Edebiyat ve sanat dünyası Yaşar Kemal için yasta
Türkiye edebiyatının duayen yazarı Yaşar Kemal'in 92 yaşındaki vefatı edebiyat dünyasını da üzüntüye boğdu. İşte yazar ve şairlerin Yaşar Kemal'in ölümünün ardından yazdıkları:
Adalet Ağaoğlu: Yaşar Kemal'in temiz bir ruhu vardı. En iyi erkek edebiyatçı arkadaşım olarak tanımlardım.
Pınar Kür: Çok Üzüldüm. Ben çocukluğumda tanıdım. Benim ailemde bizim ailede kütüphaneden çocuklarda yararlanırdı.
Şeyhmus Diken: Haksızlığa zulme zalimlere meydan okuyup mazlumların sesi olan büyük bir yazarı kaybettik.
Murat Uyurkulak: İşte şimdi yaşlandım... #yaşarkemal
Sunay Akın: Hayatımızın en hüzünlü günlerinden biri.. Türkçemiz bir çınarını daha kaybetti.. Yaşar Kemal Türkiye'dir.
Suzan Samancı: Bir ekol olan,destanın ve şiirin babası,kendi dilinin göçebesi, koca Yaşar Kemal aramızdan ayrılsa da,o hep yaşayacak
Yekta Kopan: Ondan öğrenecek çok şeyimiz var. Daima. #yaşarkemal
Buket Uzuner: #YaşarKemal toplumumuzun vicdanıydı! Kuşaklar boyu yazarlara yöndeş oldu. Benim de ustamdı. Gönüllerimizin Nobel'ini almıştı. Nur içinde uyusun!
Fazıl Say: Efsanelerin yazarı koca Yaşar Kemal'imizi kaybettik. Büyük usta, her zaman kalbimizdesin. Nur içinde yat.
Rutkay Aziz: Dostumzuzdu, ustamızdı, arkadaşımızdı. Ama hepsinden önce özgürlük savaşçısıydı. Ülkesine, toprağına tutkuyla bağlıydı. Onun o gökgürültüsü gibi kahkahasını özleyeceğim.
Ozanın ölümü
MELTEM GÜRLE
Neredeyse bir asır önce Toros Dağlarının Fırattan ayrılan kolunun eteklerinde bir çocuk dünyaya geldi. Adını Kemal koydular. Doğarken öyle uzun ve nameli bir çığlık atmıştı ki, bütün köy duymuştu sesini. Gürbüz topaç bir bebekti. Anasının memesine sarıldı. Çukurovanın bin türlü illetine rağmen hayatta kaldı.
Dünya ona iyi davranmadı halbuki. Daha küçücük bir bebeyken babasını gözlerinin önünde bıçakladılar. Namaza durmuş adamın arkasından biri yanaştı ve onu kalbinden hançerledi. Çocuk gözlerini açıp onun yere düşüşünü izledi. Küt diye düştü babası caminin zeminine, bedeni son kez secde eder gibi yere kapanıp kaldı. Kemalin gözleri bunların hepsini bir bir gördü. Öyle korkunçtu ki gördükleri, gözlerinden biri dayanamayıp kaçtı gitti. Diğer göz daha sağlam çıktı. Başından sonuna kadar her şeyi seyretti. O günden sonra gözündeki cinayet Kemali hiç terk etmedi. Nereye baksa önce oradaki şiddeti gördü, haksızlığı fark etti.
ÖLDÜĞÜNDEN DOLAYI ONA KÜSTÜM'
Okulda da şansı yaver gitmedi pek. Aslında gidecekti de gidemedi. Kemal Kürttü. Üstelik yetimdi. Babasının ölümünden sonra iyice içine kapanmıştı. Anılarını anlattığı kitapta şöyle diyordu: Onun ölümüne uzun yıllar inanamadım ve mezarına hiç gitmedim. Uzun yıllar mezarın yanından bile geçmedim. Öldüğünden dolayı da ona derinden kırıldım, küstüm. Olanaksızlıklar içindeydi ama yine de ortaokula kadar okudu Kemal. Sonra öğretmen vekilliğinden kâtipliğe, traktör sürücülüğünden kütüphane memurluğuna kadar türlü çeşitli işe girip çıktı. Ama kitaplarla tanışmıştı bir kere. Onlarla arasını bir daha hiçbir şey bozamadı. Girip çıktığı işlerde umutlarını taze tuttu hep. Belki de bir gün kendisinin de kitaplar yazacağını bildiği için.
