hüsamettin Akmumcu ,
onların niyet ve gayeleri Türkiyenin meselelerini komünizmi hakim kılarak halletme yoludur Mahkemelerdeki ifadelerinde devamlı olarak Biz Maocuyuz, biz Leninciyiz, biz komünistiz, biz bu yolda kanımızın son damlasına kadar mücadelede kararlıyız diyorlar diyerek idam cezalarının müebbede çevrilmesine karşı çıkar.
İş o denli rayından çıkar ki, CHP adına konuşan ve TBMM Komünizmle Mücadele Komisyonu üyesi olan Reşit Ülker, Deniz ve arkadaşlarını siyasi suçlu değil ama komünist saymanın ve biz komünistlere ayrı muamele yapalım anlayışının bir hukukçu olarak kabul edilmesine olanak görmediğini belirtir ve tartışmanın onların yargılandıkları 146/1. Madde çerçevesinde yürütülmesi gerektiğini vurgular. Burada konuşan arkadaşlarım, siz şunu mu demek istiyorsunuz? Bunlar mahkemede Biz komünistiz demişler; bunlardan intikam alalım, burada öldürelim. Böyle diyemezsiniz diyerek isyanını dillendirir.
Ülkerin ve CHP grubu adına idamlara karşı bir konuşma yapan Necdet Uğurun konuşmaları, iktidar partisi AP, MGP ve DP gibi sağ parti milletvekilleri tarafından gel beraber götürelim asalım. Neden bunda bizimle birlikte olmuyorsun?, kuzu değil, komünist! naralarıyla sık sık kesilir. Meclisin çoğunluğu bu işi bir an önce bitirmekte kararlıdır.
Konuşmasında dönemin sosyal ve siyasal olaylarının ayrıntılı bir analizini yapan ve APnin ve diğer sağ parti ve kuruluşların sola karşı giriştikleri katliam ve cinayetleri de anlatan TİP genel başkanı M. Ali Aybar, Denizleri büyük bir yüreklilikle savunur. Aybar, üç gencin işledikleri suçların siyasal nitelik taşıdığını, amaçlarının Türkiyeyi geri bıraktırılmışlıktan kurtarmak, Anayasanın gerçekten uygulanmasını sağlamak için, emperyalizme karşı olan bütün sınıf ve tabakaların katılacağı bir geniş cephe hareketini silahlı eylemle başlatmak olduğunu ama Mecliste Marksist Leninist oldukları için cezalandırılmak istendiklerini belirtir. Yukarıda sözü geçen sağ partilerin milletvekilleri, Aybarın konuşmasına da, Sende vicdan olsa onlar yerine kendini götürürsün ipe, Atma Aybar atma, mahkeme kararlarına aykırı konuşuyor, Halt etmişsin sen, Komünisttir bunlar haykırışlarıyla eşlik ederler!
AP grubu adına Senatoda konuşan, 1940larda Alparslan Türkeş ve arkadaşlarıyla birlikte Turancılık davasından yargılanan, Dünya Anti Komünist Teşkilatının kurucu üyesi ve Asya Milletleri Komünizmle Mücadele Birliği üyesi olan, bir çok etkinliğine katıldığı Komünizmle Mücadele derneklerince basılan Faşist yok komünist var, Atatürkten günümüze kadar T. B. Millet Meclisinde Komünizmle Mücadele kitaplarının yazarı, Türkiye-NATO Parlamenterler Grubu başkanı ve NATO Parlamenterler Konferansı Ekonomik Komitesi üyesi, ABD merkezli antikomünizmin Türkiye temsilcisi Dr. Fethi Tevetoğlunun söyledikleri daha da yalındır. Konuşmasına Denizleri üç kızıl eşkiya olarak nitelendirerek başlayan Tevetoğlu, TBMMde idamlarla ilgili verilecek kararın komünist düzen getirmek isteyenlerin çabalarına son vermek, milleti ve memleketi komünizm belasından tamamen kurtarmak ve korumak la ilgili olduğunu uzun uzun anlatır. Ona göre, bu savaş bir cumhuriyet ve komünizm kavgasıdır. İp gölgesinde dahi pişman olmayan, düşünce ve hedeflerinden şaşmayan küstahlıklarını sürdüren yüce Türk hakimi önünde açıkça kendilerinin komünist yani Marksçı, Leninci, Maocu ve Kastrocu olduklarını caka ile ifade eden ler Türk devletine karşı bir kızıl savaş açmışlardır. Tevetoğlu, Kimsenin yaptığı yanında kalmamalıdır ki, daha beterine kalkışılmasın diye sonlandırır kin ve düşmanlık dolu konuşmasını.
