SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  kilitli
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   [2] 
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.005
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 06.09.2013- 23:57


Geleceğin toplumunun bambaşka bir temel üzerinde kurulacağından kuşku yoktur.

Geleceğin toplumu sosyalist toplumdur. Bu, her şeyden önce, o toplumda hiçbir sınıfın olmayacağı anlamına gelir: Ne kapitalistler, ne proleterler olacak, doğal olarak sömürü de olmayacaktır. Orada yalnızca, kollektif emek yaratanlar bulunacaktır.

Geleceğin toplumu sosyalist toplumdur. Bu, ayrıca, sömürüyle birlikte meta üretiminin ve alım satımın da ortadan kaldırılacağı, orada işgücünü satana ve alana, işverene ve ücretli işçiye yer olmayacağı anlamına da gelmektedir, orada yalnızca özgür yaratıcılar olacaktır.

Geleceğin toplumu sosyalist toplumdur. Bu, son olarak, ücretli emekle birlikte, her türlü üretim araç ve gereci üzerindeki özel mülkiyetin de kaldırılacağı anlamına gelmektedir -orada ne yoksul proleterler, ne de zengin kapitalistler olacak, yalnızca tüm toprağa ve madenlere, tüm ormanlara, tüm fabrika ve işletmelere, tüm demiryollarına vb. kollektif olarak sahip olan özgür yaratıcılar olacaktır.

Görüldüğü gibi, geleceğin toplumunun başlıca hedefi, kapitalistlerin karlarını arttırmak üzere, satış için meta üretmek değil, doğrudan doğruya, toplumun gereksinimlerini karşılamaktır. Orada meta üretimine, kar uğruna mücadeleye vb. yer olmayacaktır.

Geleceğin üretim biçiminin, toplumun gereksinmelerini dikkate alacak ve yalnızca, toplumun gereksindiği kadar üretecek olan, sosyalist temelde örgütlü, son derece gelişmiş bir üretim olacağı açıktır. Orada dağınık üretime, rekabete, bunalımlara, ve işsizliğe yer olmayacaktır.

Sınıfların olmadığı, zengin ve yoksulların olmadığı bir yerde devlete de gerek yoktur, yoksulları ezen ve zenginleri koruyan siyasal iktidara da gerek yoktur. Bu nedenle sosyalist toplumun, siyasal bir iktidarın varlığına da gereksinmesi kalmayacaktır.

Bu nedenle K.Marks daha 1846'da şöyle diyordu.

"İşçi sınıfı, gelişme süreci içinde, eski burjuva toplumun yerine, sınıfları ve onların karşıtlarını dışta bırakacak bir birlik koyacaktır ve gerçek anlamda bir siyasal iktidar artık olmayacaktır..."(Bkz.Felsefenin Sefaleti..."

Bu nedenle Engels 1884'te şöyle diyordu:

"O halde, devlet ezelden beri varolan bir şey değildir. İşlerini o olmadan da yürüten, devletten ve devlet gücünden haberi bile olmayan toplumlar olmuştur. Toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı olan belli bir ekonomik gelişme aşamasında...devlet bir gereklilik haline gelmiştir. Şimdi, üretimde, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, üretim için gerçek bir engel olduğu bir gelişme aşamasına hızla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, eskiden nasıl kaçınılmaz olarak oluşmuşlarsa, yine öyle kaçınılmaz olarak yok olacaklardır. Onlarla birlikte devlet de kaçınılmaz olarak yok olur. Üretimi, üretenlerin özgür ve eşit birliği temelinde yeniden örgütleyecek olan toplum, tüm devlet aygıtını, ait olduğu yere bırakacaktır: Eski eserler müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına." ( Bkz."Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni")

Aynı zamanda, sosyalist toplumda, her çeşit bilgiyi toplayarak, yerel dairelere ek olarak, bütün toplumun gereksinmeleri hakkında bilgi toplayacak ve sonra da çeşitli türden işleri, çalışanlar arasında buna uygun olarak dağıtacak, merkezi bir istatistik bürosunun da bulunacağı ortadadır. Ayrıca, toplantılar ve özellikle kongreler de yapmak gerekli olacaktır, bunların kararları, kongreye kadar, azınlıkta olan yoldaşlar için bağlayıcı olacaktır.

Nihayet, açıktır ki, özgür ve yoldaşça emek, gelecekteki sosyalist toplumun bütün gereksinmelerinin, aynı ölçüde, yoldaşça ve tam olarak karşılanmasına yolaçacaktır. Bu demektir ki, eğer gelecekteki toplum, üyelerinin herbirinden harcayabildiği kadar emek talep ederse, buna karşılık, her üyesine, gereksindiği kadar ürün sağlayacaktır. Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmelerine göre! - Gelecekteki kolektif sistem, işte bu temel üzerinde yaratılacaktır. Belirtmeye bile gerek yok ki, henüz çalışmaya alışmamış olanların, yeni yaşam biçiminin içine sokuldukları, üretici güçlerin de henüz yeter derecede gelişmediği ve hâlâ "kirli" ve "temiz" işin mevcut olduğu, sosyalizmin ilk aşamasında, "herkese gereksinmelerine göre" ilkesinin uygulanması, kuşkusuz büyük ölçüde engellenecek ve bunun sonucu olarak, toplum, geçici olarak bir başka yol, bir orta yol tutmak zorunda kalacaktır. Ama aynı zamanda açıktır ki, gelecekteki toplum kurulduğu, kapitalizmin kalıntıları kökünden temizlendiği zaman, sosyalist topluma uyan tek ilke, yukarda belirttiğimiz ilke olacaktır.

Bu nedenle Marks, 1875'te şöyle diyordu:

"Komünist ( yani sosyalist) toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğişleri ve onunla birlikte kafa ve kol emeği arasındaki karşıtlık ortadan kalktıktan sonra, emek yalnızca bir yaşama aracı değil, bizzat birinci yaşam gereksinmesi haline geldilkten sonra, bireylerin çok yönlü gelişmeleriyle birlikte üretici güçler de geliştikten sonra...ancak ondan sonra burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılabilir ve toplum kendi bayrağı üzerine şunları yazabilir: "Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre." ( Bkz.Gotha Programının Eleştirisi.")

Marks'ın teorisine göre gelecekteki sosyalist toplumun görünümü genel olarak böyledir.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.005
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 07.09.2013- 00:00


Bütün bunlar çok güzel. Ama sosyalizmin başarılması akla uygun mudur? İnsanın kendini "vahşi alışkanlıklarından" kurtarabileceğini varsayabilir miyiz?

Ya da gene: eğer herkes gereksinmelerine göre alırsa, sosyalist toplumdaki üretici güçler düzeyinin buna yeteceğini varsayabilir miyiz?

Sosyalist toplum, üretici güçlerdeki gelişmenin ve insanlar arasındaki sosyalist bilincin, onların sosyalist aydınlanmasının yeterli olmasını öngörür. Günümüzde üretici güçlerin gelişmesi, kapitalist mülkiyetin varlığıyla engellenmektedir. Ama bu, kapitalist mülkiyetin gelecekteki toplumda var olmayacağını aklımızda tutarsak, üretici güçlerin on kat artacağı kendiliğinden ortaya çıkar. Şu da unutulmamalıdır ki, gelecekteki toplumda, bugünkü yüzbinlerce asalak ve ayrıca işsiz, çalışmaya başlayacak ve çalışan insanların safları çoğalacaktır; ve bu, üretici güçlerin gelişmesini büyük ölçüde uyaracaktır insanların "vahşi" duygularına ve düşüncelerine gelince, bunlar, bazılarının sandığı kadar öncesiz ve sonsuz değildir; bir zamanlar ilkel komünizmde insan, özel mülkiyeti tanımıyordu; ondan sonra, özel mülkiyetin, insanların kalplerine ve kafalarına egemen olduğu bir dönem, bireysel üretim dönemi geldi. Yeni bir dönem, sosyalist üretim dönemi gelmektedir - eğer insanların kalpleri ve kafaları, sosyalist özlemlerle dolarsa, bu, şaşırtıcı bir şey mi olacaktır? İnsanların "duygularını" ve düşüncelerini belirleyen, varlık değil midir?