KATİLLER, HIRSIZLAR YOKTU DÜŞÜNDE
Seneler geçip de yağız bir delikanlı olduğunda Osmaniyeden çekip gitmek istedi. Köyündeki çeltik tarlalarında ırgatbaşı olarak da kalabilirdi. Ama yerinde duramadı artık. Onu dürten içindeki edebiyattı. Belli ki ta o zamandan zihninde büyük hikâyeler mayalanıyordu. Haksızlıklar göğsünü dolduralı çok olmuştu zaten. Çıkmak için bir yol arıyorlardı. O yolların biri nasıl olduysa hapishaneye çıkmıştı. Daha 17 yaşındayken tanıştı davalarla, yargıçlarla, mahpuslukla. Oysa sadece güzel bir ülkenin peşindeydi. Haksızlıkların, katillerin, hırsızların olmadığı bir ülkenin hayalini kurmuştu. Çukurova ona dar geliyordu şimdi.
Böylece yürüdü gitti Kemal ve sonunda büyük kente vardı. O dönemde taşradan gelen hemen herkes gibi o da herhalde Haydarpaşada trenden indi. Muhakkak etrafına şöyle bir baktı. Belki de tahta valizini bir elinden ötekine geçirdi. Gördü ki, bu şehir başka şehirlere hiç benzemiyor. Ama bu şehrin insanları dünyanın en kanı sıcak, en cana yakın insanları değil. Fukarası bol, zengini zalim. Bereketi ise yalnızca bir masaldan ibaret. Bir zamanlar güzelliğin hüküm sürdüğü, altın ışıltılarıyla kubbelerin güneşin altında parladığı o masal kenti şarkılarda kalmış. Onun yerine insanın insana kast ettiği, fabrikaların solur gibi adam yediği, gece kuytularda kanlı cinayetlerin işlendiği bir şehir bu.
KADİM BİR GELENEĞİN SÖZCÜSÜYDÜ
Yirmili yaşların başındaydı bu olduğunda. Onu ilk seferinde Çukurovaya geri döndüren de bu muydu acaba? Yine de Kemal yazmaktan vazgeçmedi. Küçük dergilere yollanan hikâyeler, İstanbula ikinci gelişinde Cumhuriyet gazetesine yazdığı tefrika edilmiş röportajlara dönüşecek, daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaşacaktı. Sonradan 'Bu Diyar Baştanbaşa' adı altında toplanacak söyleşiler, Türkiyenin dört bir yanından insan manzaraları naklediyor, akıcı dili ve akılda kalıcı hikâyeleri ile konuşulan bir dizi yazı haline geliyordu. Maya tutmuştu. 50li yılların ortalarında Yanan Ormanlarda 50 Gün, Çukurova Yana Yana, Peribacaları basıldı. Kitaplar birbiri ardından çıkıyor, Kemal yavaş yavaş ünleniyordu. Üslubu oturmuş, okuyucu onun her şeyi gören gözü ile tanışmıştı. İlk büyük romanı olan İnce Memedi yazdığında, ne tür bir yazar olduğunun ilk işaretleri de ortaya çıkmış oldu. Kemal herhangi bir romancı değildi. Kadim bir geleneğin sözcüsü, yok olmaya yüz tutmuş bir lisanın son ustasıydı o. Anadolunun en eski halklarının hikayeleri birleşmiş onun ağzından bir nehir gibi üzerimize akıyordu. Sanki büyük ozanlardan biri mezarından kalkmış ve ona el vermişti. Sanki Al gözüm seyreyle, Kemal demişti. Yoksa tek bir adamın zihninde dolaşan bu kadar sözcüğü, bu kadar rengi ve ışığı nasıl açıklayabilirdik?