Tevetoğlunun konuşmasının işaret ettiği başka bir olgu ise, ABDnin, 6. Filo ile Dolmabahçeye gelen erlerinin Deniz ve arkadaşları tarafından denize atılmaları ve ABD büyükelçisi Komerin arabasının ODTÜde yakılması ve son olarak Denizlerin Kürecik NATO üssüne saldırma planları ile cisimlesen anti emperyalist gençlik eylemlerini asla unutmamış olduğu gerçeğidir.
Sermaye sınıfları ve onların emir erlerinin bu amansız antikomünizminin asıl amacı, Denizlerin şahsında, emeğin kurtuluşu adına, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm adına, sınıfsız sömürüsüz bir toplumun kuruluşu adına verilen bir mücadeleyi ve bu mücadelenin dayandığı, beslendiği bilimsel sosyalist düşünceyi, bir al umudu Ulucanlar cezaevinde kurdukları darağacında susturmak, yok etmekti.
Başaramadılar. Başaramayacaklar da.
Aynen geçmişin kana doymaz egemenleri gibi bugünkü sermaye sınıfı temsilcilerinin de hiç şansları yoktur çünkü sömürünün o insafsız çarkı döndükçe ezilen emekçi kitleler bu düzeni değiştirmek için ayaklanmaktadırlar. Bunun en güzel iki göstergesi, 1871 Paris Komünü ve 100. Yılını kutlamakta olduğumuz büyük Ekim Devrimidir. Her iki hareket de, bilimsel sosyalizmin yani Marksizm Leninizmin öncü düşüncesinin yeni bir düzenin kurulması için elzem olduğunu ortaya sermiştir.
Son tartışmaya bakıldığında ise görülen, yaldızları iyice dökülen iktidar ve yandaşlarının geçmişten bugüne kendi saflarına aktarılan anti komünist geleneğin bir parçası olduklarını bir kez daha kanıtlamalarıdır.
Denizin parkası siyasal iktidar ve yandaşlarının maskesini bir kez daha indirmekle kalmamış, bazı sol çevrelerde yaygın olan, antikomünizmin antiemperyalizmi olarak özetlenebilecek safsatayı da silip atmıştır.
Bahçeli, Erdoğan ve manevi şahsiyetine dönük karşılaştığı en büyük saldırı belki de bir hafta boyunca bu iki isimle birlikte anılması olan bizim Deniz...
Yok yok, bir de ben bu hikayeye girecek değilim. Rıdvanı, Bahçelisi, Tayyipi, şeytan götürsün hepsini.
Ben şu devlet düşmanı teröristler ve devletini, milletini seven vatan bekçileri hikayesi üzerinde düşündüm geçen hafta. Yani konu edindiğim şeytan Rıdvanın açtığı tartışma değil.
Düzenin bekçisidir faşistler. Bekçisi ne; fedaisi
Yerleşik düzen tehlikeye girdiğinde, iktidarın otoritesi sarsıldığında, yönetilenler yönetilmeye isyan edip, yönetenler yönetme işini ellerine yüzlerine bulaştırmaya başladığında
Olağanüstü haller olur egemen sınıflara.
Faşizm, devrimini yapamayan işçi sınıfına verilmiş cezadır.