Ama sosyalist sistemin kurulmasının kaçınılmaz olduğuna dair hangi kanıtlar mevcuttur? Modern kapitalizmin gelişmesinin ardından, kaçınılmaz olarak, sosyalizm mi gelecek? Veya bir başka deyişle, Marx'ın proleter sosyalizminin, sadece duygusal bir düş, bir fantazi olmadığını nereden bilebiliriz? Bunun böyle olmadığına dair bilimsel kanıt nerede?

Tarih göstermektedir ki, mülkiyet biçimi, doğrudan doğruya, üretim biçimi tarafından belirlenmektedir ve bunun sonucu olarak, üretim biçimindeki bir değişmenin ardından, ergeç, kaçınılmaz olarak, mülkiyet biçiminde bir değişiklik gelmektedir. Bir zamanlar, mülkiyet, komünist bir nitelik taşıyordu, ilkel insanın dolaştığı ormanlar ve alanlar, bireylere değil, herkese ait bulunuyordu. O zamanlar, neden komünist mülkiyet vardı? Çünkü üretim komünist nitelikteydi, emek, ortak olarak, kolektif bir biçimde harcanıyordu; herkes birlikte çalışıyor ve biri, öteki olmadan yapamıyordu, Mülkiyetin bireyci (özel) bir niteliğe büründüğü, insanın gereksindiği her şeye (tabii ki, hava, güneş ışığı vb. dışında) özel mülkiyet gözüyle bakıldığı, değişik bir dönem, küçük-burjuva üretimi dönemi başladı. Bu değişikliğe yol açan şey nedir? Üretimin bireyci hale gelmesi gerçeği; herkes, ötekilerden ayrılarak, kendisi için çalışmaya başladı. Nihayet yüzlerce ve binlerce işçinin, bir çatı altında, bir fabrikada toplandığı ve kolektif emek harcadığı, geniş çaplı kapitalist üretim dönemi geldi. Burada, herkesin kendi yoluna gittiği eski bireysel çalışma yöntemini göremezsiniz; burada, her işçi, işinde, fabrikanın kendi bölümündeki yoldaşlarıyla yakından ilişkidedir ve hepsi de diğer bölümlerle ilişki içindedir. Fabrikanın tümündeki işçilerin boş kalması için, bir bölümün işi durdurması yeterlidir. Görüldüğü gibi, üretim süreci, emek, daha şimdiden toplumsal bir niteliğe bürünmüş, sosyalist bir renk kazanmıştır. Ve bu, yalnızca tek tek fabrikalarda değil, bütün sanayi dallarında ve sanayi dalları arasında ortaya çıkmaktadır. Bütün sanayii zor durumda bırakmak için, demiryolcuların greve gitmesi yeter, bütün fabrikaların ve değirmenlerin bir süre sonra kapanması için, petrol ve kömür sanayilerinin işlemez olması yeter. Burada, üretim sürecinin, toplumsal, kolektif bir niteliğe büründüğü ortadadır. Ancak, mal edinmenin özel niteliği, üretimin toplumsal niteliğiyle çeliştiğine göre, günümüzün kolektif emeği, kaçınılmaz olarak, kolektif mülkiyete yolaçacağına göre, sosyalist sistemin, gecenin gündüzü izlemesi kadar kaçınılmaz bir biçimde kapitalizmi izleyeceği kendiliğinden anlaşılır.

İşte tarih, Marx'ın proleter sosyalizminin kaçınılmazlığını böyle kanıtlamaktadır.

TARİH bize öğretmektedir ki, toplumsal üretimde başrolü oynayan ve üretimdeki temel işlevlerini yerine getiren sınıf veya toplumsal grup, zaman içinde, kaçınılmaz olarak, bu üretimin denetimini eline almalıdır. Bir zamanlar, anaerkil ailede, kadınlara, üretimi denetim altında tutanlar gözüyle bakılırdı. Nedendi bu? Çünkü o zamanlar geçerli olan üretim türünde, ilkel tarımda, kadın, üretimde başrolü oynuyordu, erkekler, ormanda av peşinde dolaşırlarken, kadınlar temel görevleri yerine getiriyorlardı. Ondan sonra ataerkil aile altında, üretimdeki üstün durumun erkeklere geçtiği bir dönem geldi. Bu değişiklik neden olmuştur? Çünkü o zamanlar geçerli olan üretim türünde, esas üretim aletlerinin mızrak, kement, ok ve yay olduğu hayvan yetiştiriciliğinde, başrolü erkekler oynuyordu. Sonra da proleterlerin üretimde başrolü oynadıkları, üretimdeki bütün temel işlevlerin onlara geçtiği, onlar olmaksızın üretimin bir tek gün bile devam edemediği (genel grevleri hatırlayalım), ve kapitalistlerin, üretim için gerekli olmak bir yana, üretime gerçekten bir engel teşkil ettikleri, geniş çaplı kapitalist üretim dönemi geldi. Bu neyi gösterir? Bu, ya toplumsal yaşamın bütünüyle çökeceğini, ya da proletaryanın, ergeç, ama kaçınılmaz olarak, modern üretimin denetimini eline alacağını, onun tek sahibi, sosyalist sahibi haline geleceğini gösterir.

Kapitalist mülkiyetin ölüm sancılarını temsil eden ve açıkça -kapitalizm mi, yoksa sosyalizm mi?- sorusunu ortaya koyan modern sınai bunalımlar, bu sonucu kesinlikle açığa vurmaktadır, Bu bunalımlar, kapitalistlerin asalaklığını ve sosyalizmin zaferinin kaçınılmazlığını canlı bir biçimde sergiler.

Bu, Marx'ın proleter sosyalizminin kaçınılmazlığı konusunda, tarihin sağladığı bir başka kanıttır.

TARİH bize öğretmektedir ki, toplumsal üretimde başrolü oynayan ve üretimdeki temel işlevlerini yerine getiren sınıf veya toplumsal grup, zaman içinde, kaçınılmaz olarak, bu üretimin denetimini eline almalıdır. Bir zamanlar, anaerkil ailede, kadınlara, üretimi denetim altında tutanlar gözüyle bakılırdı. Nedendi bu? Çünkü o zamanlar geçerli olan üretim türünde, ilkel tarımda, kadın, üretimde başrolü oynuyordu, erkekler, ormanda av peşinde dolaşırlarken, kadınlar temel görevleri yerine getiriyorlardı. Ondan sonra ataerkil aile altında, üretimdeki üstün durumun erkeklere geçtiği bir dönem geldi. Bu değişiklik neden olmuştur? Çünkü o zamanlar geçerli olan üretim türünde, esas üretim aletlerinin mızrak, kement, ok ve yay olduğu hayvan yetiştiriciliğinde, başrolü erkekler oynuyordu. Sonra da proleterlerin üretimde başrolü oynadıkları, üretimdeki bütün temel işlevlerin onlara geçtiği, onlar olmaksızın üretimin bir tek gün bile devam edemediği (genel grevleri hatırlayalım), ve kapitalistlerin, üretim için gerekli olmak bir yana, üretime gerçekten bir engel teşkil ettikleri, geniş çaplı kapitalist üretim dönemi geldi. Bu neyi gösterir? Bu, ya toplumsal yaşamın bütünüyle çökeceğini, ya da proletaryanın, ergeç, ama kaçınılmaz olarak, modern üretimin denetimini eline alacağını, onun tek sahibi, sosyalist sahibi haline geleceğini gösterir.

Kapitalist mülkiyetin ölüm sancılarını temsil eden ve açıkça -kapitalizm mi, yoksa sosyalizm mi?- sorusunu ortaya koyan modern sınai bunalımlar, bu sonucu kesinlikle açığa vurmaktadır, Bu bunalımlar, kapitalistlerin asalaklığını ve sosyalizmin zaferinin kaçınılmazlığını canlı bir biçimde sergiler.

Bu, Marx'ın proleter sosyalizminin kaçınılmazlığı konusunda, tarihin sağladığı bir başka kanıttır.

Proleter sosyalizmi, duyguya, soyut 'adalete", proletaryaya karşı duyulan sevgiye değil, yukarda aktarılan bilimsel temellere dayanır.

İşte bunun için proletarya sosyalizmine, "bilimsel sosyalizm" adı da verilir.

