Bugün Ankara’da ABD Dışişleri Bakanı Blinken ile Dışişleri Bakanı Fidan arasında Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi sonrasında yaşanan gelişmeler konusunda bir görüşmenin gerçekleştirilmesi bekleniyor. Heyet Tahrir el Şam (HTŞ)’nin başını çektiği cihatçı güçlerin Suriye’de iktidarı ele geçirmesi konusunda ABD emperyalizmiyle Türkiye’nin çıkar ve görüşleri önemli oranda kesiştiği için bu görüşmenin asıl gündemini ABD’nin Fırat’ın doğusunda Kürtlerle (Suriye Demokratik Güçleri) sürdürdüğü iş birliği oluşturacak. Çünkü Erdoğan iktidarı Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’yi “terör örgütü” olarak tanımlayıp Türkiye için bir “tehdit” olarak gösteriyor. Blinken-Fidan görüşmesinin hemen öncesinde ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Kurilla’nın SDG’yi ziyaret etmesi, SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi’nin Menbiç’ten çekilme açıklaması yapması ve Suriye’de Barzani çizgisindeki Kürt partilerinin oluşturduğu ENKS ile Demokratik Birlik Partisinin (PYD) başını çektiği Ulusal Birlik Partileri (PYNK) arasında ABD-Fransa ara buluculuğunda görüşmelerin yeniden başlayacağı haberleri, Ankara’da yapılacak Rojava pazarlığının çerçevesi hakkında fikir veriyor.
Colani’nin liderliğini yaptığı el Kaidenin devamcısı HTŞ ile Türkiye’nin maaşa bağladığı cihatçı gruplardan oluşan SMO’nun Halep’i ele geçirmesiyle birlikte bu iki gücün öncelikleri arasındaki ayrım ortaya çıkmıştı. HTŞ, ABD ve İsrail’in stratejisiyle uyumlu bir şekilde Kürtlerin ve Suriye’deki azınlıkların hedef alınmayacağı yönünde bir açıklama yapmıştı. Oysa geçmiş dönemlerde HTŞ’nin önceli el Nusra ile Suriye Kürt güçleri arasında birçok çatışma yaşanmıştı. SMO ise, Türkiye’deki Erdoğan yönetiminin hedefleriyle uyumlu bir şekilde uzunca bir süredir operasyon yapılmak istenen Tel Rıfat’a yönelerek bu bölgeyi ele geçirmişti. Tel Rıfat’tan sonra sıra önemli bir kavşak olan Menbiç’e gelmiş ve burada çatışmalar yaşanmaya başlamıştı.
Fırat’ın batısında Kürtlerin elinde bulunan bu bölgelere yönelik saldırılar karşısında ABD’den ciddi bir itiraz gelmedi. Çünkü Kürtlerin bu bölgelerdeki varlığı önemli oranda Rusya ile mutabakata dayanıyordu ve ABD ise, Kürtlerle iş birliğini Fırat’ın doğusundaki bölge ile sınırlıyordu. Sadece bu durum bile, ABD emperyalizminin asıl derdinin Kürtlerin ulusal varlıkları ve haklarını korumak değil; kendi bölgesel çıkarları olduğunu görmek için yetiyor.
(...)
https://www.evrensel.net/yazi/96056/ankarada-rojava-pazarligi
Öcalan’a çağrı, Bakırhan’a alkış ve gelmekte olan kara kış – Berkant Gültekin
Bahçeli’nin Bakırhan’ı alkışlamasının politik tercümesi açık. Anlaşılıyor ki MHP lideri, Türkiye’nin YPG ile Suriye’de bir çatışmasızlık üzerine anlaşmasını, Öcalan’ın yapacağı çağrıyla fitili ateşleyip Kürt kamuoyunun sürece güven duymasını sağlamasını, bu ortaklığın da Kürt seçmen desteğine tahvil edilip Türkiye’de Erdoğan’ın yeniden seçilmesine giden yolun taşlarını döşemesini istiyor. Bu kurgu, ABD ile Türkiye arasındaki sorunu da otomatikman ortadan kaldırıyor
(...)