Öyledir, ve bir o kadar doğrusu, faşizm devrimci vaziyete sermayenin verdiği çok boyutlu bir yanıttır. Almanya örneğinde olduğu gibi, uluslararası politika boyutu kuvvetli, militarist özlü bir alternatif güçlü iktidar modeli de olabilir; Şili örneğinde olduğu gibi, devrimi savuştururken, baskılanan işçi sınıfının kanı kadar alın terini de daha daha daha fazla döken sermayenin önüne konulan bir merdiven de
Faşist hareket dediğimizde ise, faşizmin öznesinden başka bir şeyi kastederiz. Bir dönem Türkiye solunun teorik problemlerine deva olmuş sivil faşist tanımlaması biraz bu boşluğa hitap etmişti.
Ve lakin, sonuç olarak, faşist devletin bekçisidir. Egemen sınıfın fedaisi. Türkiyede bu durum iki kat daha keskindir, teorik bir tanım olmanın ötesinde faşistler için bir içsel gerçekliktir: Bu ülkede faşist, devletsiz olmaz. Devletinden ayrı düşünülmez.
Devlet dediğimiz ise elbette bu ülkede, sadece Türkiyeli burjuvaların mütevelli heyeti değildir. 1950lerden itibaren Türk devleti, bir uluslararası yapının organik uzantısıdır. NATOdan ayrılabilir bir Genelkurmay, NATOnun özel savaş örgütlenmesinden ayrı düşünülebilir bir kontrgerilla yoktur.
En azından Sovyet sosyalizminin çözülüşüne kadar.
Kapitalist dünyanın güncel gerçeği olan neofaşist çıkışlardan belirgin şekilde farklı olarak Türkiyede faşistler sadıktır, devlete! Devlet fikrine, güçlü otoriteye, baskıcı bir demir yumruk yönetimine olan ideolojik, kültürel yatkınlığın ötesinde, mevcut devlete, somut olarak herhangi bir anda devlet iktidarına bağlılık bütün genetik yapısına sinmiştir.
Bunun bir nedeni de faşist hareketin toplumsal tabanındaki sinmiş, korkak dokudur elbette. Devlet babanın korunaklı kanatlarını hissetmediğinde kilitlenir, adım atamaz.
Ancak toplumsal mücadelenin gerçekliği, her zaman bu mutlak tanıma olanak tanımayabilir.
Devletin kendisinin de çatırdadığı, daha önemlisi herhangi bir egemenlik düzeninin vazgeçilmez kurallılık halinin egemenlere yük haline geldiği dönemlerde, devletin fedaileri devlete de kurşun sıkabilir!
Üstelik bununla kalmaz, oldu bir kere diyerek geçiştirmek, üzerini örtmek yerine, bu fiilin üzerinde tepinebilir.
Cevat Yurdakul, 1979 yılında Adanada öldürüldü. Adana Emniyet Müdürüydü. Ecevitin kısa süreli, bir gözü aşağı bir gözü yukarı bakan Güneş Motel kabinesi döneminde atanmıştı. Adanada MHP terörü hakimdi o atanmadan önce. Polisin göz yumması ya da desteği ile de değil, doğrudan katılımıyla. Yurdakul, faşist teröre ağır bir darbe indirdi. Yıllar sonra aynı soyadı taşıyan bir kişi MHPden milletvekili adayı olduğunda, faşist hareketin gazileri pek hoşlanmamış, Devlet Bahçelinin Adanada ülkücülere kan kusturan, işkence yapan, öldüren Polderli emniyet müdürünün yeğenini MHP Antalya adayı yaparak ihanet ettiğini söylemişlerdi.
Yurdakul dönemine ait bilinen işkence dosyası yok. Yine bu dönemde polis kurşunu ile öldürülmüş MHPli de yok. Belli ki ülkücülerin canı tatlı, keyiflerine düşkünler, cinayet işleyemedikleri, kahve tarayıp, bina bombalamakta zorluk çektikleri bir dönemi yaşamış olmak onlara çok koymuş.
Yurdakulun katillerinden birisi Abdurrahman Kıpçaktı. Kıpçak 2006 yılında Vaniköy çetesi tarafından pusuya düşürülüp öldürüldüğünde MHP Ana Davası sanıklarından ve Cevat Yurdakulun katil zanlısı olarak geçiyordu!