Engels, daha 1877'lerde, şöyle diyordu:

"Eğer, emek ürünlerinin mevcut üleşim tarzının kısa zamanda alaşağı edilmesi için ... bu üleşim tarzının adaletsiz olduğu ve adaletin ergeç üstün geleceği bilincinden daha iyi bir güvenceye sahip olmasaydık, oldukça kötü bir yolda olacak ve daha uzun bir zaman beklemek zorunda kalacaktık." Burada en önemli olan şu ki, "modern kapitalist üretim tarzının yaratmış olduğu üretici güçler ve aynı zamanda onun malları üleşim sistemi, bu üretim tarzının kendisiyle şiddetli bir çelişkiye düşmüştür, ve gerçekten de öyle ki, eğer modern toplum, tümüyle yok olup gitmek istemiyorsa, üretim ve üleşim tarzında bir devrim, bütün sınıf bölünmelerine bir son verecek olan bir devrim zorunludur. Modern sosyalizmin zafer inancı, bu gerçek üzerine, herhangi bir kürsü (sayfa 52) filozofunun adalet ve adaletsizlik anlayışı üzerine değil, bu maddi gerçek üzerine ... yerleştirilmiştir." (Bkz."Anti-Dühring")



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.005
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 07.09.2013- 00:01


Kapitalizmin çürümekte olması, elbette sosyalist sistemi istediğimiz zaman kurabiliriz anlamına gelmez. Ancak anarşistler ve diğer küçük-burjuva ideologlar böyle düşünebilir. Sosyalist ülkü, bütün sınıfların ülküsü değildir. Yalnızca proletaryanın ülküsüdür; sosyalizmin kurulmasıyla bütün sınıflar doğrudan ilgilenmezler, yalnızca proletarya doğrudan ilgilenir. Bu demektir ki, proletarya, toplumun küçük bir bölümünü oluşturduğu sürece, sosyalist toplumun kurulması olanaksızdır, Eski üretim biçiminin çürümesi, kapitalist üretimin daha da yoğunlaşması ve toplumdaki çoğunluğun proleterleştirilmesi sosyalizmin başarılması için gerekli olan koşullar bunlardır. Ama hepsi bu değil. Toplumun çoğunluğu şimdiden. proleterleşmiş olabilir, ama sosyalizmi başarmak gene de mümkün olmayabilir. Bunun nedeni, bütün bunlara, ek olarak, sosyalizmin başarılmasının, sınıf bilincini, proletaryanın birliğini ve proletaryanın kendi işlerini yönetme yeteneğini gerektirmesidir. Bütün bunların kazanılması için, siyasi özgürlük denen şey, yani söz, basın, grev ve dernek kurma özgürlüğü, kısacası, sınıf mücadelesini yürütmek özgürlüğü gereklidir. Ama siyasi özgürlük her yerde eşit ölçüde sağlanmış değildir. Bu yüzden, mücadelesini hangi koşullar altında -feodal aristokrasi (Rusya), anayasal monarşi (Almanya), bir büyük-burjuva cumhuriyeti (Fransa), ya da (Rusya Sosyal-Demokrasisinin talebi olan) bir demokratik cumhuriyet altında- sürdürmek zorunda kaldığı, proletaryanın ilgisiz kalacağı bir konu değildir. Siyasi özgürlük, en iyi ve en tam haliyle bir demokratik cumhuriyette sağlanır, elbette ki, kapitalizm koşullarında ne kadar sağlanabilirse. Bu nedenle, proleter sosyalizmin bütün savunucuları, sosyalizme [geçişte] en iyi "köprü" olarak, bir demokratik cumhuriyetin kurulması için mutlaka çaba gösterirler.

İşte bunun için, bugünkü koşullarda, marksist program iki bölüme ayrılmıştır: hedefi sosyalizm olan azami program, hedefi demokratik cumhuriyet aracılığıyla sosyalizme giden yolu açmak olan asgari program.

***
Programını bilinçle uygulamak, kapitalizmi devirmek ve sosyalizmi kurmak için, proletarya ne yapmalı, hangi yolu izlemelidir?

Cevap açıktır. Proletarya, burjuvazi ile barış yaparak, sosyalizmi gerçekleştiremez - şaşmaz bir biçimde mücadele yolunu seçmeli ve bu mücadele, bir sınıf mücadelesi, bütün proletaryanın, bütün burjuvaziye karşı mücadelesi olmalıdır. Ya burjuvazi ve onun kapitalizmi, ya da proletarya ve onun sosyalizmi. Proletaryanın eylemlerinin, sınıf mücadelesinin temeli bu olmalıdır.

Ama proleter sınıf mücadelesi, birçok biçimlere bürünür. Örneğin, kısmi veya genel bir grev, sınıf mücadelesidir. Boykot ve sabotaj, kuşkusuz, sınıf mücadelesidir. Toplantılar, gösteriler, kamu temsili organlarında -ister ulusal parlamentolar, ister yerel hükümet organları olsun farketmez- temsil edilmek vb. sınıf mücadeleleridir. Bunların hepsi, aynı sınıf mücadelesinin farklı biçimleridir. Biz, burada, sınıf mücadelesinde, proletarya için hangi mücadele biçiminin daha önemli olduğunu incelemeyeceğiz, yalnızca, zamanına ve yerine göre, bunların hepsinin sınıf bilincini ve örgütlenmesini geliştirmede önemli araçlar olarak, proletaryaya, kuşkusuz gerekli olduğunu göreceğiz; ve proletarya için, sınıf bilinci ve örgütlenme, hava kadar gereklidir. Ancak, ayrıca proletarya için, bütün bu mücadele biçimlerinin hazırlayıcı araçlar olduğunu, tek başına ele alındığında, bunlardan hiç birinin proletaryanın kapitalizmi altedeceği belirleyici araç olmadığını da görmek zorundayız. Kapitalizm, tek başına genel grevle altedilemez; genel grev, ancak kapitalizmi altetmek için gerekli olan koşullardan bir kısmını yaratabilir. Proletaryanın, sadece parlamentoda temsil edilerek, kapitalizmi devirebileceği de düşünülemez; parlamentarizm, ancak kapitalizmi devirmek için gerekli olan koşullardan bir kısmını yaratabilir.

O halde, proletaryanın kapitalist sistemi devireceği belirleyici araç nedir? Bu araç, sosyalist devrimdir.

Grevler, boykot, parlamentarizm, toplantılar, gösteriler, hepsi, proletaryayı hazırlamada ve örgütlemede araç olarak iyi mücadele biçimleridir. Ama bu araçlardan hiç biri mevcut eşitsizliği ortadan kaldıramaz. Bütün bu araçlar, bir tek temel ve belirleyici araç halinde toplanmalıdır; proletarya kapitalizmi temelinden yıkmak için burjuvaziye karşı kararlı bir saldırıya geçmelidir. Bu asıl ve belirleyici araç, sosyalist devrimdir.

Sosyalist devrim, ani, kısa bir darbe olarak düşünülmemelidir; bu, burjuvaziyi yenilgiye uğratan ve onun mevzilerini ele geçiren proleter yığınlarının verdiği uzun bir mücadeledir, Ve proletaryanın zaferi, aynı zamanda, yenilen burjuvazi üzerindeki egemenliği kuracağına göre, sınıf çatışmalarında, bir sınıfın yenilgisi, diğerini egemenliğini gösterdiğine göre, sosyalist devrimin ilk aşaması, proletaryanın burjuvazi üzerinde siyası egemenliği olacaktır,

Proletaryanın sosyalist diktatörlüğü, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi - işte sosyalist devrim bununla başlamalıdır.

Bu demektir ki, burjuvazi tümüyle altedilinciye kadar, zenginliklerine el konuncaya kadar, proletarya, mutlaka askeri bir güce sahip olmalıdır, mutlaka "proleter muhafızına" sahip olmalıdır ki, bunun yardımıyla, tıpkı Komün sırasında Paris proletaryasının yaptığı gibi can çekişen burjuvazinin karşı-devrimci saldırılarını püskürtebilsin.

Proletaryanın sosyalist diktatörlüğü, proletaryanın, burjuvaziyi mülksüzleştirebilmesini sağlamak, toprağı, ormanları, fabrikaları, değirmenleri, makineleri, demiryollarını vb. tüm burjuvazinin elinden alabilmesini sağlamak için gereklidir.

Burjuvazinin mülksüzleştirilmesi - işte, sosyalist devrim, buna yol açmalıdır.

O halde, proletaryanın, bugünkü kapitalist sistemi devireceği, asıl ve belirleyici araç budur.