ÖLÜM İLE TANIMIŞTI İNSANI
Hayatına bir cinayete şahit olarak başladığı için midir nedir, insanın insana yaptığı fenalığı en iyi o anladı. Kan davalılar, fesatlar, katiller, çıkarı için gık demeden anasını bile kesebilecek tefeciler, zulmün kitabını yazmış beyler, devlet kapısından beslenen zorbalar, ağanın önünde eğilmekten sırtı kamburlaşmış ırgatlar, marabalar, köylüler... Bunların hepsi Kemalin iyi bildiği şeylerdi. Ama fenalığın yazarı değildi o. İnsanlığın dönüştürücü gücüne, halkların kendi kaderini tayin edebileceğine, en zayıf görünen kişilerin soylu duygulara sahip olabileceğine inanıyordu. Demirciler Çarşısı Cinayeti gibi her sayfası kötülükle dokunmuş bir romanda bile, karşımıza Kambur Tellal gibi bir karakter çıkarabiliyordu mesela. Hayatı boyunca adam yerine konmamış Kambur Tellal zalim Kurtboğaya kafa tuttuğu zaman, çaresiz olduğunu sandığımız bu küçük insanların içindeki direnci görüp umutlanıyorduk. Sadece tek bir kişinin hikayesi değildi bu. Kemal, Çukurova insanının hayatından yola çıkarak bütün ezilenlerin, bütün yoksulların, bütün aşağılananların destanını yazıyordu.
Ben iki şeye inanırım, diyordu bir konuşmasında; İki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine: Halk ve doğa. Yani dağın taşın, otun kuşun, börtü böceğin de yazarıydı o. Sanki Çukurovanın deresi tepesi senelerdir onu beklemişti dile gelmek için. Uzun tasvirleri yüzünden ona çok yüklendiler. Bir bal arısının kanadından yansıyan güneşi anlatmak için üç sayfa harcadığını söyleyip ondan yüz çevirdiler. Ama Kemal aldırmadı buna. Bütün dünyayı bir bütün olarak görüyordu çünkü. Arının kanadını fark etmeyen, güneşin parladığını da göremiyor demekti. Bu kadar basitti. Onun için arıları anlatmaya devam etti. Sadece arıları mı? Pampallardan pabuç incirlerine, kadife çiçeklerinden üçgül pembelerine her türlü çiçeği bıkmak usanmak bilmeden saydı döktü. Hepsinin bir bir kaybolacağını, bir gün onları göremez olacağımızı bildiği için yaptı bunu. Ve haksız çıkmadı. Hiç haksız çıkmadı.
DOĞA VE İNSAN
Yazmaya karşı büyük bir iştahı vardı. Hep daha çok yazması gerektiğini düşünüyordu. Uzun bir hayat yaşadı. Ama ona yetmedi. Çünkü istediklerini yapabilmesi için bundan daha fazlası lazımdı. Sadece yazmak için değil, eğer ona bakmazsak doğanın bize küseceğini insanlara anlatmak için de uzun yaşamak istiyordu: Dünyamız gün geçtikçe boşalıyor. Dünyamız gittikçe fukaralaşıyor. Bunu göremeyenler, trajediyi sanat olarak yaratmayanlar ve ne yaparlarsa yapsınlar kimse onların yüzüne bakmaz. Bir gün bakarlar, iki gün bakarlar, sonra? Kendimden memnun muyum, daha çok çalışmalı, daha çok yazmalı, insan insan dolaşıp insanlara, doğa yok olunca bizim de soyumuzun kuruyacağını anlatmalıyım.
FARKINDAYDI ÖLÜYOR OLDUĞUNUN
Bütün bunları yapmak için insanın bir değil birkaç ömrü olması gerekiyordu. Kemalin ise çok hikâyesi vardı ama yalnızca bir tek hayatı oldu. Onu da bildiği gibi yaşadı. Sözünü sakınmadan. İfade özgürlüğünden Kürt meselesine kadar her konuda fikrini söyleyerek. Ve yazarak. Coşkun bir ırmak gibi hiç durmadan yazarak. Bir sabah artık gitme vakti geldiğinde, güzel bir ülkenin hayali göründü gözüne. Orada çayırlar renk renk çiçeklerle doluydu, toprak ekinlerden görünmüyordu. Bir de atlar vardı ki, insan gözünü alamıyordu: Küheylan, seklavisi, cins cins, don don. Dorusu doruların en parlağı, alı kırı, kulası, abeşi, demirkırı, yağızı da öyle. Orada konuksever insanlar, her sözleri cana can katan kişiler vardı. Kendisini çok eski bir dostu yeniden görmüş gibi selamladılar.