Türkiye’de iktidar bloku Suriye’de olan bitenden hayli memnun. Esad’ın devrilmesi ve Emevi Camisi’nde namaz kılma hayali, öyle ya da böyle gerçeğe dönüştü. “Öyle ya da böyle” dediğimiz parantezin içine, ölümler, katliamlar, milyonlarca insanın sığınmacı durumuna düşmesi ve bir ülkenin yerle bir olması gibi “küçük” detaylar giriyor tabii! Ama MİT Başkanı İbrahim Kalın, Şam’a giderek meşhur camide namazını kıldı ya, siyasal İslamcılara bu yeter. Erdoğan da ayakta, daha ne olsun. Esas kazanan Siyonizm ve emperyalizm olmuş olsa da onların kahve bardaklarını devirerek Siyonizme kafa tutulabileceğini sanan çocuksu zihin dünyası, yetişkinler dünyasındaki hakikati anlama kabiliyetine sahip değil. Üstelik düşman gördüklerine nasıl hizmet ettiklerinden bile haberleri yok.
(...)
Devlet Bahçeli’nin PKK lideri Öcalan’a yaptığı çağrının üzerinde durmak gerekiyor. Bahçeli, ilk açıklamasından sonra da bu önerisini birkaç kez yineledi. Son olarak ise bütçe görüşmelerinde DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın konuşmasını alkışlayarak hâlâ aynı noktada olduğunu gösterdi. Bakırhan o konuşmasında Bahçeli’nin başlattığı tartışmaları olumlu bulduklarını, Türkiye’nin, sınırları dışında yaşayan Kürtlerle “hasımlık” değil “hısımlık” yapması gerektiğini, sınır dışındaki Kürtlerin, Türkiye için bir tehdit olmadığını söylemiş ve “Türk-Kürt ittifakını demokratik bir zemine çekerek barış ve kardeşlik projesini başlatmamız gerekir. Bugün, tarihi Türk-Kürt ittifakının test alanı Rojava’dır (…) Ortadoğu’da barışın sağlanması adına bölgesel bir ittifak, sosyal, ekonomik ve kültürel etkileşim şarttır. Bu konuda iktidarın atacağı adımlara her türlü desteği vermeye hazırız” ifadelerini kullanmıştı.
Bahçeli’nin Bakırhan’ı alkışlamasının politik tercümesi açık. Anlaşılıyor ki MHP lideri, Türkiye’nin YPG ile Suriye’de bir çatışmasızlık üzerine anlaşmasını, Öcalan’ın yapacağı çağrıyla fitili ateşleyip Kürt kamuoyunun sürece güven duymasını sağlamasını, bu ortaklığın da Kürt seçmen desteğine tahvil edilip Türkiye’de Erdoğan’ın yeniden seçilmesine giden yolun taşlarını döşemesini istiyor. Bu kurgu, ABD ile Türkiye arasındaki sorunu da otomatikman ortadan kaldırıyor. Bakırhan konuşmasında Erdoğan’ın önünde “Tarihe geçme fırsatı” olduğunu söylediğine göre, Kürt siyasi hareketinin anayasa referandumu ya da bir erken seçim gelip çattığında “tarihe geçen” bir lideri cezalandırmaktan yana direkt bir tavır geliştirmekten kaçınması sürpriz olmayacaktır.
Akepe düzeninin Suriye’ye dair bir başarı hikayesi yazarken iki temel unsura dayandığı biliniyor. Birincisi “güçlü devlet, fatih lider” ise, ikincisi “göçmenlerin geri dönüşü”. Birinci söylem ile tam kandıramadıkları kitleleri, ikinci söylemle hipnotize etmeyi deniyorlar. Buna devam edecekler zira fetih söylemi emekçi halk pazara inip cebindeki paranın yetersizliğini gördüğü anda boşa düşüyor. İkinci söylemden beklentileri ise nispeten daha gerçekçi. Halkın büyük çoğunluğu Suriye’de yönetimin değişmesiyle şu an Türkiye’de bulunan milyonların ülkelerine dönmesinin kendi refahında neredeyse otomatik bir artışa sebep olacağına inanıyor, ya da en azından buna inanmak istiyor. Bu düşüncenin nesnel temelleri de var. Türkiye’deki enflasyonun esas itibariyle talepten kaynaklandığı palavrasını yutarsanız, başta barınma ihtiyacı olmak üzere, herhangi bir hizmet ya da ürüne talebin birkaç milyon kişinin gidişiyle birlikte düşeceğine inanmanız doğal. Bir başka varsayım ise iş piyasasıyla ilgili. Daha düşük ücretlerle çalışan göçmen işgücü denklemden çıkartıldığında, işsiz sayısının azalması ve ücret seviyesinin yükselmesini bekleyebilirsiniz.