Cinayetten sonra sahte pasaportla yurtdışına çıkarılmış, 1989 yılında İstanbulda sahte bir kimlik ve 47 kilo eroinle yakalandığında kendisine Yurdakul cinayeti ile ilgili tek bir soru sorulmamıştı. 47 kilo eroinle yakalanan Kıpçak bir süre sonra serbest bırakıldı.
2006 yılında Vaniköy çetesi ile uyuşturucu parası yüzünden bozuştukları için, yine içinde bol bol eski ülkücü barındıran çetenin tetikçileri tarafından öldürüldü.
Abdurrahman Kıpçak için ülkücü camiada yakılmış ağıtlar, ardından söylenen güzel sözler, cenazesine gönderilen çiçekler yok.
Suç ortağı Muhsin Kehya için aynı şeyi söyleyemeyeceğiz.
Kehya, 33 yıl hapis yattı. Rahşan affıyla değil AKPnin Üçüncü yargı paketi ile çıktı. Nasıl yattığı hakkında bilgimiz yok. Cezaevinden kaçırılmamış olması neden kaynaklanıyor bilmiyoruz. Bu nasıl soru demeyin. 47 kilo eroinle yakalanan bir katil zanlısı, nasıl serbest kalıyor sorusunu çok iyi bildiğiniz nedenlerle sormadık. Bu durumda diğer sorunun sorulması mantıklı. 33 yıl içinde hangi koşullarda hapislik etti, ara sıra çıkıp gezdi mi, bazı özel görevler verildi mi gibi sorulara nerden çıkarıyorsunuz şimdi bunları yanıtı verilemeyecektir.
Kehya, 10 Mart 2013 yılında 18 yaşında hapse girmiş, 52 yaşında çıkmış bir Türk erkeği olarak ilk iş dünya evine girdiğinde düğün salonundaki kocaman bir çelenk üzerinde bu harfler okunuyordu: DEVLET BAHÇELİ.
Düzene isyan eden, sermaye egemenliğine kafa tutan, gerici, sömürü destekçisi baskıya boyun eğmeyen devrimcileri bunlar zorbalara, zenginlere karşı gelmektedir, yoksullara arka çıkmaktadır diye karalayacak halleri yok. Devlet düşmanıdırlar, kanun dışıdırlar. Oysa Türkün töresidir devlet. Bunlar Türk de değildir diyecekler haliyle.
Terörist kelimesi, esasına inildiğinde korkutma ve şiddet yoluyla kendi doğrularını kabul ettirene deniliyor. 1789 Fransız Devrimi ile tarihin sözlüğüne girmiş olan devrimci terör, devrimin zor yoluyla boyun eğdirmesine işaret ediyor.
Günümüz dünyasında ve özellikle Türkiyede ise zorbalıkta devletle yarışan, devletin, kanunların ve uluslararası düzenin hakimiyetini dehşet ve şiddet yoluyla kemiren korkutucu, silahlı güçlere işaret ediyor. Devrimci de olabiliyor, fanatik islamcı da. Terörist...
Devlet terörü kalıbı buradaki ayak oyununu tersine çeviriyor ama uzunca bir süredir insan hakları edebiyatı içinde bile fazla yer tutmuyor.
Bu parantezden kaldığımız yere dönersek, terörist tanımlama işlerinin doğal otoritesi olarak göründüğünden çok emin olan devletin Bahçelisi, bu varsayımsal otoritesini devlet ile bağlarından alıyor.
Alıyor almasına ama
Bugün adı Adanada bir bulvarda, bir sokakta ve bir parkta yaşatılan komiser Cevat Yurdakulun katillerine çiçek değil çelenk atmaktan da imtina etmiyor.
Haydi biz komünistiz. Bozguncuyuz. Bizi öldürmeniz otoritenize zarar vermez.
Ama kurşun sıktığınız devletin Emniyet Müdürü
Teröristlik yine sadece bize mi kalıyor.?
Öyle olsun.
Herkesin terörü kendine.
* Abdurrahman Kıpçak, ülkücüler arasında köylü lakabıyla anılmaktaymış. Cenazesinde fotoğraf çekilmesine izin verilmemiş olduğunu not edelim. Herhalde (çekilseydi ya da çekildiyse) o fotoğraflar çok şey anlatır(dı).
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.