Kemal ölüyor olduğunun farkındaydı. Ama bu güzel ülkede ölüm bile güzel göründü gözüne. Onun için hiç endişe etmedi. Yavaşça kalabalığa karıştı. Baktı güneş çoktan çekilmiş. Torosların eteklerindeki gölgeler derinleşiyor. Fırat nehri kabarmış arkasından son suyunu döküyor. Vakit tamam, dedi kendi kendine.
O iyi insanlarla birlikte o güzel atlara bindi ve ufka doğru gözden kaybolup gitti.
(İlüstrasyon: Zeynep Özatalay)
Binler Yaşar Kemali uğurladı: Abdi Ağalar kaybedecek, İnce Memedler kazanacak
Edebiyatın büyük ustası Yaşar Kemal, Teşvikiye Camiinde düzenlenen cenaze töreninin ardından Zincirlikuyu Mezarlığında defnedildi. Yaşar Kemalin cenaze törenine akın eden binlerce kişi, yolları trafiğe kapatarak Teşvikiyeden Zincilikuyuya yürüdü
Edebiyatın büyük ustası Yaşar Kemal, 92 yaşında kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirmesinin ardından, bugün (2 Mart) binlerce kişinin katıldığı bir törenle uğurlandı.
Teşvikiye Camiindeki cenaze törenine binlerce İstanbullu akın etti. Ellerinde Yaşar Kemalin çoğunlukla İnce Memed romanını ve diğer eserlerini taşıyan sevenleri Sana sözümüz olsun: Hırsız, katil Abdi Ağalar yenilecek, İnce Memedler kazanacak yazılı dövizler taşıdı. Cenaze törenine demokratik kitle örgütleri, meclisler, dayanışmalar ve parti temsilcilerinin yanı sıra milletvekilleri de katıldı.
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ve Halkevleri Genel Başkanı Oya Ersoy da Yaşar Kemalin cenaze törenine katılanlar arasındaydı.
Dakika dakika:
15.17 Yaşar Kemalin mezarı başında İnce Memed türküsü söylendi ve şimdi şiirler okunuyor.
14.08 Yaşar Kemal toprağa verildi.
13.59 Teşvikiye Camiinden çıkan binler, Yaşar Kemali Zincirlikuyu Mezarlığına uğurlamak üzere Halaskargazi Caddesine çıktı. Yolu kesen binlerce kişi Şişli Camii önünde bekleyenlerle birleşerek mezarlığa doğru yürüyüşe devam ediyor.
13.16 Camiiden Halaskargazi Caddesine doğru ilerleyen binler Yaşar Kemal onurumuzdur, İnce Memed ölmedi, kalbimizde yaşıyor sloganlarıyla yürüyor.
12.57 Teşvikiye Camiinde kılınan cenaze namazının ardından Yaşar Kemal alkışlarla defnedileceği Zincirlikuyu Mezarlığına uğurlanıyor.
Büyük usta Yaşar Kemalin ardından çizerler de hatırasını yaşatmak için çizimler yaptı. Latin Amerikalı çizer Carlos Latuffun Birgüne yaptığı ve Aydan Çelikin çizimleri:
Sendika.Org
SAVAŞÇININ ÖLÜM TÜRKÜSÜ
Yorgun kuşlar dökülüyor göklerden
Kaskatı rüzgârlara çarpa çarpa
Yorgun kuşlar dökülüyor uzaklardan
Yorgun kuşlar göklerin avucunda
Sonsuzluğa serpiliyor dağlardan
Ne düştüğün gök, ne varacağın toprak
Seni bir bitmişlik diye anlamayacak
Her yerde izi var kanatlarının
Her yere saçıldı duyarlıkların
İşte sonu geldi yorgunlukların
Başka kuşlar olacak bundan sonra
Zaman kadar bitimsiz göklerde
Güneşe en yakın doruklarda
Yeni kuş yuvalarında, yeni kuşlar
Kanatlanıyor çığlık çığlığa
Göklere yeni çırpınışlar gelecek
Ne üzül, ne kıskan, ne acı çek
Bir sonsuzluk gibi geçtiğin göklerden
Artık başka güzellikler geçecek
Afşar Timuçin bu şiiri senin için yazmış gibi.
Gözün arkada kalmasın koca çınar; ışıklar içinde yat.
Yaşar Kemal ve Tolstoy-Ahmet Cemal
Aralarındaki tek ortak nokta, ikisinin de yazar olması değil.