Gelin görün ki, kâğıt üzerinde geçerli olan kimi doğrular “piyasa koşulları” ve gerçek hayat devreye girdiğinde geçersiz hale geliyorlar. Baştan başlayalım. Suriyeli göçmenlerin kitlesel olarak geri dönmeleri, bir başka deyişle toplam talebi etkileyecek boyutta Türkiye’yi terk etmeleri, bugünden yarına gerçekleşebilecek bir şey değil. Suriye’de tesis edilen, daha doğrusu, tesis edildiği izlenimi verilen nizamın 10 yılı aşkın süredir Türkiye’de iyi kötü bir düzen kuran ailelerin bundan sonraki yaşamlarını sürdürmek isteyecekleri bir seviyeye ne zaman geleceğini şimdiden kestirmek olanaksız. Şam’ın merkezini bir yana bırakırsak, insanların sokağa çıkmaktan bile korktukları, 40 farklı ülkeden devşirilmiş kelle kesicilerin asayişi temin etmesi beklenen bir ülkede kimse yaşamak istemez.
Her ne kadar aynı merkezin “çocukları” olsalar da HTŞ, SMO ve YPG arasında henüz tam sonuçlanmamış bilek güreşinin nihayete ermesinin alacağı zamanı bir yana bırakalım. Ilımlılık cilasıyla pazarlanan HTŞ’nin kendi içerisinde tam bir denetim sağlaması dahi kolay ve çabuk olmayacaktır. Kafkasya’dan, Filipinler’den veya Uygur Bölgesi’den ithal edilmiş selefi cihatçıların, ABD, İsrail ve Akepe’nin arzu eder göründüğü “hoşgörülü” rejime razı olmaları eşyanın tabiatına ters. O pilav daha çok su kaldırır. Bu yüzden sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında uzun yıllardır yaşayan Suriyeliler’in geri dönüşleri de genişçe bir zamana yayılacaktır.
Bu yazıyı yazarken Şam’da Emevi Meydanı’nda Seküler Suriye Gençliği adlı bir grubun gösteri çağrıları yapılıyordu. Şam’da konuştuğum insanlar kendilerinden emin bir şekilde “Eski rejimi tekrar edeceklerse istemiyoruz. Laik yönetim istiyoruz, şeriat istemiyoruz” diyorlar ancak El Kaide kökenli bir örgütten ‘laik’ yönetim beklemek ne kadar gerçekçi; zaman gösterecek!
Şam’ın merkez meydanlarından biri olan Emevi Meydanı’nda küçüklü büyüklü gruplar sevinç gösterileri yapıyordu. | Fotoğraf: Hediye Levent
10 Aralık’ta, sabahın çok erken saatinde Şam’a geçmek üzere Lübnan sınır kapısındaydım. Lübnan tarafı yine güvenlik önlemlerini artırmıştı, sınırdan sivillerin geçişlerine izin verilmiyordu ancak Lübnan pasaport şubesinin tam karşısındaki araziden insanlar yürüyerek Suriye’ye geçiyordu.
Nihayet işlemler tamamlandı, Lübnan tarafından Suriye kapısına ilerlemeye başladık. Yol bomboştu, sağda solda devrik yönetimin ve Esad’ın resimleri, önceki yönetimin bayrakları asılıydı. Nöbetçi kulübeleri, gümrük kısmı, pasaport şubesi; her yer boştu. Yol kenarında terk edilmiş, bir kısmı yağmalanmış araçlar vardı. Sınır kapısından Şam’a kadar açık tek bir dükkan, şans eseri etrafta dolaşan tek bir insan görmeden ilerledik.
Şam’ın kent merkezine yaklaştıkça araç ve insan trafiği çok az da olsa göze çarpmaya başladı.
Şam’a doğru yola çıkmadan önce konuştuğum insanlar telefon hatlarının çok kötü olduğunu, internetin düzgün çalışmadığını ve ekmek dahil yiyecek bulmakta zorlandıklarını söylemişti. Beyrut’tan yola çıkarken yanıma sabundan konserve yiyeceğe, yedek pilden alternatif internet hattına kadar birçok şey almıştım. Ancak 10 Aralık’ta, yani Şam’a ulaştığım gün ilk işim elbette telefon ve internet hattı almak oldu. Para birimi neydi, üstünde Esad ailesinin resimlerinin olduğu banknotlar hâlâ kullanılıyor muydu, dolarla alışveriş yapabiliyor muyduk; hepsi cevapsızdı.
Zaten bankalar, döviz büroları, çarşılar, dükkanlar neredeyse her yer kapalıydı. Kimse bir şey bilmiyordu, etrafta soru sorabileceğimiz yetkili, sorumlu birileri de yoktu.