İşte bunun için, daha 1847'de, Karl Marx şöyle diyordu: "İşçi sınıfı devriminde ilk adım, proletaryayı, yönetici sınıf durumuna yükseltmektir. ... Proletarya, siyasi üstünlüğünü, burjuvazinin elinden bütün sermayeyi, derece derece çekip almak, bütün üretim aletlerini ... yönetici sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak için kullanacaktır."

Eğer proletarya, sosyalizmi getirmek istiyorsa, işte böyle ilerlemelidir.

Taktikler üzerine bütün diğer görüşler, bu genel ilkelerden çıkar. Grevler, gösteriler ve parlamentarizm, ancak proletaryanın örgütlenmesine ve sosyalist devrimi getirmek amacıyla örgütlerini güçlendirmesine ve genişletmesine yardım ettikleri ölçüde önemlidir.

BU YÜZDEN, sosyalizmi kurmak için, sosyalist devrim gereklidir. Sosyalist devrim proletarya diktatörlüğü ile başlamalı, yani proletarya, burjuvaziyi mülksüzleştireceği bir araç olarak siyasi iktidarı ele geçirmelidir.

Ama bütün bunları başarmak için, proletarya örgütlenmeli, proleter saflar birleşmeli ve pekişmeli, güçlü proleter örgütler kurulmalı ve bunlar durmadan büyümelidir.

Proleter örgüt hangi biçimlere bürünmelidir?

En yaygın yığın örgütleri, sendikalar ve işçi kooperatif birlikleridir (esas olarak üretici ve tüketici birlikleri). Sendikaların amacı, mevcut kapitalist sistem altında işçilerin koşullarını iyileştirmek için, (esas olarak) sınai sermayeye karşı savaşmaktır. Kooperatif birliklerinin amacı, temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarını düşürerek, işçiler arasında tüketimin artışını sağlamak için, (esas olarak) tüccar sermayesine karşı savaşmaktır - tabii gene kapitalist sistem altında. Proleter yığınlarını örgütleme araçları olarak, proletarya, hem sendikalara, hem de kooperatif birliklerine gereksinmektedir kuşkusuz. Bu nedenle, Marx ve Engels'in proleter sosyalizminin bakış açısından, proletarya, bu örgüt biçimlerinin her ikisini de kullanmalı, onları pekiştirmeli, güçlendirmelidir - tabii mevcut politik koşullar altında mümkün olduğu ölçüde.

Ama, tek başlarına sendikalar ve kooperatif birlikleri, militan proletaryanın örgütsel gereksinmelerini karşılayamazlar. Bunun nedeni, değinilen örgütlerin kapitalizmin sınırları ötesine geçememeleridir, çünkü onların amacı, kapitalist sistem altında işçilerin koşullarını iyileştirmektir. Oysa işçiler, kendilerini kapitalist kölelikten bütünüyle kurtarmak istemektedirler; yalnızca kapitalizmin sınırları içinde dönüp durmak değil, bu sınırları kırmak istemektedirler. Bu yüzden, ek olarak, bütün mesleklerdeki işçilerin, sınıf bilincine sahip unsurlarını kendi etrafına toplayacak, proletaryayı bilinçli bir sınıf haline dönüştürecek, ve kapitalist sistemi ezmeyi, sosyalist devrimi hazırlamayı baş amaç edinecek bir örgüte gerek vardır.

Böyle bir örgüt, proletaryanın Sosyal-Demokrat Partisidir.

Bu parti, bir sınıf partisi olmalı ve bütün diğer partilerden tamamen bağımsız olmalıdır - çünkü bu parti, proletaryanın partisidir, ki onun kurtuluşu, ancak bu sınıfın kendisi tarafından gerçekleştirilebilir.

Bu parti, devrimci bir parti olmalıdır - çünkü, işçiler ancak devrimci yolla, sosyalist devrim yoluyla kurtulabilirler.

Bu parti, uluslararası bir parti olmalı, partinin kapıları, bütün sınıf bilincine sahip proleterlere açık tutulmalıdır - çünkü, işçilerin kurtuluşu, ulusal değil, Gürcü proleterler için, Rus proleterler için ve diğer ulusların proleterleri için eşit ölçüde önemli olan bir toplumsal sorundur.

Bu nedenle, açıktır ki, farklı ulusların proleterleri ne kadar yakından birleşirlerse, aralarında yükseltilen ulusal engeller ne kadar kökten yıkılırsa, proletaryanın partisi o kadar güçlü olacak, proletaryanın bölünmez bir sınıf halinde örgütlenmesi o kadar kolaylaşacaktır.

Bu nedenle, -bu örgütlerin parti, sendika ya da kooperatif olmalarına bakılmaksızın- proleter örgütlerine, mümkün olduğu kadar gevşek federal ilke yerine merkeziyetçilik ilkesinin getirilmesi zorunludur.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.005
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 07.09.2013- 00:03


Ayrıca, bütün bu örgütlerin demokratik bir temel üzerinde kurulması gerektiği de açıktır, tabii siyasi ya da başka koşullarla engellenmediği ölçüde.

Bir yanda parti ve öte yanda kooperatif birlikleri ve sendikalar arasındaki ilişki nasıl olmalıdır? Sonuncular partili mi, yoksa partisiz mi olmalıdır? Bu sorunun cevabı, proletaryanın nerede ve hangi koşullar altında savaşmak zorunda olduğuna bağlıdır. Herhalde, kuşku yok ki, sendikalar ve kooperatif birlikleri, proletaryanın sosyalist partisine karşı ne kadar dostça davranıyorlarsa, her ikisi de o kadar çok gelişeceklerdir. Ve bunun nedeni, bu iktisadi örgütlerin, her ikisinin de, eğer güçlü bir sosyalist parti ile yakın bağları yoksa, çoğu kez önemlerini yitirmeleri, sınırlı meslek çıkarlarının, genel sınıf çıkarlarını gözden saklamasına yol açmaları ve böylece proletaryaya büyük zarar vermeleridir. Bu yüzden, her durumda, sendikalar ve kooperatif birliklerinin, partinin ideolojik ve siyasi etkisi altında bulunmasını sağlamak zorunludur. Ancak bu yapılırsa, yukarda belirtilen örgütler, bugün ayrı gruplara bölünmüş olan proletaryayı, bilinçli bir sınıf halinde örgütleyecek sosyalist bir okula dönüştürülebilirler.

İşte, genel olarak, Marx ve Engels'in proleter sosyalizminin tipik özellikleri bunlardır.

***

ANARŞİSTLER proleter sosyalizmine nasıl bakıyorlar?

Her şeyden önce, proleter sosyalizminin, sadece felsefi bir doktrin olmadığını bilmeliyiz. O, proleter yığınlarının doktrini, onların bayrağıdır; dünyanın her yerindeki proleterler ona saygı duyuyor, ona "tapınırcasına" sevgi gösteriyorlar. Dolayısıyla, Marx ve Engels, yalnızca felsefi bir "okulun" kurucuları değil; her geçen gün büyüyen ve güç kazanan, yaşayan proletarya hareketinin, yaşayan önderleridir. Her kim onların doktrinine karşı savaşır, onları "devirmek" isterse, eşit olmayan bir mücadelede kafasını kırmaktan sakınmak için, bunların tümünü aklında çok iyi tutması gerekir. Anarşist Baylar bunun pekala farkındalar. İşte, bu yüzden, Marx ve Engels'le savaşırken, en alışılmamış ve, bir bakıma, yeni bir silah kullanıyorlar.

Bu yeni silah nedir? Kapitalist üretim üzerinde yeni bir araştırma mı? Marx'ın Kapital'inin çürütülmesi mi ? Tabii ki değil! Yoksa "yeni gerçekler" ve "tümevarım" yöntemiyle kendilerini silahlandırarak, sosyal-demokrasinin "İncilini" -Marx ve Engels'in Komünist Manifesto'sunu- "bilimsel olarak" çürütmek mi? Gene hayır! O halde, bu olağanüstü silah nedir?