İkinci ortak noktaları, Nobel Edebiyat Ödülünün ikisine de verilmemiş oluşu burada lütfen biraz dikkat: alamadılar değil, ikisine de verilmedi.
Çünkü Nobel Edebiyat Ödülünü kimlerin alacağını saptayanlar, çok önemli bir noktayı unuttular.
Öyle büyükler vardır ki, onlara verilecek her ödül ancak ödülü ve o ödülü böyle kişilere verenleri onurlandırır. Belki bu noktayı daha da açık belirtmekte yarar var. Bu kadar büyükler söz konusu olduğunda, hiçbir ödülün onlara bir şey katabilmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla bu kişilere verilecek her ödül ile aslında verilen ödülün kendisi onurlandırılmış olur.
Din konusundaki bazı görüşleri nedeniyle uyarmak isteyenler, Tolstoya şöyle demişlerdi: Çar hazretlerinin bu konuda ne diyeceğini düşündünüz mü? Tolstoyun bu soruya yanıtı çok kısa ve yalın olmuştu: Bana ne Çar hazretlerinin ne diyeceğinden? Ben, Tolstoyum!
Bu, Tolstoyun büyüklüğüydü.
Yaşar Kemale gelince, bilindiği gibi, romancılığının yanı sıra çok başarılı bir gazeteciliği de vardı. Her iki alanda savunduğu görüşler yüzünden mahkeme önüne çıktığı, hatta tecil edilen bir cezaya çarptırıldığı da oldu. Ama o, görüşlerinin arkasında durmak bağlamında başını ve sırtını her zaman dik tuttu. Yaşadığı sürece hiçbir güç, onu eğilip bükülmeye, dönekliğe, dün söylediklerini bugün inkâr etmeye zorlayamadı.
Bu da, Yaşar Kemalin büyüklüğüydü!
Ha, bir de, hakkını yemeyelim, Jean Paul Sartre var.
Sartrea Nobel Edebiyat Ödülü verildi.
Ama o da, ilkesel nedenlerle ödülü hiç tereddüt etmeksizin geri çevirdi.
Bu da, Sartreın büyüklüğüydü!
68 olayları sırasında Paris sokaklarını dolduranların arasında Sartre da vardı. Bu nedenle gözaltına alınmak istendi. Ancak Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle, bu girişimi engelledi. Onun bu kararına: Ama Sartre, Fransanın aleyhine slogan atıyor! diye itiraz etmeye kalkışan İçişleri Bakanına ise şu yanıtı verdi : Sartre da Fransadır!
Bu da, de Gaulleün büyüklüğüydü.
Kim bilir, belki kendisine Nobel Edebiyat Ödülü verilseydi, Yaşar Kemal de Sartreın yolundan giderdi. Ve bu, bizleri şaşırtmazdı.
Çünkü hiçbir zaman yazarlığının ödüller ile onaylanması gibi bir ihtiyaç içersinde olmadı.
Ve çünkü, Sartreın da Fransa olması gibi, Yaşar Kemal de Türkiyeydi, Anadoluydu.
Bıraktığı mirasın bu yanını hiçbir zaman unutmayalım!
Sosyalist bir siyasetçi olarak Yaşar Kemal-Gökhan Atlıgan
Ölümün ardından Yaşar Kemal'in romancılığı, hikayeciliği, şairliği, gazeteciliği onu tanıyanlar tarafından anlatılırken bir Marksist ve sosyalist siyasetçi oluşu eksik bırakıldı. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gökhan Atlıgan, Yaşar Kemal'in bu yönünü yazdı.
Yaşar Kemal, 28 Şubat 2015te direne direne ölümünün ardından değişik yönleriyle tanıtıldı. Romancılığı, hikâyeciliği, şairliği, gazeteciliği, doğaya olan tutkunluğu, insana olan aşkı, neşeli kişiliği onu tanıyanlar tarafından anlatıldı. Ancak bir Marksist ve bir sosyalist siyasetçi oluşuna pek az değinildi.[1] Oysa bu yönleri, yaşamı boyunca diğer tüm nitelikleriyle kopmaz bir bütün oluşturmuştu. Edebî eserlerinde Marksistliğini, Marksistliğinde edebî üslubunu, sosyalist siyasetçiliğinde gazeteciliğini, röportajcılığında sosyalist militanlığını, doğaya olan tutkunluğunda sermaye karşıtlığını, insana olan aşkında emeği en yüce değer olarak görüşünü, neşesinde halkının çilekeşliğini, öfkesinde çilekeş halkının neşesini görmek mümkündü.