Şam’ın merkez meydanlarından biri olan Emevi Meydanı’nda küçüklü büyüklü gruplar sevinç gösterileri yapıyordu. Muhalifler ve İslamcıların bir kısmı açısından manevi bir anlamı da olan; bir tarafında Suriye devlet televizyonu binası, bir tarafında ise eski yönetimin iktidar sembollerinden biri olan hava istihbarat binası olan meydanın ortasında bir tank vardı. Orada mıydı, sonradan muhalifler tarafından mı oraya getirilmişti bilmiyorum ama çoğu genç erkeklerden oluşan gruplar tankın üstünde sloganlar atıyordu. Aileler çocuklarını tankın üstüne çıkarıp hatıra fotoğrafları çekiyordu. Meydanda çok da göze çarpmayacak sayıda silahlı, kamuflaj kıyafetli gençler vardı. İnsanlarla ilişkileri çok sıcaktı, sürekli birileri ile fotoğraf çekiliyorlardı ya da fotoğraf için silahlarını ödünç veriyorlardı.
Emevi Meydanı | Fotoğraf: Hediye Levent
Şam’ın merkezinde, Hamidiye Çarşısında, Emevi Camisi civarında ya da Hristiyan mahallesi olarak bilinen Eski Şam’da ne yeni yönetimin geldiğine ne de Esad yönetiminin devrildiğine dair belirgin bir işaret vardı. Hâlâ duvarlar, binalar, dükkan kepenkleri önceki dönemin bayraklarının rengine boyanmıştı. Sokaklarda az sayıda da olsa kadınlar, genç kızlar, erkekler vardı. Az sayıda dükkan açıktı. Zaten akşam 5’ten itibaren sokağa çıkma yasağı başlıyordu, ki bir sonraki gün o da kaldırıldı.
Sokaklarda kitlesel bir hezeyan, linç dalgaları, taşkınlıklar yoktu. Zaten Şam’da milyonlarca insan evlerinden çıkmamayı, sessiz kalmayı ve gidişatı izlemeyi seçmişti. Bu durum en azından benim Şam’da olduğum 1 hafta boyunca devam etti.
Fotoğraf: Hediye Levent
Aslında insanlar şoktaydı, durumu anlamaya, gidişatı algılamaya çalışıyordu.
Sanırım en hızlı kendine gelenler kayıp yakınları oldu. Suriye on yıllardır BAAS iktidarı altındaydı ve insan hakları-hukuk, işkence gibi konularda sicili oldukça karanlıktı. İnsanların önünden geçmekten bile korktuğu cezaevleri, istihbarat şubeleri vardı. Şeffaflığın esamesinin okunmadığı ülkede elbette düzgün işleyen bir adalet sisteminden de bahsetmek mümkün değil. On yıllar içinde on binlerce insan kayboldu Suriye’de. Kimisinin ailesi, kayıp yakınının nereye, hangi şubeye ya da cezaevine götürüldüğünü bile öğrenemedi. Kimilerinin ailesine sadece kimliği gönderildi. Suriye’de gözaltında ya da tutukluyken öldürülen, infaz edilen ya da bir şekilde ölen kişilerin cenazesi verilmezdi, sadece kimliği gönderilirdi.
İnsanlar hapishanelere, istihbarat şubelerine akın etti. Ellerine geçen bütün defterlerde, kayıtlarda, evraklarda yakınlarına dair izler aramaya başladı.
Karanlık ünü bütün Suriye’de bilinen cezaevlerinden en büyüğü Sednaya şüphesiz. Oldukça büyük bir arazi üzerine inşa edilmiş hapishanenin planları da kayıp, 24 saat mahkumların izlendiği kamera kayıtları ve mahkumlara dair dosyalar da. Eski mahkumların bir kısmı hapishanenin altında 3 ya da 6 kat daha gizli hücrelerin bulunduğu bölümlerin olduğunu söylemeye başladı. Hapishanede hâlâ gizli hücrelere dair aramalar devam ediyor ancak gerçekten bunlar varsa bile oralardaki insanların günlerdir kapalı olan havalandırma sistemi, açlık ve susuzluk gibi sebeplerle ölmüş oldukları kesin.