Bu, Marx ve Engels'in "intihale" başvurduğu suçlamasıdır! İnanır mısınız? Görünüşe göre, Marx ve Engels, orijinal hiç bir şey yazmamışlardır, bilimsel sosyalizm tamamen uydurmadır, çünkü Marx ve Engels'in Komünist Manifestosu, baştan sona, "Victor Considérant'ın Manifesto'sundan çalınmıştır." Bu tamamen gülünç kuşkusuz, ama anarşistlerin "eşsiz önderi" V. Çerkezişvili, bu eğlendirici hikayeyi öyle bir kendine güvenle anlatıyor, Pierre Romus adlı Çerkezişvili'nin salak bir "havarisi" ve bizim yerli anarşistlerimiz, bu buluşu öyle bir şevkle tekrarlıyorlar ki, bu "hikaye" ile hiç olmazsa kısaca uğraşmaya değer. Bakın Çerkezişvili ne diyor: "Komünist Manifesto'nun bütün teorik kısmı; yani birinci ve ikinci bölümleri ... V. Considérant'dan alınmıştır. Dolayısıyla Marx ve. Engels'in Manifesto'su -legal devrimci demokrasinin bu incili-, Considérant'ın Manifesto'sunun beceriksizce bir aktarmasından başka bir şey değildir. Marx ve Engels, yalnızca Considérant'ın Manifesto'nunun içeriğine el koymakla kalmamışlar ... onun bazı bölüm başlıklarını bile almışlardır."

Bu hikaye, bir başka anarşist tarafından, Pierre Romus tarafından da tekrarlanıyor: "Kesinlikle ileri sürüle bilir ki, onların (Marx ve Engels'in) temel yapıtı (Komünist Manifesto) sadece bir hırsızlık (bir intihal), utanmazca bir hırsızlıktır; ama adi hırsızların yaptığı gibi, kelimesi kelimesine kopya edilmemiş, yalnızca fikirleri ve teoriler çalınmıştır".

Bunu, Nobati, Muşa, Hıma ve öteki gazetelerdeki bizim anarşistlerimiz de tekrarlıyorlar.

Böylece, görünüşe göre, bilimsel sosyalizm ve onun teorik ilkeleri, Considérant'ın Manifesto'sundan "çalınmıştır".

Bu iddianın hiç bir temeli var mıdır?

Kimdir Victor Considérant?
Kimdir Karl Marx?

1893'te ölmüş olan Considérant, ütopyacı Fourier'in bir öğrencisi idi ve "Fransa'nın kurtuluşu"nu, sınıfların uzlaşmasına bağlamış olan, iflah olmaz bir ütopyacı olarak kaldı.

1883'te ölen Karl Marx, ütopyacıların bir düşmanı, bir materyalistti. Üretici güçlerin gelişmesine ve sınıflar arasındaki mücadeleye, insanlığın kurtuluşunun güvencesi olarak bakardı.

Aralarında hiç bir ortak yan var mıdır?

Bilimsel sosyalizmin teorik temeli, Marx ve Engels'in materyalist teorisidir. Bu teoriye göre, toplumsal hayatın gelişmesi, bütünüyle, üretici güçlerin gelişmesiyle belirlenir. Eğer feodal toprak beyliği sisteminin yerini, burjuva sistem almışsa, bunun "kabahati", burjuva sistemin ortaya çıkışını kaçınılmaz kılan üretici güçlerin gelişmesinde yatar. Ve gene, bugünkü burjuva sistemin yerini, kaçınılmaz olarak, sosyalist sistem alacaksa, nedeni, bunu, modern üretici güçlerin gelişmesinin gerekli kılmasıdır. Bundan, kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin kurulması [biçimindeki] tarihi zorunluluk doğar. Bundan, ülkülerimizi insanların kafalarında değil, üretici güçlerin gelişmesinin tarihinde aramamız gerektiği marksist önerme doğar

İşte Marx ve Engels'in Komünist Manifesto'sunun teorik temeli budur.

Considérant'ın Demokratik Manifesto'su hiç böyle bir şeyden söz ediyor mu? Considérant, materyalist görüş açısını kabul ediyor muydu?

Biz iddia ediyoruz ki, ne Çerkezişvili, ne Romus, ne de bizim Nobaticiler, Considérant'ın Demokratik Manifesto'sundan, Considérant'ın bir materyalist olduğunu ve toplumsal yaşamın evrimini, üretici güçlerin gelişmesine dayandırdığını kanıtlayan, tek bir cümle ya da bir tek sözcük aktaramazlar. Tam tersine, çok iyi biliyoruz ki, Considérant, sosyalizmin tarihinde, idealist bir ütopyacı olarak tanınmaktadır.

Öyleyse, bu aylak gevezelikler, ne idiğü belirsiz bu "eleştiriler" nereden çıkmıştır? Daha idealizmi materyalizmden ayırt etmesini bile bilmezken, Marx ve Engels'i niçin eleştirmeye girişmişlerdir? Yalnızca insanları eğlendirmek için mi?..

Bilimsel sosyalizmin taktiksel temeli, uzlaşmaz sınıf mücadelesi öğretisi olmasıdır, bu yüzden de proletaryanın sahip bulunduğu en iyi silahtır. Proletaryanın sınıf mücadelesi, proletaryanın siyasi gücü ele geçireceği ye sonra da sosyalizmi kurmak için burjuvaziyi mülksüzleştireceği silahtır.

Marx ve Engels'in Manifesto'larında yorumlanan bilimsel sosyalizmin taktiksel temeli işte böyledir.

Considérant'ın Demokratik Manifesto'su, buna benzer bir şey söylemekte midir? Considérant, sınıf mücadelesine, proletaryanın sahip olduğu en iyi silah gözü ile bakmış mıdır?

Çerkezişvili ve Romus'un (yukarda belirtilen sempozyumunu görünüz) makalelerinde de açıkça görüldüğü gibi; Considérant'ın Manifestosu'nda bu konuda tek bir sözcük yoktur. O, sınıf mücadelesini üzüntü verici bir gerçek olarak kaydediyor sadece. Considérant, Manifesto'sunda, sınıf mücadelesini, kapitalizmi yoketme aracı olarak, şöyle anlatıyor:

"Sermaye, emek ve yetenek - üretimin üç temel unsuru, servetin üç kaynağı, sanayi makinesinde üç dişlidir." Bunları temsil eden üç sınıfın "ortak çıkarları" vardır; onların işlevleri "kapitalistler ve halk için imalat yapmak"tır. Önlerindeki ... büyük hedef "sınıf topluluklarını birleşik ulus içinde örgütlemektir."


Bütün sınıflar, birleşin! Considérant'ın Demokratik Manifesto'sunda ilan ettiği slogan budur.

Böylesine, sınıf uzlaştırma taktikleri ile, bütün ülkelerin işçileri, işçilere karşıt olan bütün sınıflar karşısında, birleşiniz, yürekli çağrısını yapan Marx ve Engels tarafından savunulan uzlaşmaz sınıf mücadelesi taktikleri arasındaki ortak yan nedir?

Kuşkusuz, aralarında ortak bir şey yoktur. Öyleyse, Çerkezişvili Bayların aptal izleyicileri böylesine neden zırvalamaktadır? Bizleri ölü mü sanıyorlar? Bizim onları sürükleyip gün ışığına çıkarmayacağımızı mı sanıyorlar?

Ve nihayet, bir başka ilginç nokta [daha] var. Considérant, 1893'e kadar yaşadı. Demokratik Manifesto'sunu 1843'te yayınladı. Marx ve Engels, 1847'de, Komünist Manifesto'larını yayınladılar. Daha sonra, Marx ve Engels'in Manifesto'ları, bütün Avrupa dillerinde tekrar tekrar yayınlandı. Herkes bilir ki, Marx ve Engels'in Manifesto'ları yeni çağ açan bir belgedir. Durum böyleyken, Considérant ya da dostları, Marx ve Engels, hayatta bulunurlarken, bunların, "sosyalizmi", Considérant'ın Manifesto'sundan çalmış olduklarını söylememişlerdir. Okurlar, bu garip değil midir?

Öyleyse, bu "ilkel" zıpçıktıları -"bilginler", özür dilerim- bu türlü zırvalara iten nedir? Kimin adına konuşuyor bunlar? Considérant'ın Manifesto'sunu, Considérant'ın kendisinden daha mı iyi biliyorlar? Yoksa, Considérant ve taraftarlarının Komünist Manifesto'yu okumamış olabileceklerini mi sanıyorlar?

Ama yeter... Yeter, çünkü anarşistlerin kendileri de, Romus ve Çerkezişvili tarafından yapılan Donkişotvari cihat saldırısını, ciddiye almıyorlar. Bu maskaraca cihadın utanç verici sonu çok açık olduğundan, pek üstünde durmaya değmez..