Yaşar Kemal, Alain Bosquet ile görüşmelerinde, ölümünün ardından görmezden gelinen Marksistliğini şöyle açıklamıştı:
Ben bir sosyalist militanım ve Marksistim. Bunu en geniş anlamda söylüyorum. Militanım derken, kendimi hiçbir zaman dar kalıpların içine hapsetmedim. Bunu insanın, her yönüyle yüzde yüz bağımsızlığı olarak anladım. Bunu böyle anlarken Marksizmin kurallarını özümsediğimi sanıyorum.
Marksizm bana dünyaya bakmak için en aydınlık kapı oldu. Yaşamım boyunca bu düşünceyi yaşamla ölçtüm, yanıldığını görmedim.[2]
Sosyalist siyasetçiliğini ise şu sözlerle dile getirmişti:
sekiz yıl ben Türkiye İşçi Partisinin yöneticilerinden birisiydim. Sonra kapatılan, Büyük Millet Meclisine 15 milletvekili sokan bu partinin Merkez Yürütme Kurulu üyeliğini ve Propaganda Komitesi Başkanlığını da yaptım. Bu partide çalışmak zorundaydım. Bu parti sekiz yıl ayakta kalabilmiş, bir milyona yakın oy almış bir partiydi. Bu partinin kuruluşunda katkım olmalı, neyim varsa bunun için harcamalıydım. Geleneksel faşizmi kırmakta halkıma yardım etmeliydim.[3]
Halkın diliyle söylemeyi bilen sosyalist bir siyasetçi olarak Türkiye İşçi Partisinin (TİP) 1965 seçimlerindeki Kısa Çöp Uzun Çöpten Hakkını Alacak, Kula Kulluk Yetsin Artık gibi unutulmaz sloganları TİP Propaganda Komitesi Başkanı Yaşar Kemalin buluşlarıydı.[4] TİP, 1965 seçimlerinde devlet radyosundan propaganda yapma, yani halka herkesin duyabileceği bir yerden seslenme imkânına kavuşmuş, Genel Başkan Mehmet Ali Aybardan sonra TİP adına ikinci konuşmayı Yaşar Kemal yapmıştı. 26 Eylül 1965 tarihli bu konuşma, Yaşar Kemalin edebiyatçı, gazeteci, Marksist ve sosyalist siyasetçi yönlerinin kaynaşıklığının bariz ve güzel bir göstergesiydi. TİPin yayınevi olan Sosyal Adalet Yayınları, diğerlerinin yanısıra Yaşar Kemalin o konuşmasını da Yaşasın Emekçiler Yaşasın Türkiye adlı kitapta yayımlamıştı. O konuşma, tamı tamına şöyleydi:[5]
İşçiler, köylüler, subaylar, memurlar ve bilcümle emekçi Türk halkı, göznurundan, alınterinden başka bir güvençleri, bir dayanakları olmayanlar sözüm sizedir.
Bizler ki emekçileriz yıl on iki ay ayazda kışta, gece gündüz demeden tezgâh başında, fabrikalarda, tarlada takımda, dağda bayırda yalınayak, başıkabak çalışıp üretenleriz.
Bütün mahsulleri, yiyecekleri, giyecekleri, bizler üretiriz. Fabrikaları, makinaları bizler yaparız. Şu dünyada insan eliyle yapılmış ne görüyorsanız, bizim nasırlı ellerimizin eseridir. Şu dünyada ne varsa bizim alınterimiz, göznurumuzdur. Bu güzel ellerin, nasırlı ellerin yarattığı mahsuller ve fabrika ve toprak ve su mahsulleri hepimize yetecek kadardır bu dünyada
Öyleyse neden birimiz tok da hepimiz yoksuluz.
Ben size buradan ilân ediyorum ki, cümle kötülüklerin bir tek sebebi var. O da şu sömürücüler. Yani çalışmayanlar, yani ellerini ılıkdan soğuğa vurmayanlar, yani yan gelip yatanlar. İşte suyun başını bunlar tutmuşlar.
Bir yanda çalışmadan milyon vuranlar bunlar. Bir yanda çalışıp da nan ekmeğe muhtaç olanlar, emekçiler.