Esad yönetimi döneminde kullanılan, istihbarat şubelerinin tutuklu merkezlerinden biri. | Fotoğraf: Hediye Levent
Sednaya dahil birkaç hapishaneye ve istihbarat şubelerinin tutuklu merkezlerine gittim. Kadın ve çocukların da olduğu bu merkezlerde ne yatak vardı, ne de şilte ya da battaniye. Nemden çürümüş duvarlar, ışık görmeyen hücreler, koridorlara sinmiş yılların ağır kokusu, duvarlarda “Annem ve babam, sabırlı olun” notlarından zülfikara, Mescid-i Aksa tasvirlerinden takvimlere kadar kazınmış birçok şey vardı. Hücrelerin çoğunda iki PET şişe vardı, biri tuvalet diğeri su içmek için… Bir plastik tabak dışında bir şey görmedim.
Elbette bu hapishanelerdeki herkes masum değildi. Onlarca kişinin faili IŞİD militanları da vardı hapishanelerde, arkadaşlarının yanında ettiği bir lafı çarpıtan birinin yazdığı rapor yüzünden mahkemesiz, duruşmasız yıllarca hapis yatan da…
Kayıp yakınları hapishanelerden serbest bırakılanlara da akın ettiler. Şam’daki Ibn Nefis Hastanesinde Sednaya’dan serbest bırakılan bir adam karısının elini tutmuş, diğer kolunda serum, kayıp yakınlarının gösterdikleri fotoğraflara teker teker bakıp sorulara cevap vermeye çalışıyordu. Odası ağzına kadar doluydu ve kayıp yakınlarını bir kez daha yıkan cümleleri defalarca tekrar etti: “2017’den önce tutuklananlar öldü, boşuna aramayın.” Doğru mu değil mi bilmiyorum ama konuştuğum kayıp yakınları hâlâ az da olsa ümitliydi. Birçoğu “Ölü mü, sağ mı bileyim yeter” dedi.
Her geçen gün telefon hatları ve internet biraz daha düzeldi, Şam içindeki yollarda insan ve araç trafiği artışı gözle görülür hale geldi, dükkanlar açılmaya, fırınlar çalışmaya başladı. Şam içinde bir yabancı ve kadın gazeteci olarak kendime yönelik olumsuz bir şey ile karşılaşmadım, karşılaşanı da duymadım. Ancak şehirler arası yollar ve diğer şehirler için durum aynı değildi. Mesela Şam-Halep kara yolunda küçüklü büyüklü çetelerin araçlara saldırdığını, insanları soyduğunu duymaya başladık.
Yine Hristiyanlar, Aleviler gibi azınlıkların olduğu yerlerde, özellikle köylerde silahlı grupların baskınlar yaptıklarına, insanları tehdit ettiklerine dair görüntüler çoğaldı.
Şam merkezde içkili mekanlar, bayiler açıktı. Büyük otellerde, sokaklarda, restoranlarda, Hristiyan mahallesinde yılbaşı ve Noel hazırlıkları, süslemeleri devam ediyordu ancak Şam kırsalındaki neredeyse 2 bin yıllık Hristiyan kasabası Malula tedirgindi. Daha önce Nusra Cephesinin; HTŞ’nin isim değiştirmeden önceki versiyonunun saldırısına uğrayan kasabada örgüt tarafından rahibeler dahil insanlar kaçırılmış, antik kiliseler yakılmıştı. Malula’ya pazar ayini sırasında gittim. İnsanlar tedirgindi, kameralara konuşmaktan çekiniyordu, en fazla “Hepimiz için hayırlısı olsun” diyordu. Ancak ayinin başladığını haber veren çanlar çalarken kasabanın ortasına iki devasa hoparlör kuran gençler tekbirlerin de olduğu İslami müzik yayını yapmaya başladı. Kilise çanlarının seslerini bastıracak kadar açmışlardı sesi.
Esnaf ve insanlar kayıt dışı sohbetlerde motosikletli gençlerin kasabaya geldiklerini, “İçki içmeyeceksiniz, ayağınızı denk alacaksınız” diye tehdit ettiklerini anlattılar. Kimdi bu gruplar, HTŞ tarafından mı gönderilmişlerdi, yoksa ferdi olaylar mıydı kimse bilmiyor ancak bilinen tek şey azınlıkların korku içinde oldukları!
HTŞ’nin Suriye’nin bir kısmının yönetimini ele geçirmesine Suriye içinde ve dışında yaşayan Suriyeliler arasında sevinç ve rahatlama yarattığı kesin ancak mesela HTŞ’nin ilk cuma namazında ben izdiham bekliyordum, en az yarım milyon insanın sokağa ineceğini düşünüyordum, olmadı. Cuma namazı kalabalıktı ancak Sünni kenti olarak bilinen, baskıdan ve savaştan yılmış milyonların yaşadığı Şam’da ilk cuma namazına 50 bin kişinin bile katılmaması tedirginliğin ve temkinliliğin önemli bir göstergesi.
Mesela Türkiye’de “Esad devrildi, Suriyeliler artık döner” dalgası esiyor ama bu gerçekçi değil. Çünkü Suriye’de binlerce tamamen harap mahalle, köy, kasaba var. Elektrik, su, kanalizasyon sistemlerinin yanı sıra okulların, hastanelerin, kamu hizmetleri verecek binaların, yolların yeniden inşa edilmesi gerekiyor.
Sorun yeniden imar ile de bitmiyor ki! Ekonominin canlanması, fabrikalar dahil istihdam yaratacak çarkın yeniden çalıştırılması lazım. Bütün bunlar için para lazım. Para için Suriye’ye yönelik Amerikan yaptırımlarının kaldırılması gerekiyor, ki HTŞ hâlâ ABD’nin terör örgütleri listesinde. Gerçi bunu halletmek çok zor değil; örgüt isim değiştirir, bilinmeyen isimler öne çıkarılır vs. vs. ancak ekonomi ile istikrarın, istikrar ile güvenliğin ayrılmaz olduğu da bir gerçek.
Bu çerçevede yeni yönetimin en büyük handikaplarından biri devlet kurumlarını yeniden inşa etmek olacak. Halihazırda HTŞ kontrolündeki bölgelerde ne polis teşkilatı var ne de ordu! Sevinç sarhoşluğu yavaş yavaş yerini kaotik bir boşluğa bırakmaya başlayabilir ki bu da elinde silah olan herkesin kendi çetesini kurması demek.
Bu arada HTŞ de ülke yönetimini devralma konusunda çok hazırlıklı değilmiş anladığım kadarıyla. Şam’da HTŞ içindeki isimlere “Suriye’yi nasıl yöneteceksiniz? Ekonomi politikanız ne? Dış politikanız nasıl olacak?” diye sordum ama ellerinde bir plan olmadığını öğrendim.
Para biriminden müfredata, iç güvenlikten tarım politikasına, dış politikadan bankacılık sistemine kadar aklınıza gelebilecek her konuda oturup konuşup karar vermeleri gerekiyor. Peki HTŞ’nin elinde bunca iş yükünün altından kalkabilecek yeterli insan gücü var mı? Şu anda yok ama bulması çok zor değil. Savaş döneminde ülkeyi terk eden çok sayıda farklı konularda uzman var; onlarla iş birliği yapılabilir ki, Türkiye başta olmak üzere birçok ülke bu konularda destek vermek için oldukça da hevesli.
Ancak HTŞ’nin muhtemelen ayağına bağ olacak ve ileride iç çatışmalara kadar varabilecek en önemli sorunlardan biri elbette yabancı cihatçılar ve radikal Arap cihatçılar meselesi…
HTŞ yıllardır birlikte savaştığı binlerce cihatçı ile ne yapacak? Şam’dan verilen mesajlara bakılırsa yeni Suriye’de bu insanlara yer yok ancak HTŞ içindeki bu kesimden tek hamlede kurtulmak o kadar da kolay değil.
Azınlıklar, kadın hakları, demokrasi gibi konular hâlâ belirsiz.
Bu yazıyı yazarken Şam’da Emevi Meydanı’nda Seküler Suriye Gençliği adlı bir grubun gösteri çağrıları yapılıyordu. Şam’da konuştuğum insanlar kendilerinden emin bir şekilde “Eski rejimi tekrar edeceklerse istemiyoruz. Laik yönetim istiyoruz, şeriat istemiyoruz” diyorlar ancak El Kaide kökenli bir örgütten ‘laik’ yönetim beklemek ne kadar gerçekçi; zaman gösterecek!
HTŞ’nin önündeki en önemli konulardan biri de “Eski yönetim ile hesaplaşma” söylemi! Bu durumda HTŞ Lideri Golani’nin bizzat kendisinin hesap vermesi ve hesaplaşmaya babası ile devam etmesi gerekiyor. Sonuçta on yıllardır devam eden bir sistemden bahsediyoruz. Suriye içinde eski yönetim ile birlikte isteyerek ya da istemeyerek çalışmamış tek bir insan bulmak mümkün değil.
Eski yönetim söylemini Alevilerle ve belki de önümüzdeki günlerde diğer azınlıklarla özdeşleştirip intikam hezeyanlarının önünü açmak ise ülkeyi bir kere daha kanın gövdeyi götürdüğü günlere sürüklemekten başka bir işe yaramayacaktır.
Elbette HTŞ’nin Suriye Kürtleri ile ilişkileri, İsrail saldırıları ve Türkiye ile yakınlaşması gibi meseleler de var ancak bu konuları önümüzdeki haftalarda konuşuruz. Suriye’yi uzun bir süre konuşmaya devam edeceğiz!
2011’de Suriye’ye yönelik başlatılan müdahale, AKP-Erdoğan iktidarı için yeni Osmanlıcı dış politikanın en önemli sınama alanı olmuştu. Hesap, Esad rejiminin 6 ayda devrilmesi ve Erdoğan’ın Şam’daki Emevi Camii’nde kılacağı cuma namazı ile kendini ‘Sünni İslam’ın ve Ortadoğu’nun lideri ilan etmesi üzerine kurulmuştu. Bugün bölgedeki (Ortadoğu) tablo 13 yıl öncesine göre değişmiş olsa da Esad rejiminin devrilmiş olması, Türkiye’deki iktidarın yeni Osmanlıcı emellerini yeniden yüksek sesle dillendirmesinin önünü açtı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz günlerde “Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782 bin kilometrekareyle sınırlandıramayız” açıklamasını yaparak ve bu politikayı “Tarihin millet olarak bize yüklediği misyonu görmek mecburiyetindeyiz” sözlerine dayandırarak yeni Osmanlıcı tezleri tekrar ediyordu. Üstelik Türkiye’nin Libya, Suriye, Somali gibi ülkelerdeki askeri varlığı ve müdahale politikasını eleştirenleri de bu tarihsel misyonu idrak edememekle suçluyordu.
Yeni Osmanlıcılık, bilindiği gibi Türkiye’de milli kimliğin ve dış politikanın Osmanlı’nın mirası üzerine inşa edilmesi gerektiği tezine dayanıyor. Ahmet Davutoğlu, 2001’de yazdığı ‘Stratejik Derinlik’ kitabında bu görüşleri teorize etmiş ve Türkiye’nin Osmanlı’nın varisi olarak bu tarihsel-kültürel mirasa uygun olarak aktif bir dış politika izlemesi, bölgede lider, kurucu ülke rolünü üstlenmesi gerektiğini savunmuştu. Davutoğlu, 2009’da önce Dışişleri Bakanı ve sonra Başbakan olarak aynı zamanda bu politikanın uygulayıcılarından biri olmuştu. Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi sonrasında Davutoğlu’nun yaptığı “AKP’den kopmadım” açıklamasını ve AKP cephesinden yapılan “Geri dön” çağrılarını da bu gerçeklik üzerinden okumak gerekiyor.
AKP-Erdoğan iktidarı döneminde yeni Osmanlıcı dış politika ilk kez 2007’deki MİT raporunda açıktan ilan edilmişti. Rapor, MİT’in yeni Osmanlıcı dış politikanın ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırılmasını ve Türkiye’nin bölgesindeki (Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Balkanlar, Karadeniz ve Kafkasya) gelişmeleri ‘izleyen’ ülke pozisyonundan çıkıp avantajlar elde etmek üzere müdahalelerde bulunması gerektiğini savunuyordu. 2012’de SADAT’ın (Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret AŞ) bir ‘özel savaş şirketi’ olarak kuruluşunun arkasında da aynı politik yönelim (Türkiye’yi İslam ülkelerinin lideri yapma) yer alıyordu.
2011’de Erdoğan’ın önce “NATO’nun Libya’da ne işi var?” deyip sonra Türkiye’nin (İzmir) Libya’ya müdahale eden NATO kuvvetlerinin merkez komutanlığını üstlenmesinin ve yine AKP-Erdoğan iktidarının ABD ve Fransız emperyalistlerinin desteğinde Suriye’ye müdahalenin öncülüğüne soyunmasının arkasında dış politikadaki bu yeni Osmanlıcı yönelim bulunuyordu.
AKP-Erdoğan iktidarının 2011’de öncülüğüne soyunduğu Suriye müdahalesi, bugün sanki emperyalizme bir meydan okumaymış gibi sunulan yeni Osmanlıcılığın aslında ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistlerin bölgesel taşeronluğunun ötesine geçmediğini de ortaya koyuyordu. Bugün Esad rejiminin devrilmesinin arkasında Türkiye’nin yanı sıra ABD-İngiliz emperyalizmi ve İsrail siyonizminin yer alması da yeni Osmanlıcılığın hangi güçlerle iş birliği üzerinden hayat bulduğunu bir kez daha gösteriyor.
2016’da “Bize Lozan’ı bir zafer diye yutturmaya çalıştılar. Şöyle bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’la verdik” diyen Erdoğan, yayılmacı emellere dayalı yeni Osmanlıcı tezleri başkanlık rejiminin de en önemli gerekçelerinden biri olarak sunmuştu. Başkanlık rejiminin kuruluşu sürecinde Erdoğan’la kader birliği yapan MHP Lideri Bahçeli de o dönemde Musul ve Kerkük’e plaka numarası vermişti. Bahçeli, Esad rejiminin devrilmesi sürecinde “Halep iliklerine kadar Türk ve Müslümandır” diyerek aynı yayılmacı emelleri bu kez Suriye ve Halep üzerinden gündeme getirmişti.
Yeni Osmanlıcılığın sınırlarının ABD emperyalizminin bölgesel çıkarları tarafından belirlendiğini gösteren bir başka gerçek de ABD’nin bölge politikalarıyla arasındaki makasın açıldığı dönemde Erdoğan iktidarının Ortadoğu’dan Doğu Akdeniz ve Balkanlar’a kadar birçok alanda yeni sorunlarla yüzleşmesiydi. Dolayısıyla Erdoğan iktidarının BAE, S. Arabistan, Mısır ve İsrail ile “normalleşme” yönünde attığı adımlar, aslında bölgede ABD’nin politik eksenine bağlanma hamleleri olarak da anlam kazanıyordu.
ABD’de 20 Ocak’ta başkanlık koltuğunu devralacak olan Trump’ın Erdoğan’ı övüp “İyi anlaştığım biri” demesi ve Erdoğan’ın “Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür” açıklaması birbirini tamamlıyor. Trump’ın kendisine yönelik övgülerine “Doğru söze ne denir” diyerek yanıt veren Erdoğan, aynı zamanda Trump’a yeni dönemde yeni Osmanlıcı politika üzerinden Suriye ve bölgenin yeniden dizaynı konusunda göreve hazır olduğu mesajını da gönderiyor.
Yeni Osmanlıcılık, yapılan propagandanın aksine Türkiye, Suriye, Filistin ve diğer bölge halkları için bir kurtuluş değil; ABD emperyalizminin bölgesel taşeronluğudur. Dolayısıyla bu politika bölge halklarının çıkarına değil, bölgede yüzyılı aşkın bir süredir devam eden emperyalist sömürü ve yağmanın, savaş ve yoksulluğun devamına hizmet ediyor.
Suriye’de Aleviler sokağa döküldü: El Hasibi türbesine saldırı görüntüleri bardağı taşırdı
Suriye’de Esad yönetiminin çöküşü ve cihatçıların yönetimi ele geçirmesinin ardından Hıristiyanlara ve Alevilere yönelik saldırı haberleri çoğalıyor. Arap Alevi toplumu açısından önemli bir yeri olan bir türbesinin saldırıya uğradığına dair görüntüler ortaya çıkınca haftalardır biriken hoşnutsuzluk kitle gösterileri ile sokağa taştı
Suriye’de yönetimi devralan HTŞ geçiş aşamasında ılımlı bir görüntü çizmeye çalışsa da Hıristiyanlara ve Alevilere yönelik saldırılar sıklaşıyor. Arap Alevi toplumu açısından önemli bir yeri olan Ebu Abdullah el-Hüseyin el-Hasibi’nin Halep’teki türbesinin 30 Kasım’da saldırıya uğradığı ve türbe görevlisi beş kişinin öldürüldüğüne dair görüntüler ortaya çıkınca haftalardır biriken hoşnutsuzluk kitle gösterileri ile sokağa taştı. Silahların da ateşlendiği eylemlerde hem yönetimi elde tutan cihatçılar hem de göstericiler arasında yaralanan ve yaşamını yitirenler olduğu iddia edildi.
Lazkiye, Tartus, Hama ve Humus’ta düzenlenen protesto gösterilerine binlerce kişi katıldı. Kitle protestoları dışında silahlı gruplar arası çatışmaların da yaşandığı ve iki taraftan da yaşamını yitirenlerin olduğu açıklandı.
Sitemiz Bir Paylasim
Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize
kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu
nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara
aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve
materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden
kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine
yollayabilirsiniz.