Asıl eleştiri üzerinde ilerlemeye devam edelim.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.005
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 07.09.2013- 00:05


Böylece anarşistlerin tezlerinden şu çıkar:

(1) Sosyal-Demokratların düşüncesinde, işçileri kiralayacak ve kuşkusuz "bakanları, ... jandarmaları, casusları olacak" tam bir efendi gücünde bir hükümet olmaksızın, sosyalist toplum olanaksızdır.

(2) Sosyalist toplumda, Sosyal-Demokratların düşüncesinde, "kirli" iş ile "temiz" iş arasındaki ayırım kalacak, "herkese gereksinmelerine göre" ilkesi reddedilecek, ve bir başka ilke, yani "herkese hizmetine göre" ilkesi, egemen hale gelecektir.

Anarşistlerin, Sosyal-Demokratlara karşı "suçlama"larının temeli olan iki noktadır bu.

Anarşist Baylar tarafından ileri sürülen bu "suçlama"nın herhangi bir temeli var mıdır?
Biz, bu konu ile ilgili olarak, anarşistlerin söyledikleri her şeyin, ya bir aptallık sonucu, ya da alçakça bir iftira olduğunu iddia ediyoruz.

İşte gerçekler. Karl Marx'ın ta 1846'da dediği gibi: "İşçi sınıfı, gelişim çizgisinde, eski burjuva toplumun yerine, sınıfları ve onların düşmanlıklarını ayıklayıp atacak bir birlik koyacak ve artık politik güç diye adlandırılacak olan şey olmayacaktır. "

Bir yıl sonra, Marx ve Engeıs, aynı fikri, Komünist Manifesto' da ifade ettiler.

1887'de Engels, "Devletin, kendini, bir tüm olarak toplumun gerçek temsilcisi sayması, -toplum adına üretim araçlarının sahipliğini alarak- aynı zamanda, onun, devlet olarak en son bağımsız işidir. Toplumsal ilişkilere devlet müdahalesi, birer birer, her alanda gereksiz hale gelir ve daha sonra kendini tüketir. Devlet 'ortadan kaldırılmamıştır', çözülüp yokolmuştur." diye yazıyordu.

1884'te aynı Engels, "Bu nedenle, devlet, ta sonsuzluktan beri vardı denemez. Hiç bir devlet veya devlet gücü kavramına sahip olmayan, devletsiz yürüyebilen toplumlar olmuştur. Toplumun sınıflara ayrılmasını zorunlu kılan iktisadi gelişmenin belli bir aşamasında devlet de bir zorunluluk oldu. ... Şimdi, üretimin gelişmesinde, bu sınıfların varlığının, sadece zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, aynı zamanda da, üretim için kesin bir engel haline geldikleri bir döneme hızla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, bir zamanlar nasıl doğdularsa, aynı biçimde kaçınılmaz olarak, yok olacaklardır Devlet de, kaçınılmaz olarak, onlar!a birlikte yok olur. Üreticilerin özgür ve eşit birliği temeli üzerinde, üretimi yeniden örgütleyen toplum, bütün devlet mekanizmasını, o zaman, layık olduğu yere atacaktır - eski eserler müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına" diye yazıyordu

Engels, aynı şeyi, 1891'de tekrarladı.

Gördüğünüz gibi, Sosyal-Demokratların düşüncesinde, sosyalist toplum içersinde, bakanlarıyla, valileriyle, jandarmasıyla, polis ve askeriyle devlet, siyasi güç denilen şey için yer bulamayacak olan bir toplumdur Devletin varlığının en son evresi, proletaryanın, burjuvazinin nihai yıkımı için, siyası gücü ele geçireceği ve kendi yönetimini (diktatörlüğünü) kuracağı zaman, sosyalist devrim dönemi olacaktır Ama burjuvazi ortadan kaldırıldığı zaman, sınıflar ortadan kaldırıldığı zaman, sosyalizm iyiden iyiye yerleştiği zaman, herhangi bir siyasi güce gerek kalmayacak ve devlet denilen şey tarih alanına çekilecektir

Gördüğünüz gibi, anarşistlerin yukarda belirtilmiş olan "suçlamaları", temelden tümüyle yoksun tam bir dedikodudur.

"Suçlama"nın ikinci noktası açısından Karl Marks, bununla ilgili olarak şunları söylüyor "Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, işbölümü altındaki bireyin kölece boyun eğmesi ve bununla birlikte kafa ve kol emeği arasındaki antitez yok olduktan sonra; emek, yaşamın basit bir aracı halinden [çıkıp] yaşamın bizzat temel bir zorunluluğu haline geldikten sonra üretici güçler de bireyin her yönden gelişmesiyle artıktan sonra ... ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufku tümüyle arkada bırakılabilir ve toplum, bayrağının üzerine şunları yazabilir: herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmelerine göre."

Gördüğünüz gibi, Marx'ın düşüncesinde, komünist (yani sosyalist) toplumun daha yüksek aşaması, işbölümünün "kirli" ve "temiz" ve kafa ve kol emeği arasındaki ayırımın tümüyle ortadan kalkacağı, işin eşit, ve toplumda herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre, gerçek komünist ilkenin yerleşeceği bir istem olacaktır. Burada ücretli işin yeri yoktur.

Görülüyor ki, bu "suçlama" da temelden yoksundur. İki şeyden biri: ya Anarşist Baylar, Marx ve Engel'in yukarda belirtilen eserlerini hiç görmemişlerdir ve söylentilere dayanarak "eleştiri"ye kendilerini kaptırmışlardır; ya da bunlar, Marx ve Engels'in bu eserlerini biliyorlar ve açıkça yalan söylüyorlar.

Birinci "suçlama"nın yazgısı böyledir. Anarşistlerin ikinci "suçlaması", Sosyal-Demokratların devrimci olduklarını görmezlikten gelmeleridir. Sizler devrimci değilsiniz, sizler şiddet devrimini reddedersiniz, siz sosyalizmi yalnızca oy pusulaları yoluyla kurmak istiyorsunuz, diyorlar Anarşist Baylar.

Şuna kulak verin: "Sosyal-Demokratlar ... "devrim", "devrimci mücadele", "elde silah dövüş" sözlerini tekrarlamaktan hoşlanırlar. ... Ama eğer siz, bütün iyi niyetinizle, onlardan silah isteyecek olsanız, onlar, size büyük bir ciddiyetle seçimlerde kullanmak için oy pusulası uzatacaklardır." "Devrimciler için uygun olan taktiklerin, yalnızca, kapitalizme, kurulu iktidara ve mevcut burjuva sisteminin tümüne bağlılık yemini ile barışçı ve legal parlamentarizm olduğunu" iddia etmektedirler.

Tabii ki, Gürcü anarşistler de, hatta daha da büyük bir güvenle aynı şeyi söylüyorlar. Örneğin, aşağıdaki sözlerin sahibi, Bâton'u alalım.

"Sosyal-Demokrasinin tümü ... açıkça, tüfeklerin ve silahların yardımıyla savaşmanın bir burjuva devrim yöntemi olduğunu, partilerin yalnızca oy pusulaları, yalnızca genel seçimler aracılığıyla iktidarı ele geçirebileceğini, ve sonra da parlamenter çoğunluk ve yasama yoluyla toplumu yeniden örgütleyeceğini iddia ediyor."

Anarşist Bayların marksizm için söyledikleri işte budur.

Bu "suçlama"nın hiç bir temeli var mıdır?

Biz, burada da, anarşistlerin, cehaletlerini ve hırslarını iftira ile açığa vurduklarını iddia ediyoruz.

İşte gerçekler:

Daha 1847'nin sonlarında Karl Marx ve Friedrich Engels, şöyle yazıyordu: "Komünistler görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Amaçlarına, ancak bütün mevcut toplumsal koşulların zorla devrilmesiyle ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler. Bırakın, egemen sınıflar, bir komünist devrimiyle titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur. Ama kazanacakları bir dünya vardır. Dünyanın bütün işçileri, birleşiniz!"

1850'de, Almanya'da yeni bir patlama bekleyen Karl Marx, o zamanki Alman yoldaşlara, şunları yazıyordu: "Silahlar ve cephaneler hiç bir bahane ile, teslim edilmemelidir. ... İşçiler, kendilerini, bir kumandana ... .ve bir genel kurmaya sahip bir proletarya muhafızı halinde bağımsız olarak örgütlemelidirler. ..." Ve bunu "gelecekteki ayaklanma sırasında ve sonrasında gözönünde bulundurmanız gerekir".