İşte kahrolası, işte yerin dibine geçesi bir düzen. Düzen değil düzensizlik. İşte bu düzen sömürücülük düzeni nerede varsa mümkünü yok orada rahatlık, orada mutluluk olmaz.
Emekçiler, kardeşlerim, çağımızda bu sömürücülük düzeni insanlığa aykırıdır. Bizim anayasamıza da aykırıdır, bunu böyle bilesiniz.
Dev sülükler tarafından emekçilerimiz sömürülüyor. Avrupalı ve Amerikalı şirketlerle bu dev sülükler ortak olmuşlar, bizi sağ bire sağ ediyorlar.
Bu yüzden memleket batıyormuş, varsın batsın onlara ne. Onların İsviçre bankalarında paraları var. Onların ecnebi diyarlarında köşkleri, sarayları var. Onların bu memlekete yaptıkları kötülük, yaptıkları zulüm anlatmakla biter mi ki? Yurdumuz bunların sayesinde bağımsızlığını yitirdi. Koca Türk milletini yarı esir durumuna düşürdüler. Petrolümüzü yabancılara, onlarla ortak olup peşkeş çektiler. Madenlerimizi peşkeş çekiyorlar.
Yer altı, yer üstü servetlerimizi nasıl sömürüyorlar, tarifsiz. Elin zenginleri başka milletleri soyup yurtlarına taşımışlar, memleketlerini zengin eylemişler. Ya bizimkiler ne yapıyorlar
Bizim fakir fıkaramızı , bizim yirmi dokuz buçuk milyonumuzu, Amerikalı, Avrupalı şirketlerle birlik olup soyup soğana çeviriyorlar. Yukarıda da söyledim. Bin kere de söylerim, işte böylece paramız servetimiz yabancı ellere ak babam ak ediyor.
Yüreğinde azıcık insanlık olan, Amerikalı, Avrupalı şirketlerle birlik olup kendi kardeşlerini soyar mı?
Ama bu büyük soygunları sayesinde dev sülüklerimiz dünyanın en rahat hayatını yaşıyorlar. Sofralarında kuş sütü bile var kuş sütü
Ya halkımız? Buradan söylemeye hacet yok. Siz kendinizi herkesten daha iyi biliyorsunuz.
Bu dev sülüklerin yanında bir de toprak ağaları var. Büyük meselemiz toprak meselesi.
Bu her karışında beş, on, on beş şehit kanı olan toprak kimin? Bu topraklarda herkesin hakkı yok mu?
Yoook, bu topraklar yalnız ve yalnız ağaların. Bu topraklar onu ekip biçenlerin değil. Bu topraklar, o topraklarla hiç bir ilişiği olmayanların. Ağaların.
Ben bir gazeteciyim. Yurdumu karış karış, köy köy, kasaba kasaba on dört yıl dolaştım. İçime ağı doldu. Dertli oldum. Topraksız ve toprağı az köylü gördüm. Ve toprağından sürülmüş çiftçi gördüm. Ve yer altında binlerce köy, mağaralarda yüzlerce insan gördüm. Yüreğimden kan gitti. Aşk ağlatır, dert söyletir derler. İşte beni burada ağı yemiş gibi konuşturan bu dertlerdir. Diyarbakır düzlüğünün ortasında bir koca Ömer gördüm. Büyük bir çaresizlik içinde toprağa kapanmış yatıyordu.
Çadırdaki insanlar:
Kalk Ömer kalk, dediler, Misafir geldi.
Zar zor Koca Ömer kalktı. Yüzünü gördüm. Keşke görmeseydim. Dünyanın bütün acısı bu yüze birikmişti. Ak sakalları göz yaşlarından ıslanmış, çamur içindeydi.
Karşıma geldi. Hem ağlıyor hem söylüyordu: Hayatımda Koca Ömer karşısında utandığım kadar hiç bir insan karşısında utanmadım. Böylesine yerin dibine geçmedim.
Ağa beni toprağımdan attı diyordu. Babam, dedem, dedemin dedesi, hepsi bu toprakları sürüp ekmişlerdi. Ağa etme dedim, tutma dedim, yüreğini taş eyledi. Ben de başka ağaya gittim. Bir yıl onun yanında çalıştım. O da traktör aldı. Bana muhtaçlığı kalmadı. Oradan da kovuldum. Sonra üç yıl kapı kapı aç bi-ilâç dolaştım. Her yerdan kovdular. Ben de geldim bu yazının ortasına çadırı kurdum. Ekmek de kalmadı. Açlıktan, ölümden korkmuyorum. Ölüm Allahın emri, açlığı da çok gördük. Çocuklarımdan utanıyorum. Utancımdan yüzlerine bakamıyorum. Bir lokma ekmek veremediklerim, onlardan çok utanıyorum.
İşte böylece belalı işler gördüm Anadoluda. Saymakla biter mi ki? Bütün bunlar neden böyle oluyor? Çünkü hükümet zenginlerin, ağaların elinde. İdare onlarda.
Türkiye İşçi Partisini bütün Türkiyede işçiler ve köylüler kurdular, tam elli bir vilâyette. İlk olaraktır ki, fakir fukaraya bir gün doğdu.
Türkiye İşçi Partisini kuranlar, onu kanlarını satarak kurdular. Ceketlerini satarak kurdular. Üniversite talebeleri Türkiye İşçi Partisine para kazanmak için hâlâ inşaatlarda çalışıyorlar.
Zenginlerin partileri, seçime girecek kendi partilerine milyonlarca lira dağıttılar. Yalnız Türkiye İşçi Partisine, senin partine, çalışanların partisine, senin parandan bir kuruş bile vermediler.
Eyyy milletim bunlar senin partini de senin gibi yoksul bıraktılar. Böylece elini kolunu bağlamak istediler. Ama sen varsın karşılarında dağ gibi, sen varsın. Nasırlı ellerin, alın terin sağ olsun. Paramız pulumuz olmasa da işte dim dik karşılarındayız.
Biliyorum, seçimlerden bıktınız. Sizi çok kandırdılar. Yalanlarından dolanlarından bıktınız. Duydum ki çoğunuz sandık başına gitmiyecekmişsiniz. Hayır bunu yapmayacaksınız. Bu sefer sandık başına mutlaka geleceksiniz.
Hakkı yenen yoksulların, tüyü bitmedik yetimlerin, topraksız köylünün, sömürülen işçinin hatırı için sandık başına geleceksiniz.
Ezilmişin, hor görülmüşün, adam yerine konmamışın hatırı için, şu zenginler eliyle talan edilmiş, viraneye çevrilmiş, bağımsızlığını yitirmiş güzel memleketinin, büyük milletinin hatırı için geleceksin. Kurtuluş savaşındaki gibi, yurdumuzu bu sefer de kurtaracağız. Bu sefer kanla ateşle değil, bir tek oy ile
Bu bir bakıma en kolay kurtuluştur. Bir bakıma da en zor. Yalanlarla uyutulan halkımızı uyandırmak belki biraz zor olacak. Emekçiler, kardeşlerim en büyük ödev bize düşüyor.
Onların bin yalanlarına karşı bizim bir gerçeğimiz halkımıza ulaşırsa halkımız uyanacaktır. Her birimiz bir şahin gibi halkımızın arasına uçmalı, derdimizi onlara anlatmalıyız.
Yeni bir gün doğuyor, yeni bir gün doğuyor
İŞÇİ PARTİSİ İLE EL ELE
EL ELE
EL ELE
EL ELE
[6]
[1] Sungur Savranın Dört Yürekli Dev başlıklı müstesna yazısı bu konuda bir istisna teşkil eder: http://gercekgazetesi.net/kultur-sanat/dort-yurekli-dev
[2] Yaşar Kemal, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor (Alain Bosquet ile Görüşmeler) (İstanbul: Görsel, 1994), 137-138.
[3] A.g.e., 155.
[4] Bu Komitede, Yaşar Kemalin yardımcısı şair İsmet Özeldi.
[5] Serda Ateşer, 1998de Emirganda yapılan canlı prova kaydıyla, çok yakında kaybettiğimiz Yaşar Kemalin 1965 TRTde yayınlanan seçim konuşmasının mixini youtubeda yayımladı (https://www.youtube.com/watch?v=cahJlYSE_nc). Ancak bu, Yaşar Kemalin 1965teki konuşması değildir. 5 Haziran 1966daki senato seçimleri ya da 12 Ekim 1969daki genel seçimlerindeki konuşması olabilir.
[6] Türkiye İşçi Partisi, Yaşasın Emekçiler, Yaşasın Türkiye (Ankara: Sosyal Adalet, 1965), 17-21.
İleri