1851-52'de Marx ve Engels, şöyle yazıyordu: "Ayaklanmaya bir kere başlanınca, en büyük kararlılıkla ve saldırı durumunda hareket edilir. Savunma her silahlı ayaklanmanın ölümüdür. Düşmanlarınızı, güçleri dağılmışken şaşırtın, küçük de olsa her gün yeni başarılar hazırlayın. ... Düşmanlarınızı, size karşı güçlerini toplayamadan geri çekilmeye zorlayın; bugüne kadar bilinen en büyük devrimci siyaset ustası Danton'un dediği gibi...
Sanırız, burada, "oy pusulalarının" ötesinde bir şey kastediliyor.

Nihayet, Paris Komününün tarihini hatırlayınız. Paris'teki zaferle yetinen ve Versailles'a, karşı-devrimin bu fesat yuvasına saldırmaktan kaçınan Komünün nasıl barışçı bir biçimde hareket ettiğini hatırlayınız. O zamanlar Marx'ın ne dediğini bilir misiniz? Paris işçilerinin oy sandığı başına gitmesi için çağrıda mı bulunmuştu? Paris işçilerinin uysallığını onaylamış mıydı (Paris'in tümü, işçilerin elindeydi), yenilen Versailles'a karşı gösterdikleri iyi niyeti onaylamış mıydı? Marx'ın söylediklerini dinleyin:

"Ne [büyük bir] esneklik, ne [büyük bir] özveri yeteneği [var] bu Parislilerde! Altı aylık açlıktan sonra ... Prusya süngülerinin altında ayaklanıyorlar. Tarihte böyle bir büyüklüğün örneği yoktur. Eğer yenilirlerse, kabahat, yalnızca "iyi niyetlerinde" olacak. Önce Vinoy, sonra da Paris Ulusal Muhafızının gerici kesimi, geri çekildikten sonra, derhal Versailles'a yürümeleri gerekirdi. Vicdani nedenler yüzünden, en uygun an kaçırıldı. Sanki haylaz garabet Thiers, Paris'i silahsızlandırmaya kalkışmasıyla, iç savaşı başlatmamış gibi, iç savaşı başlatmak istemediler."

İşte Karl Marx ve Friedrich Engels böyle düşündüler, böyle davrandılar.

İşte Sosyal-Demokratlar böyle düşünür, böyle davranır.

Ama anarşistler tekrarlamaya devam ediyorlar: Marx ve Engels ve onların izleyicileri yalnızca oylarla ilgileniyorlar - şiddet kullanılan devrimci eylemi reddediyorlar.

Gördüğünüz gibi, bu "suçlama" da, anarşistlerin, marksizmin özü konusundaki cehaletlerini açığa vuran bir iftiradır.

İşte ikinci "suçlama"nın da sonu bu.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.005
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 07.09.2013- 00:06


ANARŞİSTLERİN üçüncü "suçlama"sı şudur: Anarşistler, Sosyal-Demokrasinin bir halk hareketi olduğunu yadsırlar, Sosyal-Demokratları bürokrat olarak tanımlarlar ve Sosyal-Demokrasinin proletarya diktatörlüğü planının devrim için ölüm demek olduğunu, Sosyal-Demokratlar bu diktatörlükten yana olduklarına göre, onların, aslında proletaryanın diktatörlüğünü değil, proletarya üzerine kendi diktatörlüklerini kurmak istediklerini iddia ederler.

Bay Kropotkin'i dinleyelim: "Biz anarşistler, diktatörlük için son hükmü verdik. ... Biz biliyoruz ki, niyetleri ne kadar dürüst olursa olsun, her diktatörlük devrimin ölümüne yol açacaktır. Biz biliyoruz ki ... diktatörlük düşüncesi ... her zaman köleliği sürdürmeye çabalamış olan ... hükümet fetişizminin tehlikeli bir ürününden başka bir şey değildir." Sosyal-Demokratlar, yalnızca, devrimci diktatörlüğü kabul etmekle kalmazlar, üstelik de, "proletarya üzerinde diktatörlüğü savunurlar. ... İşçiler, ancak kendi denetimleri altında disiplinli bir ordu oldukları sürece, onlar için önem taşır. ... Sosyal-Demokrasi, proletarya aracılığıyla, devlet mekanizmasını ele geçirmeye çalışır."

Gürcü anarşistler de aynı şeyi söylüyorlar: "Proletarya diktatörlüğü, sözcüğün dolaysız anlamıyla, kesinlikle olanaksızdır, çünkü diktatörlüğü savunanlar devlet adamlarıdır ve onların diktatörlüğü, proletaryanın tümünün özgür faaliyeti değil, bugün var olan aynı temsili hükümetin, toplumun başına oturtulması olacaktır:"[96] Sosyal-Demokratlar, diktatörlüğü, proletaryanın kurtuluşunu kolaylaştırmak için değil, ... "Kendi yönetimleriyle yeni bir liderlik kurmak" için savunuyorlar.

İşte Anarşist Bayların üçüncü "suçlama"sı budur.

Anarşistlerin, okuyucularını aldatmak için ortaya attıkları her zamanki iftiralardan biri olan bu ["suçlamayı yazmış
teşhir etmek için, çok büyük çaba gerekmez

Burada, her diktatörlüğün, devrimin ölümü demek olduğunu iddia eden Kropotkin'in, tümüyle yanlış olan görüşünü incelemeyeceğiz. Bunu, daha sonra, anarşistlerin taktiklerini tartışırken, ele alacağız. Şimdi, yalnızca, "suçlamanın kendisine değineceğiz.

Daha 1847'nin sonunda, Karl Marx ve Friedrich Engels, sosyalizmi kurmak için proletarya, siyasi diktatörlüğü gerçekleştirmelidir, öyle ki, bu diktatörlüğün yardımıyla burjuvazinin karşı-devrimci saldırılarını püskürtebilsin, onu üretim araçlarından yoksun edebilsin; bu diktatörlük, birkaç kişinin diktatörlüğü değil, bir sınıf olarak bütün proletaryanın diktatörlüğü olmalıdır diyorlardı. "Proletarya siyasi üstünlüğünü, bütün sermayeyi, burjuvaziden derece derece çekip almak, bütün üretim aletlerini, yönetici sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak için kullanacaktır:"

Yani, proletarya diktatörlüğü, bir sınıf olarak bütün proletaryanın, burjuvazi üzerinde diktatörlüğü olacaktır, birkaç kişinin proletarya üzerindeki egemenliği değil

Sonraları, işte bu düşünceyi, hemen hemen bütün yapıtlarında tekrarladılar, örneğin Louis Bonaparte'ın Onsekizinci Bruınaire'i, Fransa'da Sınıf Mücadeleleri, Fransa'da İç Savaş, Almanya: Devrim ve Karşı-Devrim, Anti-Dühring ve diğerleri.

Dahası var. Marx ve Engels'in proletarya diktatörlüğünü nasıl anladıklarını, bu diktatörlüğe ne dereceye kadar olabilir gözü ile baktıklarını anlayabilmek için, Paris Komününe karşı tutumlarının ne olduğuna bakmak çok ilginç olacaktır. Sorun şudur: proletarya diktatörlüğünü, yalnızca anarşistler değil, kasaplar ve meyhaneciler de dahil olmak üzere, şehir küçük-burjuvazisi, Marx ve Engels'in darkafalı adını verdiği bütün herkes suçluyor. Engels, bu darkafalılara seslenirken, proletarya diktatörlüğü hakkında şunları söylüyor:

"Son zamanlarda, Alman darkafalısı, şu sözlerden dolayı, bir kez daha esaslı bir korkuya kapılmakta: Proletarya Diktatörlüğü. Pekala beyler, bu diktatörlüğün nasıl bir şey olduğunu öğrenmek istemez misiniz? Paris Komününe bakın. İşte o, proletarya diktatörlüğüydü."

Gördüğünüz gibi, Engels, proletarya diktatörlüğünü, Paris Komünü biçiminde anlamaktadır.

Açıktır ki, marksistlerin anladığı biçimde proletarya diktatörlüğünün ne olduğunu iyi öğrenmek isteyen herkes, Paris Komününü incelemelidir. Eğer, Paris Komününün, gerçekten de, birkaç kişinin proletarya üzerindeki diktatörlüğü olduğu ortaya çıkarsa, o zaman - kahrolsun marksizm, kahrolsun proletarya diktatörlüğü! Ama Paris Komününün gerçekten de proletaryanın burjuvazi üzerindeki diktatörlüğü olduğunu bulursak, o zaman, marksizme karşı mücadelelerinde, iftira uydurmaktan başka çareleri olmayan anarşistlerin iftiralarına ağız dolusu güleceğiz.

Paris Komününün tarihi, iki döneme ayrılabilir: Paris'teki işlerin ünlü Merkez Komitesi tarafından denetlendiği birinci dönem ve Merkez Komitesinin yetkileri sona erdikten sonra, işlerin denetiminin yeni seçilen Komüne devredildiği, ikinci dönem. Bu Merkez Komitesi neydi, bileşimi nasıldı? Önümüzde, Arthur Arnould'un bu sorunun cevabını kısaca veren, Paris Komününün Basit Tarihi adlı eseri duruyor. 300.000 Parisli işçi, bölükler ve taburlar halinde örgütlendikleri ve saflarından delegeler seçtikleri sırada, mücadele daha henüz başlamıştı. Merkez Komitesi, bu yolla kuruldu.

Arnould şöyle diyor: "Bölükleri ve taburlarınca kısmi seçimler sırasında seçilmiş olan bütün bu yurttaşlar [Merkez Komitesi üyeleri], yalnızca, delegeleri oldukları küçük gruplar tarafından biliniyorlardı. Kimdi bu adamlar, ne biçim insanlardı ve ne yapmak istiyorlardı? Bu "hemen hemen tamamen, dörtte üçünün adı, sokakları veya işyerleri dışında bilinmeyen, sıradan işçiler ve küçük memurlardan oluşan isimsizlerin bir hükümetiydi. ... Gelenekler altüst olmuştu. Beklenmedik bir şey olmuştu dünyada. Aralarında egemen sınıflardan bir tek kişi yoktu. Bir tek avukat, mebus, gazeteci veya general tarafından bile temsil edilmeyen bir devrim patlak vermişti. Bunlar yerine, Creusot'dan bir madenci, bir ciltçi, bir aşçı ve başkaları bulunuyordu."

Arthur Arnould anlatmaya devam ediyor: "Merkez Komitesi üyeleri şöyle diyorlardı: "Biz tanınmamış kişiler, saldırıya uğrayan halkın mütevazı araçlarıyız. ... Biz, burada, halkın iradesinin araçları olarak onun sesi olmak, onun zaferini gerçekleştirmek için bulunuyoruz. Halk bir Komün istiyor ve biz Komünün seçimini gerçekleştirmek için kalacağız." Tam tamına böyle. Bu diktatörler, kendilerini, ne yığınlarının üstünde, ne de uzağında tutuyorlar. İnsan hissediyor ki, onlar, yığınlarla birlikte, yığınların içinde ve yığınlar sayesinde yaşıyorlar, her an onlara danışıyorlar, onları dinliyor ve üçyüzbin insanın düşüncesini, ... işittikleri her şeyi, özlü bir biçimde iletiyorlar."

Paris Komünü, varlığının birinci döneminde böyle davrandı.

İşte Paris Komünü buydu. İşte proletarya diktatörlüğü budur. Şimdi, Merkez Komitesi yerine Komünün işleri yürüttüğü döneme, Komünün ikinci dönemine geçelim. İki ay süren bu iki dönemden söz ederken, Arnould heyecanla, bunun, halkın gerçek diktatörlüğü olduğunu ilan ediyor. Dinleyin:

"Bu halkın, o iki ay boyunca sunduğu muhteşem manzara, ... geleceğe bakarken içimizi güç ve ümitle dolduruyor. Bu iki ay boyunca, Paris'te gerçek bir diktatörlük, bir tek adamın değil -duruma tek egemen olan- bütün halkın en tam ve tartışma kabul etmez diktatörlüğü vardı. ... Bu diktatörlük, 18 Marttan 22 Mayısa [1871] kadar, iki aydan fazla, kesintisiz devam etti." Kendi başına "Komün, yalnızca bir moral güçtü ve ... yurttaşların genel sempatisinden başka maddi bir güce sahip değildi; halk, yönetici, tek yönetici idi; kendileri, kendi polislerini ve kendi yargıçlık sistemlerini kurmuşlardı"

İşte Komünün bir üyesi olan ve onun göğüs göğüse mücadelelerine aktif olarak katılan Arthur Arnould, Paris Komününü böyle anlatıyor.

Paris Komünü, üyelerinden bir başkası ve aynı ölçüde aktif bir savaşçısı olan Lissagaray tarafından da aynı biçimde tanımlanıyor." "Tek yönetici olarak" halk, "bir adamın değil, bütün halkın diktatörlüğü" - işte Paris Komünü buydu

Engels, darkafalılar öğrensin diye, "Paris Komününe bakın. İşte o, proletarya diktatörlüğüydü." diye sesleniyor.

Marx ve Engels'in anladığı biçimde proletarya diktatörlüğü budur.

Gördüğünüz gibi, aziz okuyucu, siz ve ben, Çinceyi ne kadar anlıyorsak, Anarşist Baylar da o çok "eleştirdikleri" proletarya diktatörlüğünü, Paris Komününü ve marksizmi o kadar anlıyorlar.

Açıktır ki, iki tür diktatörlük vardır. Birincisi, halkı hedef alan, azınlığın diktatörlüğü, bir küçük grubun diktatörlüğü, Treporların ve İgnatyerlerin diktatörlüğü. Bu tür diktatörlüğün başında, genellikle, gizli kararlar alan ve halkın çoğunluğunun boynundaki ipi daraltan bir danışmanlar grubu bulunur. Marksistler böyle bir diktatörlüğün düşmanıdırlar ve böyle bir diktatörlüğe karşı, bizim gürültücü anarşistlerimizden çok daha kararlı bir şekilde ve özveri ile savaşırlar.

Bir başka tür diktatörlük ise, burjuvaziyi, azınlığı hedef alan proleter çoğunluğun diktatörlüğü, yığınların diktatörlüğüdür. Bu diktatörlüğün başında, yığınlar bulunur. Burada ne bir danışmanlar grubuna, ne de gizli kararlara yer vardır, burada her şey açıkça, sokaklarda, toplantılarda yapılır - çünkü bu, sokağın, yığınların diktatörlüğüdür, bütün ezenleri hedef alan bir diktatörlüktür.

Maksistler böyle bir diktatörlüğe "dört elle" sarılırlar, çünkü böyle bir diktatörlük, büyük sosyalist devrimin görkemli başlangıcıdır.

Anarşist Baylar, bu birbirlerini karşılıklı olarak yadsıyan iki diktatörlüğü karıştırdılar: ve gülünç duruma düştüler. Marksizmle değil, kendi yarattıkları hayallerle savaşıyorlar, Marx ve Engels'le değil, rahmetli Don Kişot'un kendi zamanında yaptığı gibi, yel değirmenleriyle savaşıyorlar.

İşte üçüncü "suçlama"nın sonu da budur.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.005
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 07.09.2013- 00:08


(*) Parti Merkez Komitesi, Stalin yoldaşı 1907 ortalarında parti çalışmalarını yürütmek üzere Bakü'ye gönderdi. Onun bir kaç ay sonra tutuklanması nedeniyle yazının devamı yayınlanamamıştır. "Anarşizm mi, Sosyalizm mi?" yapıtının son bölümlerine ait notlar ev baskını sırasında kaybolmuştur.

Kaynak:
Evrensel Basım Yayın; Anarşizm mi Sosyalizm mi?
Kurtuluş Cephesi



Yeni Başlık  kilitli
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   [2] 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör sosyalizm ile reel sosyalizm arasında ne fark var yura 5 14175 23.03.2014- 12:22
Konu Klasör Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm melnur 19 16529 30.08.2013- 00:25
Konu Klasör Sosyalizm melnur 2 4682 18.02.2020- 06:32
Konu Klasör sosyalizm hakkı 37 26510 30.01.2020- 08:50
Konu Klasör Sosyalizm ve din proleter 0 2906 21.01.2015- 22:26
Etiketler   Anarşizm,   Sosyalizm
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS