SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 4 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   2   [3]   4   >   son» 
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
tarihselmaddeci
[ tarihselmaddeci ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.05.2014
İleti Sayısı: 581
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder

Web Adresi | Özel ileti Gönder

1 kere teşekkür edildi.
1 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: tarihselmaddeci
Cevap Tarihi: 24.02.2015- 10:49


Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin İhanete Karmış Hazin Siyasi Serüvenine Dair… (13)

Ey PDA Tekkesinin Şeyhi!

Sende siyasi ahlâkın, insani ahlâkın, utanıp arlanmanın zerresi olsaydı, senin yapıp ettiğini “CIA Sosyalizmi”, “Sosyalizm Çakallığı” olarak değerlendiren, seni ise “Kendi pisliğini gizlemek için bütün mahalle kadınlarının namusundan şüpheyle söz eden sokak fahişesi”ne benzeten Hikmet Kıvılcımlı’nın mirasını, hatırasını sömürmeye, kirletmeye kalkışmazdın!


1960’lı yılların ortalarından itibaren Kıvılcımlı’ya yaklaştın, onun koltuğuna gizlenerek bir yer edinir miyim, bir külah kapar mıyım niyetiyle.

Yeni tanıdığı her insanı kendisi gibi içtenlikli ve değerli kabul eden Hikmet Kıvılcımlı sana inandı. Daha doğrusu sen çok mahir olduğun riyakârlığınla Kıvılcımlı’yı kandırdın. Onu ziyaret ediyor ve övgüler düzüyordun kendisine, teorisine, mücadelesine. Hani sonraları Mao’ya yaptığın gibi Kıvılcımlı’yı da göklere çıkarıyordun övgünle. Tabiî yüzüne karşı…

Gençlik içinde de senin ve taraftarlarının şu sözü dolaşıyordu o günlerde: “Kıvılcımlı’nın görüşleri bizi bağlar.”

Bu sözünüz bizim Kıvılcımlı’dan öğrendiğimiz devrimci anlayışa pek uymasa da hoşumuza gidiyordu bizim de: İyi ya diyorduk, demek ki bu arkadaşlar da Usta’mıza inanıyorlar.

O günlerde Usta’mız durumu yargılayan ve çözüm yolları üreten yani tutulması gereken devrimci hattı metot, örgüt ve biçimleriyle ortaya koyan eserler kaleme almıştı. Bunların yayım işini ben, yani Nurullah Ankut, Celal Toprakoğlu ve Ahmet Özdemir’den oluşan bir komiteye emanet etmişti.

Önderimiz her görevi bir organın sorumluluğuna verirdi ki, devrimci tutum da budur. Bu işi sürdürürken ben, 15-16 Haziran Büyük Şanlı İşçi Direnişi’ne katıldığım için tutuklandım, İPSD Genel Başkanı Latife Fegan, Genel Sekreteri Orhan Müstecaplıoğlu (Rahmetli Orhan Abi) ve Cemal Yaraş adlı üniversite sınavlarına hazırlanan genç bir yoldaşımızla…

Dışarı çıktığımızda Celal Toprakoğlu’nun, Usta’mızın kitaplarını, yayınevi bürosu gibi kullandığı PDA adresine taşıdığını gördüm. Bize haber vermeden yapmıştı bu işi. Hesap kitap işlerini de kendi elinde bulunduruyordu. Tabiî biz aynı zamanda gençlik mücadelesinin içinde olduğumuz için yayın faaliyetine onun kadar zaman ayıramıyorduk. Onun tüm işi buydu.

Bu PDA adresine taşınma işini de tasvip etmediğimizden bu sorumluluktan çekilmeyi düşündük. Usta’mızı ziyaret ettim, Göztepe’deki evinde. Durumu anlattım ve görevden affımı istedim. Usta’m kalmamın iyi olacağını söyledi. Bense “Hocam, arkadaş ferdi çalışıyor. Öyle çalışmayı tercih ediyor. Bense her yönünü görüp denetleyemediğim bir işin sorumluluğunu taşımak istemem.”, dedim. Usta’m uygun gördü sonunda.

Demek istediğimiz, o zamanlar bizim mücadelemize böylesine sıcak, yakın bir ilgi içindeydiniz.

Sizin bu yüze gülen, içten pazarlıklı tutumunuza kanan önderimiz sizi devrimci sandı. Ve Türkiye’nin devrimci kuşaklarını ENESKİ SOSYALİSTLER, ESKİ SOSYALİSTLER, YENİ SOSYALİSTLER ve ENYENİ SOSYALİSTLER biçiminde tasnif ederken bu enyenilerin önde gelen iki temsilcisi olarak Vahap Erdoğdu ile Doğu Perinçek’in adını verdi. Ayrıca şunu da belirtmeyi ihmal etmedi:

“Yeniler ve enyeniler o denli çoklar ki, içlerinden ancak birkaç sembol ad alabildik.” (Hikmet Kıvılcımlı, Oportünizm Nedir, Halk Savaşının Planları, Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama, Derleniş Yayınları, 3. Baskı, s. 354.)

O anda bile Hikmet Kıvılcımlı bu kuşağın teorik sapıtmasını netçe görebiliyordu. Şöyle tespit ediyordu onların oportünizmini.

“Enyeni Sosyalizme bir ölçüye dek Menşevizm yakıştırılabilir.” (Age, s. 359.)

Tabiî bilindiği gibi bu süreç çok sürmedi. Zınk diye durdu… Sebebi mi? Görelim.

Kıvılcımlı, 1968’den itibaren yeni bir dağılışa uğrayan devrimci güçlerin derhal Marksist prensipler çerçevesinde derlenip toparlanmasını ve 1920’de kurulup 1957’de Vatan Partisi’nin kapatılmasıyla aktif siyasi hayatı sönümlenen Proletarya Partisi’nin yeniden örgütlenmesini önerdi, devrimcilere. Bunun pratik, somut metot ve biçimlerini elle tutulurca ortaya koyan “Anarşi Yok! Büyük Derleniş!” broşürünü yayımladı.

Sen o zamanlar partisiz devrimciliği savunuyordun. Kıvılcımlı bu karşıdevrimci tezi savunanları şiddetle eleştirdi.

Yine o yıllarda hazırlanmakta olan 12 Mart Faşizmine uygun zemin oluşturabilmek için CIA yönetimindeki Kontrgerilla’nın özel örgütü MHP’nin milis güçlerinin azgın faşist saldırıları karşısında nefis müdafaası yapmak durumunda kalan devrimci gençliği aynen Parababaları hükümetlerinin temsilcileri gibi suçlamaya giriştin. Yani karşıdevrim safında yer aldın.

Günah tohumu gibi karnında sakladığın ihaneti doğurup ortalığa salınca foyan meydana çıktı. Devrimci ortamdan tecrit edildin. Hiçbir devrimci forumda sana ve avanene konuşma hakkı verilmedi. Devrimci güçler, o yıllarda TİP’i “ilkel oportünistler”, sizi ise “yeni oportünistler” olarak adlandırdı. Ve devrimci saymadı artık.

Siz, bu tecrit üzerine sığınacak yeni bir yer aradınız ve Mao’nun Çini’ni buldunuz. Keskin Maocu oldunuz bir anda. Sovyetler Birliği’ni ve Sosyalist Kamp’ın Çin ve Arnavutluk dışında kalan ülkelerini düşman ilan ettiniz… giderek de Sovyetler Birliği’ni başdüşman diye adlandırdınız. Sovyetler’e karşı NATO’yu, Amerika’yı, Amerika’nın nötron bombasını, yine onun Süpernatosu’nu-Gladyosu’nu-Kontrgerillası’nı ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (bugünkü adıyla AB’yi) savundunuz.

Tabiî giderek 12 Eylül faşist diktatörlüğü döneminde onun kolları altına sığındınız, onu savundunuz. Hatta öylesine hayasızca savundunuz ki, bu faşist generallerin, Henze’nin oğlanlarının yaptığı işkenceleri, idamları, zulümleri az buldunuz. Daha da saldırgan olması yönünde heveslendirmeye çalıştınız o faşistleri, “Teröristlerin kökünü tümüyle kazıyın” şeklindeki alçakça, utanç verici yazılarınızla, ifadelerinizle, savunmalarınızla, dilekçelerinizle. Buna pek çok örnek verdik önceki yazılarımızda. O sebeple burada girmeyelim bu konuya daha fazla.

Bu ihanetlerinizin tamamını önceki yazılarımızda matematiksel bir kesinlikle ortaya koyduk, belgeledik. Bu nedenle şimdi üzerinde durmayacağız.

Ve Kıvılcımlı’ya yalan ve demagojiden ibaret yazılarla çirkefçe, namussuzca, düzenbazca saldırıya geçtiniz. Bu kara propagandanızla ne yazık ki az sayıda da olsa cahil, bilinçsiz genci etkilediniz. Onları kurduğunuz PDA Tekkenizin müritleri yaptınız.

Kıvılcımlı, 50 yıllık devrimci mücadele hayatında sizin gibi hainleri, dönekleri çok görmüştü. O bakımdan yadırgamadı sizlerin ortaya çıkışınızı da.

O tekkenin şeyhi D. Perinçek’i kulağından tutup şöyle teşhir ediverdi aşağıda yayımlayacağımız seri yazılarıyla:

MAO! MAO!

15 Aralık 1970

Manifest gibi: “Asya’da bir hayalet dolaşıyor: Mao Mao Hayaleti” diyelim. Bunun bizde de harika türleri belirdi. Yeri geldikçe konuya değmek üzere, şimdilik kısa bir giriş deniyoruz.

1- Mao-Mao Tarikatımız

“Mao-Ze-dung düşüncesi”… Bizde de derviş’lerini buldu. Dervişlik olsun da, ne olursa olsun. Onu beceririz. Sırtta abâ, elde asâ, kolda Keşkül’ü fukarâ.. Yalnız mangır mı? Fikir de dilene dilene, Mağripten Maşrıka gideriz. Hazreti Muhammet: “Ütlûb’ül İlm Velev fis Sîyn: Bilimi Çin’de olsa dileyin” demiş. Dilemişiz, gitmişiz, almışız, gelmişiz: Pusula – Barut – İpek – Kâğıt… daha neler, ne hünerler ve biberli baharlar… Hep Çin’den gelmiş.

Neden Sosyalizm gelmesin?

O da geldi. Hem tam bizim Halvetiyye tarikatının elde binbir tâneli vird’ü tespihi, her parmağın üç boğumu gibi üçer üçer çekiyoruz: Marksizm – Leninizm – Mao-zedung düşüncesi… Birbirimizi mat etmek için, hep onu tekerliyoruz. Ve her kim ki tekerlemezse: neûz’ü billâh kâfir olur. Öylesine keskin Mao’cular türedi kim… kürsü’lerde!.. “Kürsülerde” ya… başka nerede olacak? Evet, hiç şaşmayalım: hepsi, İmam-Hatip diplomalı vâizler gibi. Hep siperce bir kubbenin altında yahut göklere doğru basamak basamak yükselen kutsal minberin üstünde, gözlerimizi çevremize kapayarak, ağzımızı Cemaate açarak okuyup üflüyoruz: Marksizm-Leninizm- Mavzedung düşüncesi… “Marksizm-Leninizm” yetmiyor… ille “Mavzedung düşüncesi”!!

2- Dünyayı sarsan 2 Deyiş: Tse Tung mu? Ze-Dung mu?

Çinli yoldaşlarımız, Moğol Atalarımızın kanıyla öylesine katışıktırlar ki, çekik gözlü, çıkık yanaklı sarp yüzleri bize ayrıca sıcak bir yakınlık verdiği için midir? İçten ısındık hepsine. Liderleri Mao, masallarımızın tükenmez büyülü Çin Padişahı gibi geldi oturdu kimi kafalarımıza. Öylesine ki, adını Çin tecvidi ile kalkalelemiyenlere, cahil sapkın görmüşçe yukarıdan bakıyoruz.

Mao’nun sonu nasıl okunacak? Bir takım kendini bilmez nâbekârlar “Tse Tung” diyorlarmış. Neuzubillâh: Kâfir oluyorlar “Tse Tung” diyenler. Ağırbaşlılığına toz kondurmayan ağır sayfalı, ağır bilim yüklü bir “Aydınlık” dergisi de az kalsın cehennemlik olayazmış: “Tse Tung” diyormuş! Yememiş, içmemiş Çin’cede aslını aramış. Meğer Çin-Mâçin’li ağzı ona: Tse-Tung değil, Ze-Dung dermiş.

Allah, Allah!.. Ne ulu günah! “Bilimsel Sosyalist Proleter Aydınlık” özel sayısında hemen, hadesten teharetle, gusul ve setr’i avret eyleyip, abdest almış: Bundan kelli, sakın ola Mao-Ze-Dung’a Mao-Tse-Tung demekten hararetle tövbe istiğfar ediyor. Bir daha mı “Mav-Tse-Tung” demek? Yârabbi, sen o müşrikliğe artık düşürme Ak-Aydınlık kulunu. Ve ey! Mao Mao müritleri: gözünüzü dört açın: Mao-Ze-Dung’a kalkar Mao-Tse-Tung derseniz, yeriniz Gayyâ kuyusunun dibi olur!

Böyle tilcik atlatmıyorlar, bizim Mao, Mao tarikatının Şıh’tan icazet almış taze Halifeleri… Gelin görün ki, şu Çin Ümmeti çok ince külâh eylerler adama. Türkiye’ye dek ilettikleri Mao Peygamberin İncil’i Şerif’i üstüne nasıl bir ad koysalar beğenirsiniz? Olduğıı gibi aşağıya alalım:

“Oeuvres Choisies de MAO-TSE-TUNG.”

Evet, bizim koyu dindar Mao Müritlerine Mao’nun Çinlileri bu affedilmez muzipliği yapıyorlar. Resmen “Ze-Dung”a “Tse-Tung”diyorlar. Hem nerede? Mao’nun Pâyitahtı Pekin’de. Yukarıdaki kitabı yayınlayanların adresleri şu:

“Yabancı Diller baskı’ları.

PEKİN, 1969.”

Olabilir. Çin’de de bir “revizyonist” ajanı, tâ Pekin yayınlarına dek burnunu sokmuş. “Ze-Dung”u “Tse-Tung” diye bastırmakla, “Maocu halk savaşı”na sinsice ihanet ediyordur.

Bizim müritler yeminlidirler. Hâşâ! öyle fısk’ü fücur’a ölseler düşmezler…

3- Sosyalizmin Üçlemine: Dung!

Vaktiyle, İsa dininin, -eskilerce “Teslîs” denilen, -Üçlemi yerine, yukarıki üçüzün kuyruğunda “Stalin” gelirdi. Mao-Mao’cularımız onu makaslamışlar. Yerine “Mao-Zedung”u takmışlar. Genellikle “Batı”: deyince “Hristiyan” akla gelir. Hristiyan kültürüne alışmış olanlar, Sosyalizmi de “Teslîs”leştirerek popüler olmak istemişler. Yahut, düşünmeden onu yapmışlar.

Şimdi (Marksizm+Leninizm+Stalinizm) üçlemi: (Marksizm+Leninizm+Mao-Zedung) düşüncesi olmuş “Stalin”: (Çelikçil) demekti. Zâhir, çelik yeterli görülmemiş Mao-Zedung’un içinde hem “Mavzer” var, hem de sonu Nakkare dedikleri “Kös” adlı koca davulun yaman tokmağı gibi: “Dung!” diye her düştükçe adamın ödünü patlatıyor.

Pek sevdi kimi “sosyalistlerimiz” bu “Esmâ-i Hüsn┠(Güzel-Adlar) çekmeği. Bizim bile neredeyse hoşumuza gidecek: Mav-Ze-Dung! Ho-Şi-Minh’inkinden hoş ve cengâver kaçıyor kulağa. Yüzlerce yıldır çok çekti Çin Ümmeti. Kurtuluşunu 24 saat davul zurna çalarak kutlasa yeridir. Mao’nun el kadar kızıl kaplı kitapçığını bağrına basmadıkça nefes almasa hakkıdır.

4 – Devrim’in DEVRİM olduğunun “Keşfidir”

Ve nedir Mao-Ze-Dung düşüncesi?

Marksizm-Leninizm’de söylenmemiş ve yapılmamış hiçbir yanı bulunmayan bir diyalektik ve pratik olay: Devrim’in “DEVRİM” olduğunu düşünmüş Mao. Çok haklı. Devrimin: silâhlı bir ayaklanma olduğunu da düşünmüş Mao. O hepsinden doğru.

Ya bizim Devrimbazlar?

Elbet, Moskova’dan Pekin’e, Hanoy’dan Havana’ya dek yeryüzünün dört yanı kanlı ve silahlı savaşlarla sosyalizme doğmasaydı, Santiago’da Şili’de Allende’nin “Marksizmi” sandıktan çıkıp iktidara geçebilir miydi?

Orada bile hiç değilse Genel Kurmay Başkanı gizli gizli kurban edildi, sağcılar tarafından. Hâlâ da “devrim” oldu mu? Göreceğiz.

5- Hey gidi “Mavzer” Yoldaş

Mao-Zedung’un, Rusça’daki: “Söz mavzer Yoldaşın!” şiirini aslından tercüme ve popülarize etmesine ihtiyacı yoktu. Koca Çin öyle bir yanardağın krateri olmuştu ki, orada en sünepe kalem çelebisi, akşam dâiresinden çıkıp evine sağ sâlim gitmek istiyorsa, kalçasına, Mavzer olmadı,çakaralmaz bir tabanca takmadan yola düşemiyordu.

Neden?

Şu: “ebedîleştirilmiş” sözden ötürü:

“Uzakdoğu’da Çin hacılarının etekleri bir karış kısalsa, Uzakbatı’da Mançester Dokuma endüstrisi zıngadak duruyor” da ondan.

Üzerinde güneşin batmadığı İngiliz İmparatorluğu bile grevden ihtilâle kayıyordu da ondan. Kapitalizm kolayını bulmuştu: Batıda İşçi Sınıfını devrime ayaklandırmaktansa, Doğuya sömürgeliğin ateşten gömleğini giydiriveriyordu.

Hele Doğunun tepesinde Osmanlı Pâdişahı, Acem Şehinşahı, Çin Fağfuru gibi yozlaşmış Tefeci-Bezirgânlığın küpüne zarar keskin sirke bir Derebeği tünetilmiş bulunuyorsa: O hepsinden ucuz ve rahat sömürü alanıydı. Yarısömürgenin yerli Bekçi Köpekleri (ve yalnız onlar mı?) zaten birbirleriyle hırlaşıp kuduzlaşmaktan ve kendi kendilerini ısırmaktan öteye geçemezlerdi. (Yerli “Devrimci”lerimizin yaşı ona benzemese?!)

6 – Yarı Sömürgede Tüm Silâhlı Ölüm

Yan Sömürgelerden Osmanlı parçalanıp kuşa çevriliyordu. Acem diyarının hazineleri, Teherândan yukarısı senin, aşağısı benim: Hak payı eski kalantor emperyalistler arası kasap çengelinde kesilip biçilmişti. Ortada tek Antika av: Uçsuz bucaksız 6 milyon küsur kilometre karelik, Dünyanın içinde ayrı ve kapalı bir Dünya olan Çin yarısömürgesi kalıyordu. Onu kim yiyecek?

Kapitali olan herkes! Bütün limanlarını, ırmaklarını, göllerini yetmiş iki buçuk eski oturaklı, yeni yırtıcı çeşit Emperyalist canavarları tutmuş. İkide bir yan yattın, çamura battın: Çin’in her işine, topla tüfekle, açık ve kanlı saldırıyorlar. Bu saldırılarla iyice ahenkleştirilmiş Çin iç düzeninin her kaya dibinde bir silâhlı Çakıcı haydut, günde metelik için adam doğruyor. Her dağ tepesine bir ayrı din ve ayrı kin fışkırtması General “Savaş Ağası” sivrilmiş, durmayıp silahlı yağma ve yangın kışkırtıyor.

19’uncu yüzyıl ortasından (Kapitalizmin devrî ekonomi Krizlerinden) 20.ci yüzyıl ortasına (Kapitalizmin Politik Krizlerine: Evren Bunalımlarına, Evren Savaşlarına, Evren İhtilâllerine) dek, her büyük sanayi ufunetini başkasının ülkesine boşaltmak isteyen soyguncu: Kesik başlı, yerde yatan Çin Bereket ejderhasının tatlı etine saldırmış. Ama lâfla değil, çıplacık silahla saldırmış. Çinli de, diline dolanan zikr’ü tespihle değil, eline geçen her türlü yabayla, kazmayla, bıçakla, kamayla, yâni gene silahla habire, uluorta Harakiri yapıyor, karnını kılıcıyla deşip kanlı barsaklarını dışarıya fırlatıyor.

7 – Çin’in 1. Kuvayimilliyeciliği: Uzun Yürüyüş

Bunalımlar, İç savaşlar, Dış savaşlar: ayrıntılarına girmeyelim. Kanın gövdeyi götürdüğü Çin’de herhangi bir Devrimcinin:1789-1830-1848-1871-1905-1917 ve ilh. Devrimlerinin soluk ve tükürükle olmadığını “Keşf”etmesine hiç ihtiyacı yoktu.

Mareşal Çan-Kay-eşeği, o zamane dek elele yürüdüğü Proletarya Devrimcilerini 1927 yılı kahpece arkadan vurup, Şanghay, Nankin, Kanton’da rastladığı devrimciyi yakalıyordu. Soru sual yok. Ellerini arkalarına bağlatıyor, koyun gibi ama, boyunlarından değil, enselerinden kestirtiyor, başlarını ayaklarıüstüne diziyordu.

O genel kılıçtan geçiriliş sırasında idama götürülürken kaçıp canını kurtaran Mao: “Bütün iktidar tüfeğin namlusu içinden çıkar” demeyebilir miydi? Mao bu durumda yetişmiş. Bir de bizim serde yetiştirilmişleri düşünün!

Şehirde katliamlar sürüp giderken, Köylerde patlamış ayaklanmaların başına işçilerle katılmamak: karşı-devrimciden başka hiç kimsenin yapabileceği iş olamazdı. Çan-Kay-Şek ordusu örnekti. Kapitalist düzeni uğruna bile dövüşürken, az çok bir düzen getirebildikçe 2 kat büyümüştü. Haydutlara karşı kim dirense, canından bezmiş halk, hemen onun çevresinde ordulaşıyordu. Tıpkı bizim Birinci Kuvayimilliye Anadolusu…

Onun için Mao’lar, Şu’lar, Çu’lar çevresinde, oldukça kısa bir silahlı direnmeyle, 1930 yılı 50.000 kişilik ordu doğdu. Çang eşeğinin 900.000 kişilik üçüncü saldırısında Mao’lar: 90.000 kişilik orduları ile teslim mi olacaklardı?

16 Ekim 1934 günü Düşmanı yarıp, Uzun Yürüyüşe geçmekten başka yol yoktu. 368 gün,18 sıradağlar, 25 ırmak aşıp, 300 çarpışma,15 düzgün Muharebe vererek, 10.000 kilometreyol alındı. 10.000 kilometre: Çin’in bir ucundan öbür ucu bile değil, oporta göbeği idi! Şensi’ye böyle gelindi.

Şensi, ilk Çin uygarlığına kentleşme kaynağı olmuştu. Şensi’nin inanılmaz Stratejik Savunma değerini kim keşfetti?

Mao mu?

Hayır: Hazret-i İsa doğmadan 80 yıl önce, Çin’in Herodot’u sayılan Sseu-Matts… Kızıl Ordu’nun Uzun Yürüyüşle sığındığı yer için, Sseu-Matts: “20.000 kişi ile bu devlet mızrakla silahlanmış 1 milyon kişiye kafa tutabilir.” demişti. Yürüyüş sonu Kızıl Ordu’da 90 binden tam o kadar kalmıştı: 20.000 kişi… Çang 1 milyon kişiyi nereden bulacaktı? Çang bulmıya kalksa, emperyalizm Çin’i tek vücut görmeye dayanamazdı.

8 -Çin’in Yunan’ı Japon: Mao Yaratığı mıdır?

Emperyalistlerin en zıpçıktı haydudu Japon, daha 1931 yılı Mançurya’yı ele geçirmişti. 15 Temmuz 1937 günü Çan-Kay- eşeğinden, dış Moğolistan’daki Çahar’ı istedi. Gelenekçil Çin Başkentinin Çin seddi ile korunduğu yerleri: Hopeh’i de istedi.

Japon emperyalizmi bir hafta bile bekleyemedi. 21 Temmuz’da Pekin’i, 27 Ocak’taŞanghay’ı, 14 Kasım’da Kanton’u işgal ederek yayılmaya başladı. Mao’nun yakasını kurtardığı 1927 yılından, İkinci Emperyalist Evren Savaşı sonu İç savaşların bittiği 1949 yılına dek 50 milyon Çinlinin öldürüldüğü anlaşıldı.

Bütün bu olaylar mı “Mav-Zedung düşüncesi”nin eseridir? Yoksa “Mav-Zedung düşüncesi” mi o olayların ürünüdür?

Çin’de yetmiş yedi buçuk emperyalistin “din adamı” geçinen misyonerlerine bakın. Hepsi Afrika’da arslan avına çıkmış silâhlı başıbozuk kılığındalar Papazlar bile elde silâh dolaşırken, “Mav-Zedung düşüncesi”, hele Marksizm-Leninizmle temastan sonra, ne yapabilirdi?

90’lık Bonz’ların (Çin memurlarının) arasında çelebice kalemtraşlar bileyerek, fırçalar püskülleyerek “teraşîyde şiirler” düzmekle ve imtihana girip maaşına yarım Yen zam alma hasretini çekmekle kalabilir miydi?

9 – Türkiye’de miyiz? Osmanlılıkta mıyız?

Ak sayfalar üstüne Kara tilcikler diziştirirken, Bilimcil Sosyalizmi kimseciklere bırakamayan ateşli beyciklerimiz var. Bunlar öz-arı-Türkçeyle, turnalar gibi: “ortam! ortam!” diye dem çekerler. “Mav-Zedung düşüncesini”, yerin dibinden zorla göğe fırlatan ortam dediğimizdir. O ortam: Kapitalizmin son kertesinde, komprador burjuvazinin memleketi yabancı emperyalistlere, hiç bir maske takınmaksızın sattığı ortamdır. O, Yarı sömürge Antika İmparatorluğu’nun paldır küldür yıkıldığı ortamdır.

Mao’yu Mao yapan Ortam: Çin Yarı sömürge İmparatorluğunu hem didik didik etmek, hem olduğu gibi alıkoymak gibi çelişik amaçların kasırgalı kıyametidir. Türkiye’de Osmanlı Yarı Sömürge İmparatorluğunu hem paramparça etmek, hem ortak yerli komprador, yabancı Finans-Kapital sağmalı olarak korumak isteyen çelişkiler kıyameti, 50 yıl öncelerine gelen Türkiye’dir.

Antika Çin İmparatorluğu emperyalistler arasında bir türlü paylaşılamadığı için, tümü ile patlayışı 40 yıl kan ve ateş saçan bir volkan gibi işledi. Antika Osmanlı İmparatorluğu: Yemen-Trablus-Balkan-I. Emperyalist Evren-I. Kurtuluş savaşları sırasında bütün dalları, kolları budandığı için, Sovyetler devrimine sırtını dayamış birkaç yıllık kuvayimilliye savaşı ile hiç değilse politik anlamda bir bağımsız Türkiye biçiminde istikrarlaştı.

O nedenle, Çin’de demokratik devrim komprador burjuvazinin tahakkümünden bir türlü kurtulamadı. Komprador Burjuvazinin göbekbağı yabancı Finans-Kapital emrinde kaldı. Millet önünde her türlü meşruluğunu ve öncülüğünü yitiren burjuvazinin yerine, ancak işçi sınıfı Demokratik Devrimi ele aldı, yörüngesine oturttu. Proletarya öncülüğünde Demokratik Devrim, önüne geçilmez akışıyla Sosyalist Devrime ulaşmaktan başka çıkar yol bulamadı.

Türkiye’de Demokratik Devrim, bir Millî Kurtuluş Savaşı biçiminde gelişti. Komprador İttihatçı Burjuvazi çarçabuk kendisini ele vererek, egemenlik yeteneğini ve gücünü yitirdi. Burjuvazi, 20. ci yüzyılın genel kuralı içinde bir ayrıcalık sağlayıp, demokratik devrimin siyasî yüzeylerde başını bağlayabildi. Ve 19’uncu Yüzyıl ortasından beri “yabancı sermaye” kılığında Türkiye’ye girmiş bulunan Finans-Kapital: “Devletleştirilme” baskısı altında, Devlet Kapitalizminden, doğru yerli Finans-Kapital egemenliğini sağladı.

Bugün Türkiye’de Maoculuk taslamak: Türkiye’yi 50 yıl geride kalmış Osmanlı İmparatorluğu ile karıştırmak olur.

***

CİA SOSYALİZMİ NASIL YAPILIR?

9 Mart 1971

İşçi arkadaşlar, belki güleceklerdir. “Başka işiniz mi kalmadı?” diye. “Bırakın sarhoşları yıkılsınlar” diyecekler. Aydın yaygaralarına arasıra yer verdikçe çalışan yığınlarımızdan özür dileriz.

Bu satırları sakın bol parayla lüks baskı yapan iki buçuk aydın çömezi “düzeltmek” umuduna kapılarak yazdığımız sanılmasın. Demagoji hiç bir zaman “düzeltilemez”. Aydın gençlik ortamında sağlı sollu sapıtmaların bir “Ev sahibini şaşırtmak istiyen hırsız” tipini kimi temiz gence belirtmek istedik. Yanlış hesap Bağdat’tan dönecektir.

“Sıffiyn” savaşında, namuslu ve yiğit Müslüman saflarını bozmak için Tefeci-Bezirgân Muaviye askerlerinin mızrakları ucuna Kuran’ı takarak, herkesten koyu “Müslüman” olduklarını göstermek istedikleri gibi, “sosyalizm” demagogları da Marks’ın Kapital’ini ve başka “kutsal kitapları” kalkan gibi kullanacaklardır. “Toplum Polisi”nin kalkanları ne ise, onlarınki de odur. Nitekim Toplum Polisi ne denli “Toplumcu” ise, demagoglar da o tür “Sosyalist” tirler. Bu sık sık unutturulmaya çalışılan doğruyu açıklıyoruz.

“Demagog”un (kuru lâfla kara kalabalığı ayartanların) kendi yalanına inanmış olup olmaması hiç önemli değildir. “Demagogun en tehlikelisi, söylediğine inanmış olanıdır” der Lenin. Demagogların “samimî”leri değilse bile, sahteleri, yanlış kapı çaldıklarını öğreneceklerdir. Şimdilik, hep onlarla uğraşacak olmadığımız için, kulaklarını kimi saf gençlere gösterip bükmekle yetiniyoruz.

Finans-Kapitalin bilinçli-bilinçsiz oyuncakları “yeni” bir “Aydınlık” getirdiklerini sanırlar. Oysa gölgedeki kurşunî efendileri yüzyıllardır, bile bile lâdes oynarlar. Bugün adına “CIA Sosyalizmi” dediğimiz oyun ne ilktir, ne sondur. Oyunun aktörleri gizli ajan siciline yazılmış mıdırlar? Kıçlarında polis tabancaları var mıdır?… Orası ikinci kertedir. Aktörlerin objektif olarak yaptıkları derlenilebilecek her noktaya yalan dolan bombaları atmaksa, rolleri CIA sosyalizmi içindedir. Bizim için olayda hiçbir yenilik yok.

Eski adıyla “burjuva Sosyalizmi” her zaman, her yerde bukalemun gibidir. Konduğu dalın rengini almakta eşsizdir. Bunlardan bir kaç eşantiyonu analım.

1- Japonya’da “MARKSİST” Polis

Yeryüzünde Birinci Emperyalist Evren Savaşından sonra: Japon Emperyalizminin gizli polisi, kendi ajanlarını yetiştirdiği bir “Marksist” okul açtı. Ve orada, gizli Finans-Kapital ajanlarına “Bilimsel Sosyalizm”in inceliklerini öğretti. Japon “Marksist” ajanlarının başlıca görevleri, elden geldiğince İşçi Sınıfı Partisi kuruluşunu baltalamak; bunu yapamazlarsa, İşçi Sınıfı Partisi içine sızarak, orada “keskin sosyalizm” yırtınmalarıyla provokasyonlar ve mız çıkarmaktı.

İt ürüdü, Kervan yürüdü. Japon İşçi Sınıfı Partisi, ajan köpekleri zararsızlaştırdı.

2 – Çarlığın “PROLETER DEVRİMCİ” Ajanları

Gerçek Sosyalizmin İşçi Sınıfı Partisini baltalayan Gizli Polis “Komünizmi”, keskin “Marksist” Provokatörler Sosyalizmi yalnız 1. Emperyalist Evren Savaşından sonra Uzakdoğu’da görülmedi. Ondan çok önce, Kapitalizmin yerleştiği her yerde İşçi Sınıfı kımıldandıkça, en kurnazca “Suret-i Haktan gelen” (doğruymuş gibi görünen) aşırı “Proleterci” (İşçi yanlı), değme “Sol” (Goşist) veya keskin “Silahlı Sosyalist” provokasyonları binbir çeşitlilik sundu.

Sosyal yapısı Türkiye’ninkine çok benzeyen eski Çarlık Rusya’sında, gerçek İşçi Sınıfı Partisini doğmadan boğmak, yahut doğunca soysuzlaştırmak için kaç türlü provokatörlükler (kışkırtıcı gizli polis ajanlıkları) icat edildiği, artık Türkiye’de dahi okunabilen klâsik edebiyat sırasına girdi.

Bunların en sistemli teorik olanı, Çar Jandarmasının Albay Zubatof’unca uygulanan “Proleter Devrimciliği”dir. Frenkçede uvriyerizm (Koyu Amelecilik) denen bu ideolojiye göre, işçiler eylemci aydın gençlere kanmamalıdırlar. İşçi Sınıfı Partisi yerine sırf işçilerden kurulmuş örgütlerde kendi çıkarlarını aramalıdırlar.

3 -1905 “Devrimci”si: POP GAPON

O provokasyonlann en korkunç ve dillere destan Anıt örneği (şâheseri), kişi olarak: Pop Gapon’dur. Pop Gapon bizim kılkuyruklar gibi yazı çizi kılıbıklıklarıyla havanda su dövmemiş ve yalnız bayağı “endikatörlük” (İşçi ve Köylü hareketlerini ve liderlerini belli etmeden polise ele vermek) rolü ile yetinmemiştir.

Pop Gapon, bugün artık herkesin tanıdığı içyüzüne rağmen, o zaman herkesçe Rusya’daki 1905 İhtilâline öncü olan ilk İşçi Ayaklanışının kendiliğindenci “Lideri” sayılmıştı. Pop Gapon, işçileri ellerinde dilekçe, ilâhiler okuyarak: “Çar Baba”larına dertlerini dökmeye götürmüş, ünlü Kızıl Meydan’a gelen temiz işçi ve halk yığınlarını Kanlı Pazar’da kılıç ve kurşun yağmuru ile yere serdirmişti. Bu hareketin ardından, aynı Pop Gapon, Avrupa’ya geçip, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nın tek ayık lideri Lenin’i de gizli gizli ziyaret etmişti.

Pop Gapon’un bir Okrana Ajanı (Gizli Çar Polisinin Papaz (ilmiyye) mesleğinden adamı) olduğunu bugün bilmeyen kalmış mıdır? Pop Gapon, gerçek Sosyalizmin 1903 Kongresi’nden beri ordulaşmış İşçi Sınıfı Partisini baltalamak için İşçi Sınıfını kurşunlatarak yıldırmak görevini üzerine almıştı. Farkına varmadan, yaptığı provokasyonla ülkeyi Çar zulmüne karşı bir uçtan öbür uca silâhlı isyana giriştiren tepkiyi aceleleştirdi.

İt ürüdü, Kervan yürüdü. İşçi Sınıfı Partisi, ajan köpekleri Rusya’da da zararsızlaştırdı.

4 – Türkiye’nin “POP”ları

İşçi Sınıfı Partisine karşı Türkiye burjuvazisi Çar Üstâdından ve uluslararası Finans-Kapital Efendilerinden hiç aşağı kalmamak için sürekli idmanlar yapmıştır.

Türkiye’nin Modern Tarihini azıcık yaşayanlar ve bilenler, Mütareke yıllarında yabancı emperyalist ajanlarının ve yerli burjuvazinin hangi “İştirâkiyyun” (Komünizm) ajanlarını nasıl piyasaya sürdüklerini hatırlarlar. Bunların başlıca görevleri: Türkiye’de gerçekten bir İşçi Sınıfı Partisinin doğuşunu önlemek, baltalamaktı. Bunu yapamayınca; ya herkesten daha önce davranmış görünerek bir “Sosyalist Parti”, hatt⠓Komünist Parti” kurmaya girişmek yolunu tuttular; yahut İşçi Sınıfı Partisi içine sızarak, orada keskin “Sosyalizm” hatta “Komünizm” formülleriyle, el çabukluğu marifet, hokkabazlık yolundan provokasyonlar ve mız çıkarmak görevini en “Bilimsel”, yahut en inadına “Devrimci” perdesi altında yerine getirmeye koyuldular.

Türkiye’nin karanlık ve nankör Sınıflar Savaşında ne aşamalar geçirilmedi? Yaşayanlar bir gün ayrıntılarıyla açıklayacaklardır. İşçi Sınıfı için ve çeşitli işyerlerinde uzun yıllar gizli polisin kurduğu “Komünist Hücreleri” işletildi. Bu polis komünistleri, uluslararası emperyalist casuslarla ve ajanlarla da el ele vererek, foyaları ortaya çıkıncıya dek: “Üçüncü Enternasyonal” adına, foyaları sırıtınca: “Üçbuçukuncu Enternasyonal” adına tahrikât, propaganda, teşkilât yaptılar.

Öylesi günler oldu ki, pek aşırı Polis Marksist- Komünistlerinin İşçi Sınıfı ve halk yığını içine yaydıkları ateşli “Komünist Beyannameleri”nin ve “Komünist Dergileri”nin hesabı, gerçek İşçi Sınıfı Devrimcilerinden soruldu. Elebaşıları azılı “polis komünistlerinden” olan boylu boyunca sözde: “Komünist Teşkilatlarının gürültülü sözde: Komünist tevkifatları” yapıldı. Sonra, bu yaman “Komünist Tevkifatları”nın aslan ajanlar, mâsum işçilerle birlikte, Polis Birinci Şubesinde epey “müthiş” sorgu sualden geçirilip, bir karanlık saatte, Polis Müdürlüğünün arka kapısından: “Defolun!” diye sokağa (İşçi Sınıfı içinde) fırlatıldılar.

İt ürüdü, Kervan yürüdü.

Türkiye İşçi Sınıfının Partisi, hep “ileriye kaçan” ajan köpekleri, sık sık zararsızlaştırdı.

5- Provokasyon Amacı: İşçi Sınıfını Partisiz Bırakmak

Bu kısa açıklama bize neyi belli ediyor?

Şunu:

Kışkırtıcı ajan köpeklerin İşçi Sınıfına saldırışları her zaman, sınıfın en bilinçli, en fedakâr, en yiğit öncülerinin örgütlendiği İşçi Sınıfı Partisine karşı olur. Ağzıyla kuş tutsa, partisiz bir sınıf her zaman torbada kekliktir. Yapılan saldırı parti ortada görünmüyorsa; İşçi Sınıfı Partisinin olamayacağı, hiç değilse “henüz zamanı gelmediği” yâvesini işler. Parti, bu havlayışları kısa kesmek için yeni aşamasına davrandı mı, “herkesten önce” bir provokasyon örgütü öne sürmeye girişir.

Sosyalizm düşmanları için başka her şey mubahtır: “Solculuk” da, “Sosyalistlik” de, “Komünistlik” de en aşırıca ajitasyon ve propaganda edilebilir. Yeter ki İşçi Sınıfı Partisi bozulsun. Çelik, çekirdeksiz “Sosyalizm”ler, nasıl olsa örgütlü gericilik tarafından bozguna uğratılır. Burjuvazi bilinçli ve örgütlüdür ya…

6 – Minarenin Kılıfı ve Sıçan Aklı

Kendilerini ilkin 50 yıl önce çıkmış ilk Aydınlık dergisinin oldubittiyle “mirasçısı” pozunda gösterebileceklerini uman “ne idikleri belirsiz” kişiler, düşüncemizi ve yazımızı almak için bize çok alçak gönüllüce baş vurdulardı. Kendilerine: Yayının ancak örgüt için bir duvarcı sicimi olabileceğini anlattık. O şartla yazı verdik.

Onlar çok geçmeden açıkgözlüğe başladılar: Yazdıklarımızda yeni bir öneri görünce, çıkacak dergide o öneri yerine, aynı düşünceyi sulandırarak, ilkin “kendi buluşları” imiş gibi öne sürdüler. Bir iki sayı sonra, yayınlanan yazılarımızın aslı okurlara, o keskin sosyalistlerin “buluşlarını” taklit eden bir geç kalmış düşünce imiş gibi sunuldu. “Proleter Sosyalizmi” ile “Burjuva Sosyalizmi” deyimlerimizin başına getirilenler gibi… Kalpazanlık mıydı bu, yoksa toyca kurnazlık mı?

Biz, tükenmez iyi dileğimizle, o turfanda “sosyalist” beyciklerin, Tefeci Bezirgân artığı küçük burjuvalıklarına verdik. Düzelirler umudu ile görmezlikten geldik. Oysa onlar atı alınca Üsküdar’ı geçecek harâmilikteymişler. Sosyalist Ortamda “Bilimsel” logorre’lerini (söz ishallerini) akıllarınca geçer akça kılar kılmaz asıl içyüzlerini açığa vurdular. Türkiye’de: “İşçi Sınıfı Partisi’nin objektif ve sübjektif şartlarının yetersiz olduğu” iddiasına sıçradılar.

O zaman aldı bizi bir düşünce. “Karaman’ın koyunu, sonradan çıkmıştı oyunu!” Tıpkı Polis ajanlarının İşçi Sınıfı Partisini baltalama taktiklerine pek benziyordu bu “Şartların yetersizliği Teorisi”. Ne yapıyorsunuz deyince, yetersizlik yazısını kendi dergilerindeki “Özgürlüğe” atfettiler. Ama yalanlamadılar da. Minareyi çalanlar, kılıfını hazırlamışlar demekti. Sıçan tırtıkçılığı ile vakit kazanacaklardı. Hele boylarını göstersinlerdi.

7 – Suçüstü Yakalanış

Sonradan Ak-Aydınlıkçı olacaklar, meşru savunma durumuna itilmiş arkadaşlarının eylemlerini “Anarşistlik” ilân etmekte, bezirgân Parti liderleriyle aynı zamanda ve aynı kaba yellendiler. O yüzden Eylemciler ile “sosyalizmin bilimi”ni yazar geçinenler arasında çıngar koptu. Ak-Aydınlıkçı’lar kendilerini “Proleteleter Devrimci” ilân eder etmez, ansızın herkesten daha “Keskin Sosyalist” görünmenin yolunu “Mao-Mao”culukta buldular. Ve dün “eleştirdikleri” eylemcilerin “Silahlı Halk Savaşı” parolasını şiddetle (ama kaloriferli apartmanlarında) döktürdüler: Onlar mı eylem düşmanı?

Az önceki “Bilimsel” perhizlerini, şimdi Mao-Mao’culuk turşusu ile keskince bozmuşlardı. “Tarihsel Maddecilik Yayınları”nın üç son kitabı çıkınca, Tatar ağaları geç kaldıklarını anladılar. Bu yol “İşçi Sınıfı Partisi”ni herkesten önce kendilerinin girişiminde kurmak sevdasıyla “Sosyalist Kurultay” çağrısına ılgar ettiler. Ve bir yol daha metotlarına sâdık kaldılar. Kaç yıl önce “Sosyalist” gazetesinde çıkmış “Sosyalistler Konferansı” çağrısını ağızlarında, hiç anmaksızın, soysuzlaştırma çabasına daldılar.

Yaşları benzemesin, Dünya’da ve Türkiye’de İşçi Sınıfı Partisi’ni önce baltalama, sonra ele geçirme yolundaki casus taktiği ve provokasyonu ile iyice paralele düştüklerini, ve “Cesaret arz ederken, sirkatlerini söylediklerini” anlamadılar. Suçüstü yakalandılar.

***

CİA SOSYALİZMİ TARİH KALPAZANLARI

9 Mart 1971

Ak-Aydınlık, onu yanlışlıkla okuyacak olan her delikanlıyı, “Hanyayı Konyayı bilmez” enayi yerine koyarak şöyle diyor:

“Proletaryanın devrim hedefine yönelmeyen bir tarih tezi, proletaryanın bilimi değildir.”

Söz konusu Tarih Tezi’nin özü “Antika Tarih”in gidiş kanunudur. Bu kanuna göre sınıflı toplum (yani medeniyet-uygarlık) insanlığı ne zaman bir çıkmaza soktuysa, o zaman barbarlık (yani sınıfsız toplum, ilkel sosyalizm) kılıcını çekmiş, Gordios’un kör düğümünü kesmiştir. Bu Tez’de “proletaryanın Devrim hedefine yönelmeyen” ne var?

Anlatılan açıktır. Sosyalizm, toplu yaşamak zorunda olan insanlığın öyle güçlü bir eğilimidir ki, en ilkel (tarihöncesi) biçimi ile dahi, yedi bin yıl toplumu yok olmaktan kurtarabilmiştir. Modern İşçi Sınıfı gibi bir devrimci sosyal sınıfın bulunmadığı antik medeniyetler boyunca, barbarlığın ikide bir yarattığı rönesanslar (dirilişler), gerçekte (ilkel bile olsa) gene sosyalizm’in eseridir. Modern İşçi Sınıfının Sosyalizmi ile İlkel Sosyalizm arasında, medeniyet tarihçilerinin uydurdukları uçurum üzerinde insancıl bir köprü vardır.

Sosyalist beycikler, bu Tez’de ve yığınla aydınlatıcı başka sonuçlarında, “proletaryanın devrim hedefine” yönelmemiş hangi noktayı görüyorlar? Bunu anlamış ve anlatmış değiller. Ancak kırk yıl işlenmiş bir araştırmayı, birkaç saatlik üstün körü ve kuyruk acılı okumayla, bir vuruşta yere sermek sevdasındalar. O yüzden, Tez’in bütünlüğü içinde değerlenebilecek birkaç satırının önünü sonunu makaslayarak, Tez’in aslını bilmeyen birkaç çocuğu kandırmaya yeğkiniyorlar.

Kara Cümlesi Eksik Sosyal Cambazlıklar

Tabiî her sosyal tez gibi, söz konusu Tarih Tezi de, “kürsü sosyalisti” Beyciklerin sandıkları gibi yahut göstermeye çabaladıkları gibi bilim için bilim yapma hevesinden doğmadı. Doğulu toplumlardaki sosyal sınıf savaşlarının batıdakilere göre çok daha karmaşık oluşu yüzünden yapılmış kırk yıllık teorik-pratik savaşların bir sonucuydu. İster istemez o çok özellikli savaşların anlamları ve gelişmeleri üzerinde uygulamalara yankılar verecekti.

Ak-Aydınlıkçı sosyalist beyciklerimizi de en çok üzen şey bu uygulamalar olmuş. Uygulamalardan birisi Tarih Tezi’nin Osmanlı Tarihinde ispatlanışıdır. Buna öyle içerlemişler ki, her kızdıklarına akrep kuyrukları ile sokmaya çalıştıkları, o yaman “revizyonizm”lerini nasıl kullanacaklarını bilemiyorlar. Şöyle “bilgincil” sözler kekeliyorlar:

“Kıvılcımlı’nın tahlilinde, tarih içinde toplumun geçirdiği sarsıntılar, bir ileri aşamaya atılıştan hep kulak arkası edilmektedir.”

“Eş mâna?” Ne demek istedikleri anlaşıldı mı? Yüksek öğretimde bu denli “kara cümlesi eksiklik” olmamalı. Belki bir kaleme alış veya düzeltim yanlışıdır. Geçelim. Asıl okuyacak olana Tarih Tez’inden iki fâre yakalayıp sunuyorlar:

1 – Osmanlılığın “kuruluş” problemi;

2 – O problem yüzünden tarihi “dümdüz”, “metafizik” görüş…

Ak-Aydınlıkçı sosyalizm aslanları, bu iki iddialarını tutturabilmek için “dümdüz” yalanlar uydurup, hiçbir metin vermeksizin inanılmaz “cambazlıklara” girişiyorlar. Sırasıyla görelim.

Osmanlılık üzerinde, Tarih Tezi’nin açık metinleri yerine, cici sosyalizmin şu iki makyajlı genelev sermayesi müşteriye sunuluyor:

“Kıvılcımlı, Osmanlı Devletinin kabile demokrasisi gelenek ve görenekleri üzerine kurulduğunu söylüyor. Tam tersine, Osmanlı Devletinin kurulması kabile demokrasisinin yıkılması ve yerini feodal bir devletin alması olayıdır.”

Kıvılcımlı’nın böyle bir cümlesi yok. Cici sosyalizm Beyciklerinin “bilimsel” kafacıkları öyle yakıştırmış. Sonra dönüp o bayağı yakıştırma üzerine Kıvılcımlı’yı arkadan vuracaklar. Böyle uydurma lâfla adam kandırmak aslanlık değil, sosyalizm kediliği bile değil, tam müflis küçükburjuva kalpazanlığını ve burjuva düşünce vurgunculuğunu maskeleyen sosyalizm çakallığıdır.

Nasıl mı?

Belirtelim.

Metafizik Kaşığı İle Skolastik Pisliği Yiyiş

Tarih Tezi, Osmanlılığın, kabile demokrasisi “üzerine” değil, kabile demokrasisinden kaynak almış vurucu güç “tarafından” kurulduğunu görür. Osmanlılık kabile demokrasisi “üzerine kuruldu” denilirse: Osmanlılık yaşadıkça, hep kabile demokrasisi üzerine dayandı, demek olur ki, gerçeğe aykırı düşülür. Çünkü “Osmanlı Devleti kurul”dukça elbet “kabile demokrasisi yıkılmış”tır.

Kabile demokrasisi hem kendisi yıkılıyor, hem Devleti kuruyor, bu nasıl olur denecek? Bu “çelişkidir” denecek. Tamam; biz de onu söylüyoruz. Eğer bu söylediğimiz, kendi aklımızdan uydurulmuş bir çelişki olsaydı, elbet “saçma” olurdu. Ne var ki, Osmanlı Tarihinin som gerçekliği o çelişkinin zembereği ile kurulmuştur. Yâni, İslâm ve Bizans derebeylik devletlerini yıkan da, Osmanlı Devletini kuran da aynı zamanda, aynı ilkel sosyalizm ilişkilerini yaşatan “kabile demokrasisi”nin ilk Osmanlı ilblerine (gazilerine, şövalyelerine) verdiği güçtür.

İlk Osmanlılar Bizans tekfurları, yahut Selçuk Sultanları gibi derebeyleşmiş bulunsa idiler, fethettikleri yerlerde Dirlik Düzeni denilen köklü toprak reformunu ve tarihsel devrimi yapamazlardı. O zaman toprak köleliğinden “Çiftçi” durumuna geçmek isteyen ezik köylüye halk yığınlarınca kucak açılarak karşılanmazlardı. Dolayısı ile Osmanlı Fütuhatı, saman alevi gibi, üç kıtayı çarçabuk saramazdı. Osmanlı Devleti 600 yıl yaşayamazdı. Bütün o zincirleme tarih olayları en kör gözün bile görmezlikten gelemeyeceği gerçekliklerdir. Hacıağa yahut Finans-Kapital veletlerinin paşa keyiflerince uyduracakları sosyalizm kalpazanlığı ile görmezlikten gelinemezdi.

Buna karşılık, o tarihsel devrim prosesinin vurucu gücü olan ilkel sosyalizm (Ak-Aydınlık Beyciklerinin sevdikleri deyimle: “Kabile demokrasisi”) Osmanlı Devletini kurarken, kendi kan örgütlerinin yıkılışını getirmedi mi? Getirdi. Devleti kuran güç yıkılır: Bu canlı, gerçek çelişkiyi namusluca kavramak için, üç buçuk skolastik kürsü döküntüsü cici sosyalistin üç buçuk yılda “diyalektik maddeciliği” ezberleyip metafizik beyinsizliğe soysuzlaştırması yetmez. Diyalektik, ezberlenecek bir CIA Sosyalizminin dogm’u değildir. Tarih içinde canını dişine takıp dövüşenlerin, adım adım uygulayabilecekleri bir metot ve mantık işidir.

Sosyalizm Çakallarının Vakıfa Pevlemeleri

Cici Sosyalizm çakalları, onları belki adam olurlar sanmış olan Türkiye İşçi Sınıfı savaşçılarının ayak izlerini koklaya koklaya “pev-”lemekle, bozgunculuk yaratabileceklerini mi umuyorlar?

Boşuna çaba. Onu, kendilerinden çok daha aktif küçükburjuva şarlatan devrim yobazları bile yapamadılar. Osmanlı Tarihi, öyle Marksizm softalığının tekerlemesi gibi “kabile demokrasisinin yıkılması ve yerini feodal devletin alması” biçiminde olmadı. Bu, eski sapık sosyalizm şarlatanlığı Tortskizmin, aşırı ve keskin “permanan devrim” gevezeliği ile Leninizmi mat etmeye kalkışmış yenik formülünü tarih alanına yakıştırıvermek olurdu. Tortskizm de, olmaz maskara küçükburjuva bensizliği ile, tarihin basamaklarını “düz” ve “yalınkat” edebiyat mantığı ile atlamak için şöyle demişti:

“Çarlığın yıkılması ve yerini proletarya devletinin alması”

Bu formül, sürü sürü zıpçıktı aydın sosyalistin ve gizli açık provokatörün ağzının suyunu akıtmış, suyu bulandırmıştı. Tarih öyle yürümedi Çarlık yıkıldı. Onun yerine burjuva iktidarı Kerenski’leri kullandı. Sonra onu işçi-köylü iktidarı kovaladı. Proletarya demokrasisi gene köylü yığınlarıyla sosyalizme geçişi sağladı.

Tarih ileriye gidiş gibi geriye gidişinde de, hangi basamakları aştı ise, onları olmamış saymak neyi değiştirir? Osmanlı Tarihi, “kabile demokrasisi” yıkılır yıkılmaz “feodal bir devlet” biçimine girmedi. Tarihin belirli çağı üzerinde yapılmış bir kesitle, tarihin bütün gelişimi üzerine genelleme yargı yürütmek: 19’uncu Yüzyıl ortalarına dek az çok mazur görülebilecek burjuva metafizik mantığını ve metodunu kullanmak demektir.

Ak-Aydınlıkçı beycikler, kendilerine sakınmaları için kaç yol açıklama yaptığımız bir çukura düştüler. Burjuva profesörlerinin sempozyumundaki metafizik “Osmanlı Feodatitesi” tekerlemelerini sözde bize gönderip eleştirimizi alacaklar ve hepsini birden basacaklardı. Bir daha sözlerinde durmadılar. Burjuva tarih tezini mal bulmuş mağribî gibi yayınladılar. Şimdi düştükleri skolastikle, kendi kafalarını da çorba ederek cezalandırdılar.

Söz konusu Tarih Tezi, Osmanlı toplumunun toprak temelinde derebeyleşmeyi azıttıran kesim (mukataa) düzeninden önce, ilk yüzyıl boyu sürmüş, ikinci yüzyıla doğru Mehmet Fâtih olmadan yeni bir dirilişe uğratılmış bir dirlik düzeni yaşandığını açıklamıştır. Ak-Aydınlıkçı cici beycikler o yüzyıl boyu yaşanmış ve “Mirî Toprak” rejimiyle tâ Tanzimat’a dek kalıntılarını zaman zaman teptirmiş bulunan Dirlik Düzeni’ni niçin atlıyorlar?

Akıllarınca Tarih Tezi’ni yalan dolanla çürütmek için.

Tarihin Gelişimini “dümdüz” Eden Kim?

Bir tezi çürütmek için, ilkin onun özünü namusluca, hiçbir tahrife girişmeden olduğu gibi koymak, sonra yanlışlığını gerçek olayların ışığında açıklamak gerekir. Cici sosyalist beycikler bunun tam tersine kalkışıyorlar. Tez üzerine kendi uydurdukları yalanlara dayanıp, bilmeyenleri aldatacak şöyle sövgüler havlıyorlar:

“Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi Marksist bir tarih kavrayışından uzaklaşmakta, sonuç olarak tarihi dümdüz bir gelişme olarak gören metafizik bir tez olmaktadır.”

Evet. Bunu yazabiliyor. Sözcüklerin, anlam namusu tanımayan dillere isyan edemeyeceklerini bilen cici sosyalistlerimiz hep öyle kelimelerin ırzına geçmekle, kendi namuslarını lekelediklerini kavrayamıyorlar. Yukarıda, Osmanlı Tarihinde burjuva bilginlerinin ve Ak-Aydınlıkçı çömezlerinin nasıl “metafizik” mantıklarına kurban gittiklerine değdik. Ak- Aydınlık beyciklerinin en bukalemunu olan D.P.’ye (Demokrat Parti’ye değil, onun ilk faşist komandolarından keskin Sosyalizme fırlamış Bay D.P.’ye) yanımıza her sokuluşunda en az birkaç öğün söylediğimiz söz hep; “tarihi dümdüz bir gelişme” saymaktan çekinmesi idi. Şimdi sıra onlara gelmiş. Onlar bizi “dümdüz gelişme” ile suçluyorlar!

Ne var ki, Tarih Tezi yıllar yılıdır yazılı ve basılı olarak ortada duruyor. Acep Ak-Aydınlık beycikleri Tez’e “tükaka” demekle kimsenin okumayacağını, hele anlayamayacağını mı sanmışlar?

Tarih Tezi, Osmanlılığın ilkel sosyalizmden sınıflı topluma ve en sonra derebeyleşmeye geçişindeki basamakları, en somut örneği ile 300-400 yıl önce yazılmış Osmanlı Tarih’lerinden alıp açıklamıştır. Örnek, Hacı Halife (G. 1058, İ. D. 1647) ile Naimâ (G. 1121, İ. D. 1708)nin tarih felsefelerinden özetlenmiştir.

“Tarih-Devrim-Sosyalizm” kitabında, ilkel sosyalizmden medeniyete geçiş, olağanüstü duru gerçeklikte beş “Tavır” (Aşama) olarak özetlenir:

1- Tavr-ı Evvel:

“Doğuş sıralarında devletin “sahibi” vardır. “YOL-DAŞ ve GÖZCܔ demek olan sahibidir o… Sahip sözcüğünün ilk anlamından kayışı, gittikçe ZIT anlama gelişi: Toplumun özellikle toprak münasebetlerindeki soysuzlaşma, DEREBEYLEŞME gidişi ile geçirdiği değişikliklere ayna olur.” (Tarih-Devrim-Sosyalizm, 1965, s. l63)

Bu açıklama nedir?

Tarihin “dümdüz-metafizik” değil, diyalektik bir gelişimle “zıt” (çelişik) gidiş gösterdiğine belgedir. Ve bütün ondan sonraki dört “Tavır” (Aşama) böyle diyalektik ilişki-çelişkilerle Derebeyleşmeye doğru basamak basamak atlayıp geçer.

Derebeyliğe Uzanan Dört Aşama

2- Tavr-ı Sânı:

“İlk barbarın ülkücü karakteri aşınmaya başlar. Toplumda o zamana kadarki KAN teşkilâtı yerine, SINIFLAR ve SINIF dövüşü geçince; artık, içerideki gerginliği dengeleştirecek eski her şeyde ORTAKLIK: Müşareket prensibini güden GELENEK ve GÖRENEK’ler YASAK edilecektir.” (a.y., s.165)

“KANDAŞLIK bağları yerine KUL, AĞA, KÖLE ve EFENDİ münasebetlerini geçirmek kolay edinilir bir bilim değildi. O hinoğluhinliği başka kimse çakmadan öğrenen açıkgöz, eski KAN düzenli EŞİT ve KANDAŞ toplumu ancak atlatabilir.” (T.D.S., s. 167)

Her düşünce dolandırıcısı olmayan için besbelli olduğu gibi: “EŞİT KANDAŞLIĞI… YASAK” etmekle, onun “GELENEK-GÖRENEK”lerini “YOK” etmek arasında uçurumlar vardır. Toplum bu uçurumlu aşamaları atlaya atlaya en son konağı olan DEREBEYLEŞME’ye varacaktır. İlgilenenler ayrıntılarını yerinde okur. Son üç aşama için birkaç söz:

3- Tavr-ı Sâlis:

“Bezirgân Medeniyetin yükselişi”, “sosyal ve ekonomik gelişim devridir.” (T.D.S., s. 171)

Demek Toplum, üçüncü aşamasında bile, henüz derebeyleşme arteriosklerozu’na girmemiştir. Gerilemez, ilerler.

4- Tavr-ı Râbi:

“Bezirgân medeniyetinin durması”, “eski, nispeten namuslu, az çok idealist devlet adamları ortadan kalkmış”tır. “Teâtı-i İrtişâ” (rüşvet alışverişi) ve “Mala meyilli Ricâl-i Mutlaka” (özel mülkiyet eğilimli müstebit devlet adamları) türemiştir. (T.D.S., s. 172)

Demek Toplum ancak dördüncü aşamasında derebeyleşmeye başlamıştır. Henüz gerilemez ise de ilerleyemez de.

5- Tavr-ı Hâmis:

“Bezirgân medeniyetinin çökmesi” (T.D.S., s. 173.) “temeli: Bezirgân – derebeyi farelerince aşınmış bir toplumun öteki bütün siyasi, hukuki, ahlâki, felsefi, dini vb. ÜSTYAPISINDA iler tutar yer kalamaz.”

“Artık boğuşma üst tabakaları sarmıştır. HARP önlenemez, sürer. İSTİKRAZ yetmez, arttırılır. DEREBEYİCE ödünç almalarla MÜSADERE’ler: Çapulu zenginler katına doğru çıkarır. Onlar, çalışan fakir halk gibi kaderlerine küsmezler. Birbirlerine düşerler. Yahut Osmanlı usulü: KOYU DİNDARLIK ayranları kabarır. Kimi “HACILIĞA”, kimi Mısır’a çil yavrusu gibi kaçışırlar. “Ve son VURUŞU yapacak BARBAR, toplumun altlı, üstlü bütün sınıflarınca, kurtarıcı gibi beklenir.” (T.D.S., s. 174)

Bizim cici sosyalist kılkuyruklar, bunları okumamış mıdırlar?

Tarih Tezi, Antika Tarihi böyle batıp çıkan sonsuz çelişkileri içinde buluyor: Beyciklerin, yayınladıkları burjuva feodolizm anlayışının skolastik batağından burunlarını çıkarıp Tarih Tezi’ni dümdüz bir gelişme, metafizik bir tez olarak ilân etmeleri neye benzer?

Onlardan daha özürlü olan isterik salon kokotunun, kendi pisliğini lavantalarla örtmesine… Yahut onlardan daha haklı olan sokak fâhişesinin, aşağılık kompleksi ile, bütün komşu kadınların namuslarından şüpheyle konuşmasına ve herkese pislik atmasına… Kadıncıklar mecbur. Bu beycikleri yalana, dolana, namussuzluğa zorlayan yok, sanırız.”



***



Evet. Kıvılcımlı, işte senin ve avanenin siyasi içyüzünü böylesine açık, net ve kesin biçimde gösteriyordu devrimci ortama. Ve sen, siz bu satırlarda çırılçıplaksınız. Bütün düzenbazlığınızla, bütün iğrençliğinizle, bütün hokkabazlığınızla, bütün hainliğinizle. Unutma, sadece “kral çıplak” olmaz. Sizin gibi hainler de işte böylece çıplacık ortaya konuverirsiniz. Bütün maskeleriniz, peçeleriniz, kalıplarınız sökülüp önünüze atılıverir. Kaçacak delik ararsınız ondan sonra. Daha doğrusu, içine girip gizleneceğiniz yeni bir kalıp…

Sen durumun, gerçeğin bu olduğunu adın gibi biliyorsun. O nedenle de bir hırsızın hırsızlık yaptığı yerden hızla uzaklaşıp kaçtığı gibi Kıvılcımlı’dan ve onun mücadelesinden, mirasından, hatırasından hiç söz etmiyorsun, geçen Pazar yaptığın “olağanüstü kongre” konuşmanda:

“Vatan Partisi, Namık Kemaller tarafından Belgrad ormanlarında kurulmuştur. Tıbbiye’nin bodrumlarında hürriyet kahramanları tarafından kurulmuştur. 4 Eylül 1919 gibi Atatürk ve arkadaşları tarafından Sivas’ta kurulmuştur. Sivas’ta kurulan Vatan Partisi’nin ben birinci üyesiyim. Herkesi üye olmaya çağırıyoruz.”

Namık Kemal’e sığınıyorsun, Atatürk’e sığınıyorsun, yeni bir kalıp olarak bu sefer de. Vardığın her yeri, kullandığın her kavramı düzenbazca sömürüp karalıyorsun, kirlendiriyorsun. Eskiden Mustafa Suphi’yi, 15’leri, Şefik Hüsnü’yü kullanırdın. Kendini o kalıpların içine girerek maskelemeye, gizlemeye çalışırdın. Sözde Mustafa Suphi’nin, Şefik Hüsnü’nün yolundan gittiğin yalanını haykırırdın. Mecnunlarını, müritlerini bununla kandırmaya çalışırdın. Bir zamanlarsa onlarca kitabının her bir sayfasında birkaç kez tekrarlardın “Mao Zedung Düşüncesi” diye. Mao tarikatının Türkiye şubesinin halifesi olarak satmaya çalışırdın kendini. Şimdi devir değişti, dönem değişti. O kalıplar para etmiyor, değil mi? onların siyasi rantı kalmadı. Hemen yeni bir kalıp buldun kendine. Vatan Partisi, Namık Kemal, Mustafa Kemal Atatürk… Senin ne ilgin var Namık Kemal’le, onların mücadelesiyle? Bir de hiç utanıp arlanmadan Atatürk’e sığınmaya çalışıyorsun. Oysa, sen geçmişte yazdığın onlarca kitabında Atatürk’e yüzlerce sayfa saldırdın, küfürler yağdırdın. Önceki yazılarımızda gösterdik bu rezilliklerini. Hadi burada yeri gelmişken madem yeni kalıbın bu, geçmişte bu konuda söylediklerine bir iki örnek verelim:

“CIA’nın eski Ortadoğu sorumlusu Graham Fuller 1990 yılı başında Türkiye’de yaptığı araştırmadan sonra hazırladığı raporda, Kemalizmin bittiği saptamasında bulunuyordu. Fuller, Türkiye’ye ‘yeni kimlik’ olarak “Ilımlı İslam”ı öneriyor.

“Gerçekten de, burjuvazinin demokratik devrimci atılımı olarak Kemalizm, artık tarihte kalmıştır ve Türkiye’nin geleceği üzerinde rol oynama şansına sahip değildir.” (Doğu Perinçek, Kemalist Devrim-1 Teorik Çerçeve, Kaynak Yayınları, 6. Basım, Mart 2000, s. 16)

“(…) Kemalizm, burjuvazinin demokratik sivil toplum projesiydi. Kapitalizmin sivil toplumu ise, ancak işçi sınıfının ve diğer emekçilerin sömürülmesi üzerine kurulabilirdi. Bu nedenle Kemalist rejim, aynı zamanda burjuvazi ve toprak sahiplerinin emekçiler üzerinde diktatörlüğü idi. Kemalizm, burjuva sınıfsal karakteri nedeniyle Kürt halkına ulusal baskı uyguladı. Bu baskı, ayaklanan Kürt kitlelerine karşı kırımlara kadar vardı. Emekçilere ve Kürt ulusuna tavrı, Kemalizmin tarihe ayakbağı olan yönünü oluşturdu.” (agy, s. 17)

“1920’lerde devlet yıkıcısı olan ve eski toplumla hesaplaşmaya giren Kemalizm, 1930’larda kendi kurduğu devleti fetişleştirmeye ve üzerine oturduğu yarı ortaçağlı ilişkileri pekiştirmeye yöneldi. Böylece Cumhuriyet’in demokratik burjuva toplum projesi dinamizmini kaybetti. Genç Kemalist burjuvazi, daha da büyümek için birkaç yıl önce savaştığı Batı’nın sermaye güçleriyle işbirliği eğilimi içine girdi.” (agy, s. 25)

“Kemalizm, rolünü oynamış ve tarihte kalmıştır.” (agy, s. 28)

“1925 yılı, Kemalist iktidarın hem gericiliğe hem de halk güçlerine karşı iki cephede baskı uyguladığı bir yıl oldu.” (agy, s. 95)

“(…) Fakat biz aynı zamanda, Kemalist rejimin işçi ve köylüleri ezen burjuva karakterini açıkça ortaya koyar ve onunla mücadele ederiz.” (agy, s. 109)

Evet yoldaşlar. İşte bu Bin Kalıplı Şef bu. Bugün artık geçmişteki Mustafa Kemal’e ve Kemalizme yönelik tüm hakaret ve küfürlerini unuttu, günün en hızlı, en keskin Atatürkçüsü oldu. “Atatürk’te birleşelim” diye çığlık atıyor. “Biz Kemalist Devrimin tamamlayıcısıyız” diye nutuklar atıyor. Ve de kendisini yine hep yaptığı gibi büyük vatan kurtarıcı önder olarak sunuyor, öyle satıyor.

Behey Bin Kalıplı!

Hiç de yüzün kızarmıyor değil mi böyle kalıptan kalıba geçiş yaparken, bir kalıptan çıkıp öbürüne girerken?

Böylelerine ne der yoldaşlar halkımız?

Kırk kocadan ayrılmış bakire. Biz de Bin Kalıplı Halife diyoruz. PDA Tekkesinin şeyhi diyoruz. Üzücüdür ve enteresandır. Her dönemde bu fırıldak kendisine müritlik edecek bir bölük zavallı bulabilmektedir.

E, ne diyelim? Burası Ortadoğu, Şark. İşte Tayyipgiller de bütün vurgunlarına, bütün zulümlerine, bütün ihanetlerine, bütün yalanlarına, düzenlerine, bütün hukuksuzluklarına, kanunsuzluklarına rağmen hâlâ 20 milyon civarında “hüloğğ”cu meczuplaştırılmış zavallı insan bulabilmektedirler.

Yani özetçe diyeceğimiz yoldaşlar, işimiz zor. Ama sonunda mutlaka uyandıracağız halk kitlelerini. Ve bunları Tarihte layık oldukları yere göndereceğiz, oraya yazdıracağız. Yazılacaklar oraya, hiç kaçışları yok.

Son olarak şunu da belirtelim ki:

Bütün siyasi hayatları boyunca Amerikan emperyalistlerine sadakatle hizmet eden, tabiî aynı oranda da bu millete, bu vatana ve bu halka ihanette sınır tanımayan işbirlikçi hainleri, satılmışlar sürüsünü topla, “Milli Güç Birliği” kuruyoruz diye Kıvılcımlı gibi bir anıt devrimcinin, bir büyük ustanın eseri ve hatırası olan Vatan Partisi’ni gasp ederek oraya doldur, bunun adına da devrimcilik de, öyle mi?

Kimi kandırdığını sanıyorsun sen?

Herkesi PDA tekkesinin zavallı, cahil müritleri mi sanıyorsun?

Ömürlerini AB-D uşaklığı ile geçirenler, kullanım süreleri dolduğu için efendileri tarafından hurdalığa atılınca birden geçmiş ihanetlerini unutarak ulusalcı oluverdiler, öyle mi?

Gülerler kedinin çamaşır yıkayışına…

Bunların ulusalcılığının-milliyetçiliğinin Tayyipgiller’in dinciliğinden hiçbir farkı yoktur. Tayyipgiller nasıl halkımızın içten din duygularını sömürüp siyasi ve parasal ranta dönüştürüyorlarsa, siz de ulusalcı-milliyetçi oynayarak halkımızın milli duygularını sömürüp siyasi rant elde ederiz diye düşünüyorsunuz. Kontrgerilla’nın özel örgütü faşist MHP’nin yaptığından hiçbir farkı yok yaptığınızın.

Bundan daha elim ve vahim olanı ise; bu namussuzluğunuzu Kıvılcımlı’nın hatırası olan Vatan Partisi’ni kullanarak ve kirleterek yapıyorsunuz. Suç işliyorsunuz… Bu yanınıza kalmayacak… 16.02.2015

HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut


Kaynak: http://kurtuluspartisi.org/ey-pda-tekkesinin-seyhi-sende-siyasi-ahlakin-insani-ahlakin-utanip-arlanmanin-zerresi-olsaydi-senin-yapip-ettigini-cia-sosyalizmi-sosyalizm-cakalligi-olarak-de/



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
tarihselmaddeci
[ tarihselmaddeci ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.05.2014
İleti Sayısı: 581
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder

Web Adresi | Özel ileti Gönder

1 kere teşekkür edildi.
1 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: tarihselmaddeci
Cevap Tarihi: 02.03.2015- 11:48


Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin İhanete Karmış Hazin Siyasi Serüvenine Dair… (14)

Bu yazımız da, PDA Tekkesini, sığınılacak güvenli liman sanma gafletine düşen İP’li kadınlara
bizim hediyemiz olsun


İlkin, Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Evren Balta’nın 17 Şubat 2015 tarihli Yurt Gazetesi’nde yayımlanan “Bizi öldürenler, koruduğunu söyleyenler!” başlıklı makalesinden başlık altı spotu olarak verilmiş şu paragrafı aktaralım:

“Siyasal iktidarın kaç çocuk doğuracağımı, ne zaman evleneceğimi, sokakta ne giyeceğimi denetlemesi ile sıradan erkeklerin onlarla ne zaman sevişmek isteyeceğimi denetlemek istemesi arasında çok büyük bir fark yok. İkisi de bana rağmen, benim için, benim bedenim adına karar verme ve bunu uygulama hakkını kendilerinde gören korkunç bir cinsiyetçiliğin dışavurumları!”

Evet, aynen de öyledir, yoldaşlar. Biz de bu değerlendirmeye bütünüyle katılıyoruz. Burada karşı çıkılan yaklaşımlar, her şeyden önce kadınlar üzerinde erkeğin denetim, yönlendirme hakkı olduğunu ön kabul olarak savunan yaklaşımlardır. Söz konusu yaklaşımda, kadının özgür iradesiyle kadınlık işlevleri ve bedeni üzerinde tasarruf hakkı bulunmaz. O hak erkeklere aittir. Özetçe kadın, kendi haline bırakılamayacak, çünkü bırakılırsa ne yaptığına ve yapacağına güvenilemeyecek bir cinsiyettir. Bu sebeple de kadının hayatının, sosyal yaşamının tümünün nasıl olacağına karar verme hakkı sadece erkeklerindir. Çünkü erkek, kadından üstündür. Kadın kendini bile yönetemez. Ama erkek, hem kendini, hem kadını yönetecek yetkinliğe sahiptir.

Kadını Sorunu’nun çözümü budur, egemenlere göre. Adamlar böylece meseleyi kökten çözmüş olurlar. Kadın ne mi yapacak?

Erkeğine danışacak. Bu eşi olur, yoksa babası olur, erkek kardeşleri olur. Onların buyruğuyla hareket edecek.

Tabiî bu sorun çözüş, kadını sosyal hayattan tümüyle koparan, onu Lenin’in deyişiyle “yatakla mutfak arasında köle yapan” bir sonuca yol açar, kaçınılmaz biçimde.

Yani, kadının özgürlüğünü reddeder. Onu ezilen cinsiyet durumunda tutar.

Yine bu anlayış, kadına gönlünden kopup büyük fedakârlıklarda bulunarak ufak tefek hak kırıntıları verir. Bununla da övünür, bakın biz kadına ne haklar veriyoruz, diye.

10 bin yıldan bu yana kadın hep bu ve benzer anlayışlar sonucu köle durumunda tutulmuştur. Günümüz burjuva toplumunda Parababaları, kadın işgücünün daha ucuz olmasından dolayı kadınlara üretimde belli oranda da olsa yer almaları imkânını sağlamıştır. Ama bu da tümüyle kendi kâr hırslarının bir sonucudur. Yoksa kadını düşünmelerinin değil.

Burjuva toplumu, düzeni var olduğu sürece ne yazık ki kadınların kurtuluşu mümkün olmayacaktır. Çünkü bu toplumun ekonomik gücü erkeklerin elindedir. O güce sahip olan, onu elinde bulunduran her şeyi, tabiî kadın da buna dahildir, parayla elde edebileceği bir meta olarak görür.

Mülkiyet kişilerin elinde olmaktan çıkarılıp kamunun olunca o zaman erkeğin kadın üzerindeki hâkimiyeti de kendiliğinden mecburen son bulur. Tabiî 10 bin yılın oluşturduğu erkek egemen kültür, sosyalist topluma geçiliverince bir anda yok olmaz. Bu sebeple sosyalist toplumda da bu kadın düşmanı kültürün, geleneklerin, anlayışın ortadan kaldırılıp izlerinin bütünüyle silinmesi için kadınların bir hayli uzun bir süre örgütlü mücadele vermeleri gerekir…

Ne diyor Tayyip, meydanlarda, kürsülerde, ekranlarda, yoldaşlar?

“En az üç çocuk yapın.”

Tabiî Tayyip’inki nihayetinde bir istek, talep, temenni ve öneri olarak kalmaktadır.

Fakat zıvanadan çıkmış bir Pol Pot Karikatürü, kadına karşı bu zalimane tutumu bin kat daha artırarak, şiddetlendirerek, Kant’ın deyişiyle “kategorik imperatif” yani “kesin buyruk” olarak öne sürmektedir.

Hem de ne adına?

Devrimcilik adına, komünistlik adına, Marksistlik adına.

Kime karşı mı?

Örgütündeki kendi eşi hariç tüm kadınlara karşı.

Tabiî bütün despotlar gibi eşiyle kendisini, koyduğu yasağın kapsamı dışında tutmaktadır. Çünkü o, yasak koyucudur. Yasaklara uyucu değil. O emredecek, herkes de ona tartışmasız uyacak, boyun eğecek. Uymayanın örgütte yeri yoktur.

Evet yoldaşlar, şimdi yine 10 yıllarca PDA Hareketinin Doğu Perinçek’ten sonraki adamı (İkinci Adam) olmuş, aynı zamanda da Perinçek’in kız kardeşi Feyza’yla evlenip eniştesi olmuş Gün Zileli’nin anılarından bir bölüm aktaralım. Yanlış anlaşılmasın bu anılar PDA Hareketi’ni bir belgesel sadakatinde anlatan, ortaya koyan anılardır. Hep söylediğimiz gibi eksiği vardır ama yanlışı yoktur anlatılanların. Görelim:

“1976 yılının başında, Feyza hamile kaldı. Parti’nin “çocuk yapma” yasağına o güne kadar sadakatle uyduğumuz halde, M. K. Çamkıran’ın ve Doğu Perinçek’in bu yasağı delmelerinden cesaret alarak oldukça gevşek davranmaya başlamıştık. Birbirimize itiraf etmemekle birlikte, Feyza da ben de memnunduk durumdan. Ama aynı zamanda da endişe içindeydik. Ya “parti”, çocuğun doğumuna izin vermezse? Niçin vermesindi canım? Doğu’ya, Çamkıran’a nasıl vermişti? Gerçi onların izin istediğini de hatırlamıyordum ya! Onlar de facto bir durum yaratmışlardı. Biz de öyle yapamaz mıydık? Hayır, yapamazdık. Çünkü ikimiz de “parti” disiplinine harfi harfine uyacak, şahsi isteklerimizi “parti”nin iradesine bağlayacak ölçüde naif devrimcilerdik.

“Haftalık raporumda, Doğu’ya, “Mozambikli”nin (Feyza için bu adı kullanıyorduk), “kazaen hamile kaldığını” bildirdim ve “ne dersiniz” diye sordum. “Keşke olmasaydı, ama ne yapalım olmuş bir kere, hayırlı olsun” türünden bir yanıt bekliyordum. Ertesi hafta gelen cevap tam tersi yöndeydi. Cevapta, “iyi bir kürtajcıya” gitmemiz ve bir daha sefere “daha dikkatli olmamız” isteniyordu. Gelen cevapla ikimiz de yıkılmıştık. Ama, “parti disiplinine” kafa tutacak kadar cesur olmadığımız gibi, Doğu’nun “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” sözünü hatırlatan tutumunu eleştirecek -içten içe eleştirsek de- bunu dışa vuracak ölçüde gelişmiş bir kişiliğimiz yoktu. Bu “emre” köle gibi itaat ettik.

“O dönem kürtaj legal değildi. Bazı doktorlar, kürtajı, kendi muayenehanelerinde illegal yapıyorlardı. Tabiî, bu ameliyatın yeterli sağlık koşullarında yapılması da paraya göre belirleniyordu. Gerekli parayı yatırırsanız, son derece iyi koşullarda ameliyat olabilirdiniz. Ama, bu parayı veremiyorsanız, birtakım kasapların elinde başınıza ne geleceği hiç belli olmazdı. Tabiî biz, parasızlık dolayısıyla ikinci kategorideki vatandaşlar arasında yer alıyorduk. Aynı kötü deneyi daha önce yaşamış bir kadın arkadaş, Feyza’yı alıp, Aksaray’daki bu küçük “mezbahane”lerden birine götürdü. Ben gitmedim elbette. Ama Feyza’nın anlattıklarından bu korkunç yerin nasıl bir şey olduğunu gözümde canlandırabiliyordum. “Doktor” denen kasap, “kesip biçme” işlemini, aldığı “cüzi” ücrete uygun olarak, neredeyse on dakikada tamamlıyormuş. Zavallı kadınlar, eline düştükleri kasabın kapısında kurbanlık koyunlar gibi bekleşirken, o da içeride, kadınların rahminden kesip aldığı “kanlı et parçalarını” çöpe fırlatıyormuş. Anlayacağınız, her şey gibi “insanca koşullarda” “çocuk aldırmak da sınıfsal olanaklara bağlıydı. Hayatlarının hiçbir aşamasında insan yerine konmayanlar, burada da “insanî” bir muamele beklememeliydi.

“Böyle “ucuz” bir ameliyatın olumsuz sonuçlarına hazır olmak gerekirdi. Hayır, bununla, Feyza’nın, neredeyse üç aylık erkek çocuğunu aldırmasının onda yarattığı psikolojik sarsıntıyı kast etmiyordum. Sözünü ettiğim, on dakika içinde yapılan alelusul bir ameliyatın geride bırakacağı fiziki tahribat ihtimaliydi. Mikrop kapma, bıçak darbeleri sonucunda rahimde ya da rahim ağzında yara açılması, kanama olması ve içeride parça kalmasının yol açacağı büyük kanamalar vb. Sonuncusu Feyza’nın başına geldi. Kürtajdan sonra dinlenmek için Doğu’yla Şule’nin Küçükçekmece’deki evinde kalıyordu. Ben o gece, onun başında kalmak yerine kim bilir hangi büyük “tarihi görevin” peşinden koşarak geceyi başka bir yerde geçirmiştim. Sabah Doğu’ların evine geldiğimde tuhaf bir durumla karşılaştım. Kapı açıktı, içeri girdim. İçeride kimseler yoktu. Doğu, zaten o sırada İstanbul’da bulunmuyordu. Şule de gözükmüyordu ortalıkta. İşin daha da garibi, Feyza da yoktu yatağında. O hasta haliyle kalkıp nereye gitmiş olabilirdi? Tam o sırada, yataktaki kan izleri ve yerdeki kanlı çarşaf dikkatimi çekti. Büyük bir telaşa kapıldım. Tam evden çıkmak üzereyken Çamkıran girdi içeri. “Merak etme” dedi, “şu anda hastanede ve durumu gayet iyi.” O gece Çamkıran da tesadüfen orada kalmış. Gece yarısı Feyza’da büyük bir kanama başlamış ve Çamkıran bir taksi tutup onu hastaneye götürmüş. Meğer Feyza’nın rahminde parça kalmış. Bu çok tehlikeli bir şeydi, kanın zehirlenmesine ve annenin ölmesine bile yol açabilirdi. Hemen hastaneye gittim. Feyza, geçirdiği ikinci ameliyattan henüz uyanmamıştı. Uykusunda ağlıyordu.” (Gün Zileli, Havariler, s. 184-186)

Başta kadın gelmek üzere ailelerin, birlikteliklerin özlem ve iradesini tanımayarak Hareketine koyduğu, halkımızın deyişiyle bu manyakça çocuk yapmama kuralını ya da çocuk yapma yasağını ve onun ölümün eşiğinden dönen, doğurmak istediği evladını kaybeden mağduru olan Feyza Zileli’yi konu ederek soruyor Hürriyet’in kadın muhabiri Gülden Aydın (bu kadın da PDA’ya yıllarca müritlik etmiştir) Bin Kalıplı Şeyh’e olayı:

“Zileli’nin kitapta yazdığı gibi partili kadınların doğurmasına karşı mıydınız, kürtaj yapmalarını mı söylediniz?

“- Kürtaja karşıyım. Anadolu çocuğuyum. Ben öyle bir terbiyede büyüdüm ki bu türlü şeyler söyleyemem. En küçük çocuğum 8 yaşında. Doğduğunda, ben 53, Şule 46 yaşındaydı. Ona bile kürtaj yap demedim. 80 öncesi öyle bir hava vardı. Çocuk olmasın, ne olacağımız belli değil diye.” (Gülden Aydın’ın D. Perinçek’le yaptığı röportaj, Hürriyet, 04.05.2002)

Bin Kalıplı fırıldak burada da meşrebine uygun olarak hiç utanıp sıkılmadan yalana ve inkâra sapıyor. Onlarca kişinin bildiği, kurbanı olduğu yasağı yok böyle bir şey, diyerek inkâr etmeye çalışıyor.

Dedik ya onun için yalan, dümen, hile son derece sıradan işlerdir. Neredeyse içgüdüselleşmiştir bu tür ahlaksızlıklar.

Fakat, psikolojik sorgu tekniği açısından bu yanıtı okuyan her uzman burada yüzde yüz kesinlikte yalan söylendiğini anlar. Bir kere “Anadolu çocuğuyum. Ben öyle bir terbiyede büyüdüm ki bu türlü şeyler söyleyemem”, diyerek sorudan kaçıyor. Soruyu saptırıyor. Cevap vermiş gibi yapıyor ama cevap vermiyor aslında. Bir ikincisi, en küçük çocuğum doğduğunda eşim şu yaşta, ben şu yaştaydım falan diyerek yine sorudan kaçıyor.

Bir kere senin o çocuğun, söz konusu yasağı savunduğun dönemde mi doğdu?

O gün, yani röportajın yapıldığı 2002 yılında çocuğun 8 yaşında ise doğum tarihi 1994 olur. Bu tarihte hep bildiğimiz gibi ne Maoculuk kalmıştır, ne Mao Zedung Düşüncesi, ne Pol Pot iktidarı ne de böyle akıl ve vicdan dışı parti yasaklarının sökeceği bir ortam. Bu manyaklıkların hepsi iflas etmiş ve tarih olmuştur artık. Kaldı ki senin en küçük çocuğun Gün Zieli’nin yukarıdaki satırlarda anlattığı dönemde doğmuş olsa bile sen kendini o yasak kapsamı dışında tutmuşsun zaten. Bu sebeple bu gerekçesinin de iler tutar yanı yoktur.

En sonuncusuysa, tevil yoluna saparak konuyu kütleştirip budayıp ılımlandırarak aslında hani derler ya çaktırmadan kabul etmiş oluyor yasağını. Şöyle diyor: “80 öncesi öyle bir hava vardı. Çocuk olmasın, ne olacağımız belli değil diye.”

Nerede öyle bir hava vardı?

Senin şeyhi olduğun Tekkenizde değil mi?

Ne olacakları belli değilmiş. Lafa bakın! Peki, işçinin, köylünün, aydının, esnafın ne olacağı belli mi? Kimin geleceği belli Türkiye’de? Her an halkımızın her bir ferdi işsiz kalabilir, aç kalabilir, cezaevine girebilir, yok yere mahkûm edilebilir, yaralanıp sakat kalabilir ve hatta ölebilir.

Gördüğümüz gibi yoldaşlar bu adamla ve kendine benzettiği avanesiyle konuşmanın, tartışmanın hiçbir anlamı olmaz. Yılan gibi kıvrılır, kayar, döner, bükülür bunlar. Bir sonuca ulaşamazsınız. Çünkü içtenlik yok, ahlak yok, namus yok, utanıp sıkılma yok. Bunlar Tayyipgiller’in sol kulvardaki versiyonudurlar. Neyse, geçelim bakalım…

Biz hep diyoruz ya yoldaşlar bunlara, Pol Pot Karikatürü, diye. Aslında o bile değil de… Çünkü Pol Pot, ülkesini işgale girişen ABD Emperyalistlerine karşı 5 yıl süren bir halk savaşına önderlik etmiş ve emperyalistleri ülkesinden kovmuştur. Bu emperyalist saldırı ve işgal döneminde Kamboçya halkı 600 bin ila 800 bin arasında kayıp vermiştir. ABD Emperyalistleri, Ortadoğu’da da 1990 Körfez Savaşı’ndan bu yana uygulayageldikleri gibi mazlum ülkeleri uçaklarıyla, füzeleriyle bombalamayı pek severler. Ve hep yaptıkları gibi bu canavarlıklarını sevimli sözcükler kullanarak adlandırırlar. Kamboçya bombardımanlarını da B52 ağır bombardıman uçaklarıyla “halı döşeme” adını verdikleri yöntemle yapmıştı emperyalist haydutlar, cellâtlar.

Bin Kalıplı’yı ele alırsak; onda Pol Pot’un sahip olduğu yüreğin-cesaretin binde biri bile yok. O aslında Pol Pot’u taklit etmeye kalkışan bir soytarıdır.

1975’te iktidara geldikten sonra Pol Pot bütün şehirleri boşaltıp insanları köylere tarım işçisi olarak çalışmaya gönderir. Çalışamayacak durumda olanlar itlaf edilir. Eğitimliler de öyle. Mesela, 1700 kişi sadece gözlüklü oldukları için katledilmiştir. Pol Pot’a göre gözlüklü adam okuyan adamdır. Okuyan adamsa zararlıdır. Hastalar, tarımda çalışamayacak durumda olanlar hemen katledilir. Kendisine karşı çıkanlarınsa zaten hiç yaşama şansı yoktur. Uzatmayalım yoldaşlar. Yaygın kanaate göre 1975 ile 1979 yılları arasında Pol Pot iktidarı 1 milyonun üzerinde Kamboçyalıyı katleder. Hatta bazı iddialara göre bu sayı 1 buçuk ila 2 milyon arasındadır. İktidara geldiğinde Kamboçya’nın 7 milyon nüfusu vardır. İşte bu 7 milyonun ortalama olarak dersek 1,5 milyonunu katletmiştir Pol Pot yönetimi. Aşağı yukarı nüfusun beşte birini yok etmiştir. Katliam kurbanları, her sınıf ve tabakanın insanlarından oluşur. Kadın erkek, yaşlı genç, çocuk, her yaştan ve her cinsiyetten insan kurban edilir. Öyle ki her evden en az 1 kişi katledilmiştir o süreçte.

Başkent Phnom Penh’in 14 km dışında bugün hâl⠓ölüm tarlaları” denen toplu mezarlara defnedilmiştir bu kurbanların bir bölümü. Şu ana kadar burada 129 toplu mezar keşfedilmiştir.

Şehrin merkezinde ise Pol Pot’un işkence merkezi haline dönüştürdüğü bir okul bugün müze olarak korunmakta ve yerli ve yabancı gezginlere gösterilmektedir. Rehberler buralarda hangi yöntemlerle insanların işkence gördüğünü anlatmaktadır. Enteresandır; buradan gelip geçmiş kurbanların kayıtları tutulmuş, resimleri çekilmiştir, önden ve yandan. Dosyalanmıştır bu kayıtlar. Onlar da sergilenmektedir bu işkence müzesinde bugün. Merak edenler internet ortamındaki onlarca videodan burada yapılan insanlık dışı işkenceleri sağ kurtulan kurbanların anlatımından, o günlerdeki Pol Pot’un görevlilerinin anlatımından ve bu soykırım müzesinin bugünkü görevli rehberlerinin anlatımından dinleyip öğrenebilirler. Tabiî içleri kaldırırsa…

Başkentteki bu soykırım müzesi Pol Pot’un ülkedeki pek çok hapishanesinin, işkencehanesinin en büyüğüdür. Burada takriben 20.000 insan sorgulanıp işkencelerden geçirilmiş ve katledilmiştir. Böyle işkencehanelerde katledilenler, aileleriyle birlikte yok edilmiştir; öldürmezsek büyüyünce intikam almaya kalkar, karşıdevrimci olur korkusuyla. Bir kısmı burada açlık ve işkenceden ölmüş, bir kısmıysa ölüm tarlalarına götürülerek orada öldürülmüş ve toplu mezarlara gömülmüştür.

Pol Pot da Bin Kalıplılar gibi Mao Tarikatının sadık mürididir ve “Mao Zedung Düşüncesi”nin tutkunudur. Yani o yıllarda Doğu Perinçek ve PDA Avanesiyle Pol Pot aynı yolun yolcusu, aynı tarikatın müridi, aynı ideolojinin savunucusudur.

İşte bu sebepten, Doğu Perinçek, Aydınlık’ın Yazı İşleri Müdürü Mehmet Ataberk ve muhabirlerinden Nuri Çolakoğlu’nu Çin ve Kamboçya’ya gönderir. Kamboçya’da 15 gün kalıp Pol Pot’la da röportaj yapar Aydınlıkçılar. Pol Pot’un emirlerine verdiği araba ve rehberlerle gezerler Kamboçya’yı. Tabiî sadece görülmesini istedikleri yerlere götürürler ve yandaşlarıyla konuştururlar. Onlar gözlemlerinin bir kısmını bir yazı dizisi biçiminde Bin Kalıplılar’ın Aydınlık’ında yayımlarlar. Tamamını da kitap haline getirerek Aydınlık Yayınları’ndan çıkarırlar. Bugün de sahaflarda bulunabilen kitabın adı “Savaşan Kamboçya”dır.

Anlaşılacağı üzere, bu anlatımlarda Pol Pot iktidarına övgüler düzülür.

Kitapta anlatılanlara göre Pol Pot parayı tümden kaldırır. Herkes iktidarın kurumlarının kendisine sunduğu karavanadan yiyecektir. Herkes saat 05.00’te kalkacak, yönetimin belirlediği görevleri yerine getirecek, saat 09.00’da da yatacaktır.

İşte o yıllarda böyle bir sözde sosyalist düzenin özlemi içindedir Bin Kalıplılar da.

Ne diyelim?

Bu çılgın, sözde komünist hastalıklı rejim, 1979’da Komünist Vietnam güçlerinin müdahalesiyle yıkılır ve katliam düzeni son bulur. Devrimci Vietnam Ordusu hızla girerek başkente ulaşır, Pol Pot iktidarını alaşağı eder.

Vietnam’ın bu tutumu Pol Pot’un bağlı olduğu ÇKP tarikat tekkesini çok rahatsız eder. Ve Vietnam’ı cezalandırmak için Çin Ordusunu Vietnam’a saldırtırlar. Fakat kısa sürede toparlanan, hazırlığını tamamlayan Vietnam karşı saldırıya geçerek işgalci Çin’i püskürtüp ülkesi dışına atar…

Vietnam’ın bu insani, vicdani ve devrimci tutumu MAO tarikatının bizdeki müritlerini de çok rahatsız eder. Bin Kalıplılar Vietnam Halk Cumhuriyeti’ne olan öfke ve kinlerini daha da bilerler. Küfürlerle saldırırlar Vietnam’a; “Sovyet Sosyal Emperyalistlerinin, Yeni Çarların kuklası Vietnam, komünist Pol Pot yönetimini yıktı”, diye…

Bin Kalıplı’nın örgütüne koyduğu çocuk yapma yasağı, Pol Pot’un yasak ve kuralları karşısında halkımızın deyişiyle “bal helvası” gibi mi kalır?

Fakat şöyle bir fark var arada: Buradakiler küçük bir grup, PDA Avanesi. Pol Pot’sa bir ülkede iktidara gelmiş bir önder. Emrinde bir devlet ve onun ordusu da dahil olmak üzere tüm kurum ve görevlileri var.

D.P. ve diğer Bin Kalıplılar da iktidara gelmiş olsalar inanın Pol Pot’tan farklı davranmazlardı.

Yine ben sık sık şöyle derim, Bin Kalıplılar ve Sevrci Soytarı Sahte Sol için:

“Allah Türkiye Halklarını bunların iktidarından korusun.”

Çünkü hem Bin Kalıplılar hem de Sevrci Soytarı Sahte Sol’un önderleri Pol Pot’la aynı ruhiyata sahiptirler. His yoksunu, robotlaşmış, zalimleşmiş insan sefaletleridirler. Hiçbir insani duygu taşımazlar. Vicdan ya hiç teşekkül etmemiş ya da yok olmuştur bunlarda.

Sosyalist iktidar mı görmek istiyorsunuz?

Alın size bir örnek: Küba. Küba’da devrimden bu yana yani 1959’dan beri bir tek insan işkence görmemiştir ve kaybedilmemiştir. İşte bu sebepten bu yüce devrimci değerlere sahip olduğu için Küba, devrimci hattan milim savrulmamıştır ve dünyanın başhaydut devleti ABD’nin 90 mil açığında sosyalizmin bayrağını dalgalandırmıştır. ABD Emperyalistleri bütün saldırı ve provokasyonlarına rağmen Küba’daki sosyalizmi yıkamamışlardır. Önderlerini korkutamamışlardır. Tam tersine Küba 65 yıldan beri burnunun dibinde ABD haydutlarına meydan okumaktadır. Sadece onlara da değil, tüm emperyalist haydutlara.

Sözü yine fazla uzatmayalım yoldaşlar. Bin Kalıplıların kalıplarından biri de işte bu Pol Pot Karikatürü oluşlarıdır.

Ne demiştik yazımızın başlığında?

Bu da bizim İP’li, (belki gücenirler, bizim adımız artık İP değil derler, o zaman yeni adlarıyla niteleyelim) Yeni Sahte Vatan Partili (YSVP’li) kadınlara hediyemiz olsun. Kabul buyururlarsa tabiî. Buyurmaya da bilirler mi dersiniz? Olur ya, belki. “Biz şeyhimizden memnunuz” da diyebilirler mi? Bilmem…

Kim bilir belki de bazıları bize kızacaktır, yine bu yazımızdan dolayı da. Sen bizi, aklımızı kullanmaya, sorular sormaya, olayları gerçekte ne iseler öylece görüp araştırmaya yönlendirmeye çalışıyorsun. Bu yaptığın feylozofların işi, akıl insanı şüpheye, şirke, Allah korusun inkara ve dinden çıkmaya yani sapkınlığa götürür. Nitekim tarikatlar da böyle der: Akılla bizim işimiz olmaz. Bizim işimiz inançladır. Biz inanırız sadece. İnancımızı ve tarikatımızı da asla sorgulamayız. Bu sebeple sen bizi dinden çıkmaya sevk ediyorsun, bize kötü yol gösteriyorsun. Biz sana kanmayacağız, diyebilirler…

Ne yapalım?

Derlerse diyecekler. Herkes seçiminde hür…

Biz uyarma görevimizi yapalım da… Çünkü devrimci sorumluluğumuzun gereğidir bu. Halklarımıza, insanlarımıza, özellikle de kadınlarımıza olan sorumluluğumuzun gereğidir bu. Gerisi artık herkesin ferasetine kalmış

Biz yine de son bir uyarı ve öneride daha bulunalım İP’li kadınlara:

Şeyhlerine ve PDA Avanesinin kıdemli müritlerine şunları sorsunlar. Sorular gayet basit ve nettir.

1- TİİKP ve TİKP’de çocuk yapma yasağı var mıydı? Şeyh bu yasağı koydu mu? Ve hemen de arkasından bu yasak bana değil, ben kapsam dışındayım, bu yasak siz müritlerimedir, dedi mi? (Çünkü pratikte Şeyh bu yasağı takmadığını göstermiştir.)

2-   Ebeveynin (anne babanın) istek, özlem ve iradesini hiçe sayarak, hastalıklı ruh yapısının bir ürünü olarak, ana karnındaki üç aylık bebeği zorla aldırtarak bu çocuğun hayatına son vermiş, dolayısıyla da açıktan bir cinayet işlemiş olmuyor mu Bin Kalıplı Doğu Perinçek?

3- 1975 ve 1979 döneminde Kamboçya’da iktidarda olan Pol Pot rejimini (Kızıl Kmer iktidarını) TİİKP ve TİKP açıkça ve kesince savunmuş mudur?

Sorsunlar bakalım İP’li kadınlar, kıdemli abilerine. Bakalım ne cevaplar alacaklar… 25.02.2015


HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut

Kaynak: http://kurtuluspartisi.org/bu-yazimiz-da-pda-tekkesini-siginilacak-guvenli-liman-sanma-gafletine-dusen-ipli-kadinlara-bizim-hediyemiz-olsun



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
tarihselmaddeci
[ tarihselmaddeci ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.05.2014
İleti Sayısı: 581
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder

Web Adresi | Özel ileti Gönder

1 kere teşekkür edildi.
1 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: tarihselmaddeci
Cevap Tarihi: 11.03.2015- 13:16


Bin Kalıplılar-PDA Tekkesi Şeyhinin müritlerini ahmak yerine koyuşu

Bin Kalıplılar Tekkesi Şeyhi, 1970’li yılların sonuna doğru (ana karargâhtan yani Pekin’den gelen buyruklar doğrultusunda hareket ederek); “İki Süper Devlet”, “Ne Amerika ne Rusya”, “Üç Dünya Teorisi”, “Sovyet Sosyal Emperyalistleriyle ABD Emperyalistleri Birinci Dünyayı oluştururlar”, “Başdüşman bu İki Süper Devlettir” gibi zırva, karşıdevrimci, antimarksist, sınıf uzlaşmacılığı üzerine inşa edilen tezlerin yeterli olmadığını kabul ediyor ve müritlerine de bunu benimsetmek istiyor. Artık iş iyice zıvanadan çıkarılacak, sınıf uzlaşmacılığı üzerine inşa edilen tezler akıl almaz boyutlara ulaştırılacaktır. Karşıdevrimcilikte ABD’yle, NATO’yla, SüperNATO’yla-Gladio’yla tam bir uzlaşma ve ittifaka girilecektir. Ve kararını veriyor. Artık bir tek Başdüşman vardır. O da Sovyetler Birliği’dir, Yeni Çarlardır, diyor.

Peki, Amerikan Emperyalistleri ne olacak?

“Müttefik”…

Böylece dünyada bu hasta şeyhin düşmanı olan bir tek devlet kalıyor, o da Sovyetler Birliği. Geriye kalan tüm emperyalist kapitalist devletlerse artık onun müttefikidir, dostudur.

Düşünebiliyor musunuz, hastalığın, zırvalamanın, hezeyanın boyutunu?

Ruh sağlığı yerinde olmak kaydıyla okuduğunu az çok, iyi kötü anlayan ve insani ahlâka sahip hiç kimse böyle bir zırvalamaya vardıramaz işi. Ama diyoruz ya; bu adam mitoman ya da mitomanik diye. Ondan işte işi böyle zıvanadan çıkarıyor, akıl almaz boyutlara ulaştırıyor ihanetini.

Tabiî bu ihaneti müritlere kabul ettirmek kolay olacak bir iş değildir. Onlar her ne kadar müritleşmiş, akıllarını işleyişten alıkoymuş ve şeyhin ağzından çıkan her sözü tanrı buyruğu gibi anlamaya ve kabullenmeye alıştırılmış olsalar da bu manda tezeği kadar iri saçmalamayı yiyip yutmak kolay olmayacaktır onlar için de.

Şimdi, bu tekkenin yeni müritlerini kızdırmayı göze alarak, yine İkinci Adam Gün Zileli’ye kulak verelim. Onun malum anılarının ikinci cildinden şu bölümü aktaralım:

“Parti ‘tabanı’na, ‘Sovyetler Birliği’nin tek başına baş düşman haline geldiği ve ABD ile ittifak yapılabileceği’ siyasetini benimsetmek, öyle kolay olmadı. Kongre öncesi ‘çalışma komitesi’ toplantılarında, ilçe ve il kongrelerinde, bu konuda ilk kez açıktan açığa parti içi bir muhalefetin ortaya çıktığı gözlendi. Bu muhalefet, ancak parti başkanlık kurulunun tüm ağırlığını, topyekûn terazinin bir kefesine koymasıyla alt edilebilirdi. Bu yüzden, biz merkez yöneticilerinin, ‘hızır’ gibi, neredeyse tüm kritik ilçe ve il kongrelerine yetişmemiz ve başkanlık kurulunun, tümüyle, ‘yeni’ siyasetin arkasında olduğu mesajını vermemiz icap etti. Doğu’nun ve benim de üyesi olduğum Çankaya ilçe kongresinde, bu konuda yapılan oylamayı hatırlıyorum. ‘Sovyetler Birliği’ni baş düşman, ABD’yi müttefik ilan’ eden önerge oylanırken, ben ve Doğu, en önde, üstelik ayağa kalkarak ve geriye dönüp üyelerin ne yönde oy kullandığını tehdit edici nazarlarla kontrol ederek, ‘mesaj’ vermenin de ötesine geçtik. Oylamayı kazanmamıza rağmen, aleyhte oy verenlerin sayısının küçümsenmeyecek bir yekûnu bulması, bizi derin derin düşündürmüştü. Bu muhalefet, daha üst kongrelerde elene elene cılızlaştı, genel kongrede ise bizim ‘merhamet ve himayemizi’ gerektirecek ölçüde, sembolik hale geldi.” (Gün Zileli, Havariler, s. 401-402)

Görüldüğü gibi yoldaşlar bu adamın demokratlıkla da siyasi ahlâk ve namusla da zerrece ilgisi yoktur. Amerikan Emperyalistlerini müttefik gören bu alçakça ihanetini o zavallı taraftarlarına işte böyle namussuzca hilelerle yediriyor, kabul ettiriyor.

Şimdi de bu şeyh ve tekkesinin nasıl bir işçi düşmanı, nasıl bir grev kırıcı, nasıl bir düzen işbirlikçisi namussuz olduğunu göstermek için Gün Zileli’nin şu satırlarına da yer vermeyi uygun bulduk:

“Kongre çalışmalarıyla fazla içimize kapanmıştık. Türkiye’de neler oluyordu bakalım? Ne olacak, İzmir Tariş işçileri, ‘Sovyet sosyal emperyalizminin hizmetindeki sahte solcuların güdümünde,’ ‘Türkiye’yi yıkma ve ülkeyi Sovyet işgâline hazır hale getirme planlarının bir parçası olarak’ işgâl eylemlerine girişmişlerdi. Derhal ‘Türkiye’nin’ yardımına koşmalı, işçileri ‘uyarmalı’, ‘sahte solculara’ hadlerini bildirmeliydik. ‘Yeni’ başkanlık kurulunun kongreden sonraki ilk toplantısında, bu vahim görev bana verildi. Ancak, başkanlık kurulunun görev bölüşümüyle aldığım yeni görev dolayısıyla önce İstanbul’a gidip, kendimi Aydınlık gazetesinde şöyle bir göstermem gerekiyordu. Yeni görev bölüşümüyle, 1976 yılından beri yürüttüğüm örgütleme görevini bırakmış ve ‘Ajit-Prop’ bölümünün sorumlusu olmuştum. Doğu, Oral’dan ve Aydınlık’ın gidişatından şikayetçiydi. Gazetede ‘liberalizm mikrobu’ teşhis edilmişti. Oral, bu ‘mikrop’la uzlaşmaktaydı. Hem zaten, ‘ideolojik kayışların’ sıkıştırılması gereken bir döneme girmiştik. Bu sıkıştırma işine önce gazeteden başlanacaktı. Ben, başkanlık kurulunun ‘Ajit-Prop’ bölümünün sorumlusu olarak, gazetedekilerin ensesinde boza pişirmek üzere, İstanbul İl Yönetimini de yanıma alarak gazeteyi ‘teftiş’ edecek, bir süre orada konuşlanacaktım. Hele şu Tariş isyancılarının hakkından geleyim, ardından sıra gazeteye gelecekti. ‘Liberalizm mikrobu’na bulaşmış olanların benden çekecekleri vardı!

“İstanbul’a gidip Oral’a yeni görevimi tebliğ ettikten sonra, yanımda muhafızlarımla İzmir’e hareket ettim. Artık öyle havalara girmiştim ki, Rus iç savaşında ‘kızıl vagonu’ ile oradan oraya hızır gibi yetişen Troçki’den farkım kalmamıştı adeta.

“İzmir, Tariş olaylarıyla çalkalanırken, bizim İzmir il örgütü ‘uyuyor’du. Olaylara ‘devrimci bir müdahale’de bulunmak için hiçbir şey yapılmamıştı. Derhal bir üye toplantısı düzenledim. ‘Sahte solculara’ ve Tariş direnişine karşı alınacak önlemleri ‘tartışmaya’ açtım. ‘Sovyet tehdidi’ paranoyasıyla gözü dönmüş bir yönetici olarak ileri sürdüğüm reaksiyoner önerilerin özü şuydu: Türkiye’yi ‘yıkmak’ için ‘tezgâhlanmış’ Tariş direnişine karşı çıkılacak, işçilere ‘uyarıcı’ bildiriler dağıtılacak, faaliyetlerimize engel olmaya çalışan ‘sahte solcu’larla gerekirse fiilî kavgalara girilecek, öte yandan direnişin bir an önce bastırılması için ‘vatansever’ Tariş bürokratlarıyla temasa geçilip, görüşmeler yapılacak, mümkünse onlarla birlikte ortak önlemler alınacaktı.” (agy, s. 413-414)

“Daha bu başlangıçtı, durun bakalım. ‘Kör’ şiddetin çekiciliğine kapılıp, diğer ‘görev’leri ihmal edecek ‘sahte solcu’lardan değildik biz. Bir bildiri kaleme almış ve Oral’a gönderip, bu bildiriyi güzelce basarak bize yollamasını tembih etmiştim. Oral, ‘sağolsun’ bir dediğimi iki etmedi. Kısa sürede bildirileri bastırıp İzmir’e ulaştırdı. Bildirileri, işgâl ve direniş eylemlerini sürdüren Tariş işyerlerinin önünde dağıtıp, işçileri ‘uyarma’ görevimizi yerine getirdik. Bildiriyi kendi işyerinde de dağıtmaya kalkan bir işçi arkadaşın, solculardan ve işçilerden dayak yediğini duymamız, derhal ‘olağanüstü hal’e uygun tedbirler almamızı gündeme getirdi. O işyerinin önünde topluca bildiri dağıtacak ve ‘saldırgan’lara ‘hak ettikleri dersi’ verecektik. Elli altmış arkadaşı oraya seferber ettik. Ben de, yanımda muhafızlarım, Yalçın Dal ve İlhami Şimşek’le, Merih Ergen’in özel arabasının içinde, olayları uzaktan gözlemek üzere, işyerinin yüz metre kadar uzağında yerimi aldım. Ne var ki, bu kalabalık Aydınlıkçı güruh, Tariş işçilerini korkutacağına, ‘tahrik’ etmişti. Bir de baktım, işyerinden ellerinde sopalarla çıkan yüz, yüz elli kişilik bir işçi grubu, bizim arkadaşları önüne katmış kovalıyor. Tam bir yenilgi, bozgun halinde korkunç bir ricat! O anda, damarlarımdaki ‘Zileli Deli Halil’in (Yarılma, s. 41-42) kanı harekete geçti. Arabadan fırladım bozgunu durdurmak için. Son derece gözü pek ve dövüşken bir arkadaş olan Yalçın Dal, her şeye rağmen o andaki koruma görevini unutmayarak belime sarıldı, beni durdurmak için. Güçlü kuvvetli bir genç olmasına rağmen, silkelenip elinden kurtuldum ve ‘haydin aslanlarım’ diye bir ‘Zileli Halil’ narası atarak, kaçan arkadaşların yanından geçip, onları kovalayan işçilerin üzerine doğru koşmaya başladım. ‘Önderlerinin’ ‘kahramanlığı’nı gören arkadaşlar, yüzgeri edip peşimden koşmaya başladılar. Tariş işçileri bu cüretkâr eylem karşısında paniğe kapılıp işyerlerine doğru gerisin geri kaçıştılar. İşin komik tarafı, biz Aydınlıkçıların fırlattığı taş ve sopalardan korunma güdüsüyle kendini bir an önce işyerinin kapısından atmak için kaçışan kalabalığın arasında, işyerlerinin önünde nöbet tutan jandarmaların da bulunmasıydı. İşçiler, işyerinin kapısından kendilerini dar attıktan sonra, oradan bize taş, demir ve sopa fırlattılar. Fırlatılan demirlerden biri omuzumu yaraladı. Ne var ki, bozgundan kurtulmuş, üstelik ‘muharebeyi’ de kazanmıştık. Hayatımda ilk kez işçilerle dövüşüyordum. Bunun o an bile bilincindeydim. Siyaset beni, sonunda, ‘hayatımı adadığım’ işçilerle karşı karşıya getirmişti. Kulaklarımda, ajite olmuş arkadaşların ‘kahrolsun revizyonistler’ sloganları çınlarken, içim kan ağlıyordu. Kahrolan, ‘revizyonist’ler değil, işçiye el kaldıran bizlerdik çünkü.

“Ne var ki, ‘pişmanlık’larla ‘titrek’leşmenin âlemi yoktu. Girdiğimiz mecrada sonuna kadar yürümek zorundaydık. Şimdi sıra, Tariş’in bürokrat patronlarıyla görüşüp, onlara akıldanelik yapmaya gelmişti. Hüsnü Ovacık’la birlikte, şimdi adını unuttuğum Tariş Genel Müdürüyle görüşmeye gittik. Zor günler yaşamakta olan Tariş Genel Müdürü, yüzünde biraz da şaşkın bir ifadeyle, hiç ummadığı anda çıkagelen bu gönüllü işbirlikçilere gereken hüsn-ü kabulü gösterdi elbette. Çay, kahve bile ikram etti. Bürokratın rahat koltuklarındaki bu samimi işbirliği havası, iki tarafı da, birbirini hiç tanımadan gerdeğe girmiş çiftler kadar tedirgin etmişti. İki taraf da, bu yabancılık ve tedirginliği üzerinden atmak için çaba gösteriyordu. Bürokratın gözünde biz, bütün işbirlikçi yönelimimize rağmen, hâl⠑solcu’yduk. Acaba bu solcular ne gibi yeni hinoğlu hinlikler peşindeydiler? Bizim gözümüzde bürokrat, kendimizi, onun ‘ulusal güç’ olduğuna ne kadar inandırmaya çalışırsak çalışalım, işçilerin iliğini sömüren bir bürokrat ve patrondu. Acaba bu ‘ulusal gücü’, işçileri daha az sömürmeye, ‘pastadan’ işçilere biraz daha pay ayırmaya, işçilerin gönlünü edip ‘Sovyet işgâlcilerinin aleti olmalarını’ önlemeye ne kadar ikna edebilirdik? Bu tedirgin ve uyumsuz görüşme sonuna kadar öylece sürüp gitti. Müdür bey, yardımcısından, işçilerin durumunun ne kadar ‘iyi’ olduğunu ispatlayacak istatistikleri getirmesini istedi. Müdürümüz bu istatistiklerden ‘çarpıcı’ birkaç satır okuyarak kendini savunmaya çalıştı. Bu açıklamalar da onu çatık kaşlarla süzmemizi engellemedi. Yaptığımız işe kendim bile inanmıyordum içten içe ve son derece rahatsızdım. Bu yüzden, teslimiyetçi siyasetimize en azından kendimi inandırmak için çatık kaşlı olmak zorundaydım. Şu müdür beyi biraz daha sigaya çekelimdi bakalım. İşçilere karşı yanlış tutumlarıyla, gördükleri gibi, büyük olaylara sebebiyet vermiş, ‘gayri-millî’ güçlerin işçilerin arasına sızmasına ve yaklaşan ‘Sovyet işgâli’ karşısında Türkiye’nin zayıf düşmesine yol açmışlardı. İşçilere karşı biraz daha ‘insaflı’ olsalar ne olurdu sanki? Peki peki olacaklardı, söz. Teşekkür ediyorlardı bize, kendilerine yardımcı olduğumuz için. Bu sözler de onuruma dokundu. Hayır efendim, ‘onlara’ değil, Sovyetler Birliği’nin karşısındaki ‘ulusal güçlere’ yardımcı oluyorduk biz. Bir daha da böyle münasebetsiz olaylara sebebiyet vermemeliydiler. Bunun yolu, ‘ulusal uzlaşma’ siyasetiydi. İşçilerle, ‘millî burjuvazi’ birbirini karşılıklı anlarsa, ‘ulusal cephe’ uyum içinde sürer giderdi. Müdür bey, yüzündeki, bizi karşılarken fark ettiğim şaşkınlık ifadesi daha da artmış bir halde bizi uğurladı. Herhalde deli olduğumuzu filan düşünmüş olmalıydı. Çünkü, konuşmalar sırasında fark etmiştim ki, onun da, Sovyetler Birliği’nin, Türkiye’yi ‘işgâl etmek üzere olduğundan’ haberi yoktu!

“Sonunda Tariş direnişi, ‘ulusal hükümet’in silâhlı güçleri tarafından kırıldı. Nihayet ‘hedefimize’ ulaşmıştık. Fakat hiçbir coşku duymuyordum. Dış görünüşümdeki tüm azgınlığıma rağmen, içten içe yanlış bir yolda olduğumuzu seziyor, bunun verdiği acı, hatta gizli bir utançla başım yerde dolaşıyordum. Tariş yenilgisinden sonra partiye, işini kaybetmiş iki işçi uğradı. Partiden, işyerlerinin önünde dağıttığımız bildiri aracılığıyla haberdar olmuşlardı. Biraz sohbet ettik. Yenilginin ardından bu iki işçi bize hak vermişti. Direnişe zorla sürüldüklerini söylüyorlardı. Onları direnişe ‘zorla’ sürenler, işsiz kaldıkları şu ortamda hiçbir yardım eli uzatmamışlardı. Artık gerçek ‘dostu’ ‘düşmanı’ tanımışlardı! Ne var ki, onları ne teselli ne de teşvik edecek hal vardı bende. İşçilerin tavrının, yenilgi ruh halinden kaynaklandığını biliyordum. Yenilen ve dolayısıyla yılgınlığa kapılan insanlarla hiçbir şey yapılamazdı. Bize ‘hak’ vermeleri bile bir şey ifade etmezdi. Bazı işçilerle, mücadelede değil, yenilgi ve teslimiyette buluşmuştuk sonunda.” (agy, s. 415-418)

Bu Bin Kalıplı siyasi ahlâk yoksulları, bu alçaklıklarını, işçi düşmanlıklarını, Parababaları dostluklarını övünerek 12 Eylül faşist cuntasının askeri mahkemelerinde de anlatırlar, ayrıntılarıyla. Yani “bakın biz sizinle aynı soydan ve boydanız, aynı çamurdan yoğrulmayız, aynı toptan kesmeyiz, bu nedenle bizi gerçek solcularla, devrimcilerle karıştırmayın. Bizim onlarla hiçbir benzerliğimiz yok. Bizi anlayın, bizi buralarda (cezaevinde) tutmayın. Hemen salıverin ki dışarıda yine bu tür eylemlerle size yardımcı olmaya, destek olmaya devam edelim”, demek isterler. Bu utanç verici alçalmalarını cunta karşısında olumlu bir karine olarak ortaya koyarlar:

“Rusyacı güçler ise, işçileri ‘Genel Grev’ adını verdikleri maceraya çekebilmek için, toplu sözleşme görüşmelerini çıkmaza sokuyorlardı. İşçilerin hak talebi, Moskova’nın beşinci kolu TKP tarafından istismar edilmeye çalışılıyordu.

“Parti Genel Merkezimiz, Mart 1980’de bir genelge yayınlayarak, bu kargaşalığa dikkat çekti ve görevlerimizi şöyle tespit etti:

“Sovyetler Birliği’nin güçleri, ülkemizdeki kargaşalığı derinleştirmek, hükümetin son uygulamaları ve zamlara karşı doğan tepkiyi istismar ederek, geniş işçi kitlelerini de kargaşalığın içine çekmek ve Türkiye’yi daha derin bunalımın içine itmek amacıyla bazı önemli eylem hazırlıklarına girişmişlerdir. (…)

“İşte bu koşullarda işçi sınıfı açısından temel mesele, revizyonizmin kargaşa planını boşa çıkarmak, zamlar öncesi durumunu koruyabilmek, kazanılmış haklarını elde tutabilmek ve bunalım dönemini en az kayıpla atlatabilmektir.

“Bugün Sovyetler Birliği’nin güçlerini ve maceracılığı esas hedef almalıyız. (…)

“Sözde genel grev uygulamasına daha başından itibaren açık ve kesin olarak karşıyız. İşçi sınıfını bu karara karşı çıkmaya çağırıyoruz.

“(…)

“Faaliyetimiz sadece işçi önderlerine yönelik olmamalıdır. Olaylar toplumun bütün kesimini ilgilendirdiği için herkes kendine göre bir tutum alacaktır. Bu nedenle siyasi parti yöneticileri, belediye başkanları, muhtarlar, vb. toplumun çeşitli kesimlerindeki etkili kişilerle diyalog kurmalıyız. Birlikte hareket etmeliyiz. Vali, kaymakam, güvenlik kuvvetlerinin sorumluları, işveren yetkilileri, vb. kişi ve makamlarla da ilgilenmeliyiz. (…) (1.3.1980, DİSK’in Sözde Genel Grevi, Revizyonizmin Kargaşa Girişimleri, Hak Grevleri ve Bizim Tutumumuz başlıklı Genel Merkez Genelgesi )

“Nitekim Tariş olayları patlak vermeden harekete geçtik ve gerekli uyarıları yaptık. Kargaşalık zeminini ortadan kaldırabilmek için işçileri rahatlatacak önlemler alınmasını istedik.

“İşçilerle yüzyüze görüşmeler yaptık, binlerce bildiri ve broşür dağıttık. Rusya’nın beşinci kolunun işçileri polis ve jandarmayla çatışmaya zorladıklarını anlattık. Tariş Üzüm İşletmelerinde zorbaları püskürttük ve provokasyonu sona erdirmede büyük rol oynadık. İzmir İl örgütümüzün çalışmaları olayların daha geniş boyutlara ulaşmasını engellemiştir.

“Arkadaşlar, bunlar bizi maceraya sürüklüyorlar. Ben işbaşı yapıyorum. Çalışmak isteyen beni takip etsin’ diyerek üretimi başlatan Tariş İşçisi Partimiz üyesidir.

“Olaylarda Partimizin tutumunu zamanın Tariş Genel Müdürü Hakkı Gürün yakından bilmektedir. Kendisinin tanık olarak dinlenmesini talep ediyorum. Olaylarla ilgili olarak İzmir İl örgütümüzün yayınladığı broşürü ekte sunuyorum.

“Teröristler daha sonra, İstanbul Cevizli Tekel Fabrikasında da aynı tertiplere girişmeye kalkıştılar. Partimiz burada da İzmir’de olduğu gibi yüz binlerce bildiri dağıttı, ev ev dolaşarak işçileri uyardı.

“Cevizli Tekel Fabrikasında devletin başaramadığını Partimiz başarmış, tertipleri iflas ettirmiştir. Makul bir uzlaşma zemini yaratarak, İşçilerin işten atılmasını önlemiş, huzurun sağlanmasında başrolü oynamıştır.

“Şiddetli saldırılara ve ölüm tehditlerine rağmen, burada da işbaşı çağrısı yapan ve makinelerin başına geçerek üretimi başlatanlar yine Partimizin üyeleridir.

“Esnafa kepenk kapattırma zorbalığına da en başından karşı çıktık. Esnaf iki ateş arasında kalmıştı. Bir taraftan sahte solcular “ kapatmazsan bombalarız”, diğer taraftan MHP’liler “kapatırsan bombalarız” diyerek tehdit ediyorlardı. Partimiz iki terör odağına karşı esnafın yanında yer aldı. Esnafla birlikte basın toplantısı yaparak bütün esnafı dükkanını açmaya çağırdı. Topluca Vilayete gidilerek, gerekli önlemlerin alınması istendi.

“Ulaşabildiğimiz her yerde esnafla birlikte dükkanını açtık, birlikte bekledik. Sözünü ettiğim basın toplantısının ve Partimizin Eminönü ilçesinin önderlik ettiği Süleymaniye esnafının teröristlere rağmen dükkânlarını açtığına ilişkin gazete haberini ekte sunuyorum. (Aydınlık, 15-16 Şubat 1980) (Dönemin TİKP Merkez Komite Üyesi ve İstanbul İl Yöneticisi Şahin Çömez’in, 8 Temmuz 1981 tarihinde Sıkıyönetim Komutanlığı İki Numaralı Askeri Mahkemesine gönderdiği dilekçe, 35 klasörlük TİKP Dava Dosyasından derlediğimiz belgeler, s. 422-424)

Gördüğümüz gibi yoldaşlar, o yıllarda Türkiye’yi sarsan Şanlı Tariş Grev ve Direnişi’nde tüm gerçek devrimciler Direnişçilerin safında yer alırken bu alçaklar devletin, işverenin safında yer alıp işçilere karşı sadece ideolojik değil, fiili saldırılarda da bulunuyorlardı.

Dikkat edersek yoldaşlar, faşist Kontrgerilla örgütü MHP ile de aynı çizgideler o zamanlar da. Her ikisi de işçi düşmanı, grev kırıcı ve işveren dostudur.

Bu alçaklar, grevleri yöneten DİSK Maocu olmadığı için onu da düşman ilan etmiş durumdadırlar. Onlara göre DİSK de “Sovyet Sosyal Emperyalizminin Beşinci Kolu”dur. Bu sapık ideolojileri gereğince de her şeyden önce Sovyetler’e karşı Parababaları devletinin saflarında, patronların saflarında yer almayı en temel siyasi görev olarak kabul ediyorlar. Hani “Üç Dünya Teorisi” var ya “Mao Zedung Düşüncesi”nin… İşte o teorinin emrettiği şekilde davranıyorlar. Sovyetler’i sosyalist gören her harekete ve her örgüte düşman gözüyle bakıyorlar ve ona karşı da devletin safında, işverenlerin safında, Amerika’nın ve NATO’nun safında yer alıyorlar. Ve hatta Süper NATO’nun, Gladyo’nun, Özel Harp Dairesi’nin yanında ve safında yer alıyorlar.

Hep söylüyoruz ya; bunların ihanetleri, namussuzlukları saymakla bitmez. Hepsini anmaya ve konu edip eleştirmeye kalksak binlerce sayfayı tutan ciltler dolusu kitaplar çıkar ortaya… Bir kez daha görüldüğü gibi hesaba gelmeyecek kadar çoktur bunların ihanetleri.

Şimdi yeniden dönelim başlıkta andığımız konumuza, yani D. Perinçek’in taraftarlarını saf yerine koyarak kandırmasına.

ÇKP yani PDA Tekkesinin Pekin’deki ana karargâhı, genel merkezi 1980’lerin ortasında, ortalama 20 yıldan bu yana hararetle savunageldikleri “Sovyet Sosyal Emperyalizmi”, “Hitler’in çizmelerini giymiş Yeni Çarlar”, “Üç Dünya Teorisi” gibi hezeyan boyutundaki tezlerinden vazgeçer. O tezlerin mucidi Mao, 1976’da ölmüştür çünkü.

1977 ila 1978 arası Mao’nun yerine ÇKP’nin başına geçen Hua Guofeng ve ekibi zaten Mao’nun başlatmış olduğu Kültür Devrimini “tamamlandı” diyerek durdurmuştu.

Bu tarihten sonra Partinin ve devletin yönetimini bütünüyle eline geçiren Deng Xiaoping, Mao’nun savunduğu bu tezlerin bütünüyle ortadan kaldırılmasını, izinin tozunun silinmesini amaçlayan bir ideolojik hat ortaya koydu.

Resmiyette Partinin ve devletin tepesinde görünmemesine rağmen her ikisinin de yönetimi aslında onun eline geçmişti. Partiyi de devleti de istediği şekilde yönlendiriyordu. Partinin ve devletin tepesinde bulunan resmi görevliler, onun buyrukları doğrultusunda hareket ediyorlardı.

1980’lerin ortalarına gelindiğinde Deng Xiaoping ve ekibi Mao’nun yukarıda andığımız tezlerinin tümünü reddetmişti.

Dahası, Kültür Devrimi’nin Mao ile ilgisinin olmadığını, onun “Dörtlü Çete”nin işi olduğunu iddia edecek kadar bu reddiyeyi uca götürmüştü.

Ve hatta, “Mao Zedung Düşüncesi” de bu tasfiyeden payını almıştı. Artık “Mao Zedung Düşüncesi” diye adlandırılan şey yeni yönetime göre “kurucu iradenin” yani Mao’nun bıraktığı bir hatıradır sadece.

Tabiî Çin’deki bu muazzam tasfiye ve dönüşümden Mao Tarikatının Türkiye’deki halifesi Doğu Perinçek ve PDA Avanesi de haberdar olmuştu.

Şimdi sözü yeniden Gün Zileli’ye verelim:

“1986 yılının ilk aylarıydı. Bir ‘MK’ toplantısında gündeme, ‘Çin Halk Cumhuriyeti’nin ziyareti’ sorunu geldi. Çin Komünist Partisi (ÇKP) yöneticileri, Çin’deki yeni gelişmeleri ‘par-ti’mize aktarmak (Çin, o sıralar Kültür Devrimi’ne karşı bir kampanya başlatmış, batı sermayesine açık ‘serbest bölgeler’ uygulamasına girişmişti) ve iki ‘kardeş parti’ arasındaki ilişkileri ‘pekiştirmek’ için ‘parti’mizi Çin’e davet ediyorlardı. ÇKP açısından anlaşılır bir davetti bu, çünkü yirmi yıldır ‘kardeş parti’lere empoze ettiği siyasetlerini temelden değiştirmişti. ‘Sovyet sosyal emperyalizmi’, hatta ‘Sovyet revizyonistleri’ siyasetini tamamen terk, SSCB’ni ise yeniden sosyalist ilan etmişti. ‘Mao Zedung Düşüncesi’ni sadece bir anı, kurucu ulusal liderin düşüncesi düzeyine indirgemişti. ‘Kültür Devrimi’ni, ‘Dörtlü Çete’nin ‘sol sekter’ siyasetlerinin ürünü bir yıkıcılık, hatta ‘karşı-devrim’ diye karalamaya girişmişti. Batı kapitalizmiyle ilişkileri ‘revizyonizm’ diye nitelemeyi bırakmış, ülkeyi batı sermayesine açmıştı. Avrupa’nın Komünist partilerine ‘revizyonist’ demekten vazgeçmiş, hatta onlarla ‘kardeş parti’ ilişkileri kurmaya girişmişti. Böyle bir durumda, ÇKP’nin dümen suyunda siyaset yapan bizim gibi ‘parti’lerin şaşalaması doğaldı. Bu şaşkınlığın, kısa sürede yerini ‘anlayışa’ bırakması da doğaldı. ‘Ağabey parti’ ÇKP, şimdi ‘küçük kardeşlerini’ yeniden eğitme sorumluluğunu duyuyordu işte, fena mı?

“Bu durumdan en fazla mağdur olması gereken başkanımız Doğu Perinçek’ti, ama en az ÇKP liderleri kadar büyük manevra yeteneğine sahip olduğundan, onları en fazla ‘anlayan’ ve mazur gören de oydu. Siyasetti bu, ‘olurdu’ böyle şeyler. Önemli olan, bizim bu manevralara ayak uydurmamız, ama bir yandan da muhalefet ediyor, kendi ‘bağımsız çizgimizi’ izliyormuş gibi bir izlenim vermemizdi. İşte o sıralar, Doğu’nun bütün dikkati, ÇKP ‘gemi’sinin ani manevralarını, hem daha küçük manevralarla izlemek, hem de izlemiyormuş gibi görünmek için, ‘parti’ takasının dümenini sağa sola çevirmek üzerinde yoğunlaşmıştı. ‘Kaptan’ımız ‘taka’yı ÇKP gemisinin dümen suyunda götürüyordu, ama bir yandan da ‘yolcu’lar; ‘bağımsız rota’ izlendiğini söyleyip durmaktan geri kalmıyordu. Bakalım, dümen suyu siyasetinin sonunda ‘taka’ batarsa bütün onurlu kaptanlar gibi gemisiyle birlikte sulara gömülmeyi göze alabilecek miydi? Ama doğru ya, o öyküler daha çok, büyük gemilerin kaptanları için anlatılırdı.” (Gün Zileli, Sapak, s. 80-81)

1986 yılında ÇKP’nin daveti üzerine Gün Zileli’nin de içinde yer aldığı 5 kişilik PDA heyeti Çin’e gider. Zileli’nin bu gezi izlenimlerinden konumuza ilişkin iki bölüm aktaralım:

“(…) ÇKP, hepsi aynı ‘dil’i konuşan, benimsenen politikaları ısrarla vurgulayan propagandistlerden oluşan bir partiydi bence. On beş günlük gezimiz boyunca nereye gittiysek, hemen hemen tüm parti görevlilerinden aynı sözleri işittik, aynı propagandaları dinlemek zorunda kaldık. ÇKP’nin o günkü baş teması, 1966 yılında başlayıp 1970’lerin sonlarına doğru parti yönetimi tarafından tamamen sona erdirilen ‘kültür devrimi’nin karalanmasıydı. 1960’lı ve 1970’li yıllarda, ‘kültür devrimi’ propagandasıyla dünyanın kafasını ütülemişlerdi. Şimdi de tam tersini yapıyorlardı. Üstelik bu olayı, ÇKP’nin geçmişteki siyaset ve anlayışlarının bir ürünü olarak ele almıyorlardı da, ‘Dörtlü Çete’nin üstüne yıkarak işin içinden sıyrılıyorlardı. Dimdik ayakta olan ‘Şanlı ÇKP’ şimdi de geçmişteki ‘sol’ hataları temizlemekle meşguldü. Aslında bu partiye, ‘şanlı ÇKP’ yerine, ‘yüzsüz ÇKP’ dense daha doğru olacaktı!” (agy, s. 104-105)

***

“Gezilerimiz sırasında rehberlerimiz, ‘kültür devrimi’nin kötülüklerini anlatarak bize ‘bilinç taşımak’ için en ufak fırsatı kaçırmıyorlardı. Bir keresinde bir Budist tapınağını ziyaret etmiştik. ‘Kültür devrimi’ sırasında baskıya uğradığı söylenen dinsel etkinlikler yeniden serbestliğe kavuşmuş, tabii dindarlar da tapınaklarına koşturmaktan geri kalmamışlardı. Yedisinden yetmişine her yaştan Budist rahip, çalgılarıyla bir dinsel töreni yerine getirmekteydiler biz gittiğimizde. Kenardan izledik. Dindar kadınlarla erkekler tütsüler yakarak Buda’nın çevresinde yerlere kapaklanıyorlardı. İnsan bu manzarayı görünce, şişman gövdesiyle Buda’yı enikonu andıran Mao’ya tapınmanın geri planındaki dinsel öğeleri biraz daha anlayabiliyordu.

“Tapınaktaki tarihi taş heykellerin bir kısmı kırılıp dökülmüştü. Rehberlerimiz, bunun eskimekten ya da kendiliğinden olduğunu düşünmememiz için bizi anında uyardılar. ‘Kültür devrimi’nin kızıl muhafızları, ‘feodal kültürün’ sembolü gördüklerinden kırmışlardı bu tarihi heykelleri (şimdi düşündüğüm zaman, Buda’ya bu saldırının sebebi, Mao tanrısıyla Buda tanrısı arasındaki rekabet gibi geliyor bana). Görüyorduk değil mi, ne ayıp etmişlerdi! Bizim arkadaşlar kafalarını sallayıp onları onaylar, ‘cık cık cık, olacak şey değil’ diyerek kızıl muhafızları ayıplarken, biraz, o sırada hâl⠑kültür devrimi’nin bürokrasiye karşı bir kalkışma olduğunu düşündüğümden, biraz da muzırlık olsun diye, diplomatik kuralları hiçe sayarak, ‘ne var canım, yıkılır, sonra gerekirse yeniden yapılır, ardından tekrar yıkılır, böylece devam edip gider’ demiştim. Sanırım rehberlerimiz dediklerimi duydular, ama yanıt vermediler. Belki de Türkçelerinin yetersizliği, sözlerimi tam anlamıyla kavramalarını önlemişti. Tabii bizim arkadaşların Türkçesi onlar kadar ‘geri’ değildi. Başkanımız, heyetimiz adına kıpkırmızı kesilip, bana ayıplayıcı nazarlarla, hatta biraz da uyarıcı bir şekilde baktı.” (agy, s. 110)

Evet yoldaşlar, işte bir kere daha gördük, Bin Kalıplı Şeyh’in içler acısı içyüzünü, ruh dünyasını. 1969’dan aşağı yukarı 1985’e kadar durup dinlenmeden tekrarladığı “Sovyet Sosyal Emperyalizmi”, “Yeni Çarlar”, “İki Süper Devlet”, “Mao Zedung Düşüncesi” gibi akıl ve mantık dışı zırvalamaların, bağlı olduğu Pekin’deki ÇKP Tekkesi tarafından reddedildiğini görünce bu da duraksamadan aynı görüşü anında paylaşıyor. Yani bu da 16 yıl boyunca tekke müritlerinin her gün çektikleri zikir tespihi gibi yüzlerce kez tekrarladığı saçmalamaları anında sonlandırıyor.

Ve ne diyor yoldaşlar?

“Siyasette olur böyle şeyler.”

İşte bu ahlâksız tekke şeyhinin siyaset dediği, siyasetten anladığı budur, yoldaşlar. Hani bugün abisi, müttefiki, ‘milli cephe yoldaşı’ olan Demirel’in ünlü deyişi var ya: “dün dündür, bugün de bugün”. Tüm döneklerin ve fırıldakların amentüsüdür bu özdeyiş. İşte Bin Kalıplı da aynen onu demiş oluyor. Dün öyleydi, bugün böyle. Siyasette olur bu. Bugün artık ne Sovyet Sosyal Emperyalizmi var, ne Yeni Çarlar, ne de Mao Zedung Düşüncesi. Bunlara paydos.

İçtenlik yok, namus yok, halka karşı bir sorumluluk yok. Özetçe yoldaşlar, insanlık yok burada. İnsana dair hiçbir olumlu değer yok.

Kendisi böyle diyor da alt düzeydeki gariban zavallı müritlerine bu konuda hiçbir şey sızdırmıyor. Hiçbir bilgi vermiyor. Onların bu muazzam dönüşümden hiç haberleri olmuyor böylelikle de. O güne dek Başdüşman belledikleri Yeni Çarlar’ı bugün artık D. Perinçek’in sosyalist bir ülke olarak gördüğünü kimse duymuyor, bilmiyor, öğrenemiyor. Tam bir sessizlikle olay geçiştirilmeye çalışılıyor. 16 yıl boyunca sürdürülen ihanet ve namussuzluk, karşıdevrimcilik unutturulmaya çalışılıyor.

Bu ne anlama geliyor yoldaşlar?

Apaçık olarak Tekke Şeyhinin zavallı akıl fukarası müritlerini ahmak yerine koyması anlamına geliyor. “Boş ver ya”, demiş oluyor: “O aptallar nereden farkına varsınlar bu değişimin, dönüşümün. Onlar zaten biz ne söylersek onu tekrarlarlar. Şimdi biz yeni bir söylem tuttururuz, onlar da bunu tekrarlamaya başlar. Sormazlar bile, yahu başkan, arkadaşlar, biz eskiden şöyle diyorduk, bugün niye böyle diyoruz diye. Onlarda ne gezer bu çap. Boş ver, yerler onlar biz ne doğrarsak.”

İşte bunu demiş oluyor taraftarlarına bu ahlâksız adam, arkadaşlar. O garibanlar da bugün hâlâ bizim yaptığımız eleştirilere karşı yorum yazarak Tekkelerini ve Şeyhlerini savunmaya çalışıyorlar.

Ne diyorlar?

“O gün Sovyetler’in Türkiye’ye yönelik izlediği saldırgan politikaya karşı çıkıyordu Doğu Perinçek ve Hareketi. Sovyetler’e karşı, Yeni Çarlar’a karşı Türkiye’yi savunuyordu. Türkiye’nin bağımsızlığını savunuyordu”, diyorlar. Vay zavallılar vay! Siz öyle bilin bakalım.

O dönüşüm yıllarında bir gazeteci soruyor Doğu Perinçek’e “Sovyet Sosyal Emperyalizmi” meselesini. O da şöyle cevap veriyordu bu soruya: “O tez bana ait değil. Onu Halil Berktay ve benzeri Robert Kolejliler Amerika’dan getirdiler.”

Böylelikle sakince gazetecinin sorusunu savuşturmuş oluyordu. Yani kendisini olayın tümüyle dışında göstermiş oluyordu. “Tamam, eskiden öyle deniyordu, şimdi öyle diyenler bugün Sovyetler için öyle demiyor. Ama ben bu olayın zaten dışındayım. Benimle ilgili bir durum yok, ne geçmişte ne de şimdi”, demiş oluyordu. Böylece de yine kendini temize çıkarmış oluyordu aklınca.

Şimdi gelelim Doğu Perinçek’in bir diğer yalanına. Yoldaşlarını bir kez daha kandırışına ve ahmak yerine koyuşuna.

Sözü yine PDA Hareketi’nin İkinci Adamı Gün Zileli’ye verelim:

“Arkadaşlar içeriden çıkınca, derginin sorumluluklarını onlara devredip, kendi yazı çizi çalışmalarımıza dalmıştık. Birazcık huzurlu bir ortam sağlayabilirsek kendimize, boş zamana sahip olduğumuzdan, daha derin çalışmalara yönelebilirdik. Ben, ‘sosyalizmin sorunları’ üzerine kitap yazmayı bile düşünmeye başlamıştım. Oral da, gazeteciliğe daha yatkın tarzıyla hapishane anılarını yazmış, bitirmişti bile. 12 Eylül’den sonra, ilk girişlerinde Mamak’ta bir süre yatan arkadaşlar, utanmadan cuntanın dilini kullanıp, ‘terörist’ adını taktıkları diğer sol siyasi tutuklularla ‘aynı statüde’ bulunmadıklarını, legal bir siyasi partinin temsilcileri olduklarını ileri sürerek, dilekçe üzerine dilekçe vermiş, Alpaslan Türkeş’in başında bulunduğu MHP’li ve Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki MSP’li tutukluların konduğu, birara Bülent Ecevit’in de hapis yattığı ‘Dil Okulu’ denen özel hapishaneye aldırmayı başarmışlardı kendilerini. İşte Oral, burada ‘tanıdığı’ siyasi parti liderleriyle anılarını içeren, Liderler Hapishanesi adlı bir yazı dizisi hazırlamıştı, şimdi de anıları herhangi bir gazetede yayımlatma arzusundaydı. Gerçi halen hakkındaki gıyabi tutuklama devam ediyordu, ama anılarını ‘bir yoldan’ yayımlatmasını engelleyen bir yasa yoktu.

“Oral anılarını önce bana okuttu. Metni okurken yer yer yüzümü buruşturmuştum. Bunun nedeni, anılarda, TİKP tutuklularının, hapishanede, sağ partilerin lider kadrosuyla fazla içli dışlı olduklarının anlatılması, özellikle MHP lideri Alpaslan Türkeş hakkında, o zamana kadar bilinenden farklı bir tablo çizilmesiydi. Oral anılarında, Türkeş’in kendi anlatımlarına yer veriyordu. Bu anlatımlardan, Türkeş’in, çoluğuna çocuğuna düşkün, yumuşak bir ‘aile babası’, ‘barışçı’, kendi halinde, ‘sade’ bir insan olduğu sonucu çıkıyordu. Politik liderlerin, kamusal görüntülerinin ötesindeki ‘insani’ yönlerinin gün ışığına çıkarılması, elbette gazetecilik başarısı diye görülebilirdi. Ne var ki, Oral’ın yazdıkları, bu konuda kantarın topunu önemli ölçüde kaçırmış, Türkeş’in bilinen politik kişiliğini, 1980 öncesinde binlerce devrimcinin ölümünden sorumlu faşist bir lider olduğunu enikonu geri plana atmıştı. Açıkçası, böylesi bir Türkeş portresi, neredeyse Türkeş’i aklamaktaydı. Ne var ki, o sırada Oral’la yakın çalışma içinde bulunuyor olmam, onun da ağır ağır muhalif zemine doğru yol aldığını sezinlemem, o gün için yukarıda belirttiğim ölçüde net olmasa da, bu yöndeki düşünce ve eleştirilerimi açık açık ortaya koymamı engelledi, müzmin uzlaşmacılığım nedeniyle, eleştirilerimi bütünsel olarak yapmak yerine, anıların bazı yerlerinin rötüşlenmesini talep ettim ki, bu, metinde ancak yüzde on oranında bazı düzeltmelere neden oldu. Anılar benim ‘süzgecimden’ geçtikten sonra, maçın ‘ikinci devresinde’ durumu lehine çevirmeye kararlı bir takım kaptanının dinamizmiyle ‘saha’ya (yani siyasi güçler platformuna) çıkan Doğu’ya ulaştı. O da benimkilere benzer bazı eleştiriler yapıp, düzeltme önerilerinde bulundu, ama metnin ‘son’ şeklini yeniden gözden geçirdiğim için çok iyi biliyorum ki, ‘düzeltme’lerimiz, yukarıda değindiğim ana yönelimi değiştirmemişti.

“Bir gün bizim evde, Ankara’ya hareket etmek üzere olan Doğu’yla Oral arasında, anılar konusunda ayaküstü son bir görüşme yapıldı. Doğu, Ankara’da bazı gazete yöneticileriyle görüşecekti, eğer son şeklini vermişse, Oral’ın anılarını da götürmek istiyordu yanında. Gazetelerle yapacağı görüşmeler sırasında anıları, örneğin Milliyet gazetesine önerebilirdi. ‘Tamam, son şeklini verdim’ diyen Oral, metni Doğu’ya teslim etti. O da, metni gözümün önünde çantasına koyup gitti.

“Yazı dizisi, aradan sanırım iki hafta geçtikten sonra, Milliyet gazetesinde yayımlanmaya başladı. Daha dizi bitmeden ‘taban’dan büyük tepki geldi. Bu tepkiye hiç şaşırmadım aslında, çünkü içten içe ben de aynı tepkiyi duymuş, ama bu şekliyle yayımlanmasına esaslı bir direniş göstermemiştim. ‘Taban’, Türkeş’i neredeyse’ masum gösteren böyle bir ele alışa kesin bir tavırla itiraz etmekte tamamen haklıydı. Ne var ki, bu haklı tepkinin, ‘birileri’ tarafından iyice körüklenip Oral’ı tecrit etmeyi hedefleyen bir kampanya haline getirildiğini fark ettim kısa süre sonra. Bir gün Osman Kurucan bizim eve geldi. Daha bir ay öncesine kadar Oral’ın ağzının içine bakan ‘çarkcıbaşı’ Kurucan, hop oturup hop kalkıyordu. Onu yatıştırmaya çalıştım. Olmadı. Bunun üzerine, son bir çareye başvurup Doğu’nun da metni onayladığını, hatta Milliyet gazetesine bizzat kendisinin götürdüğünü söyledim. Onu çok iyi tanıyordum. Son sözlerimden sonra kuzuya döneceğinden emindim. Ama hiç de öyle olmadı. ‘Hayır’ diye gürledi Kurucan, ‘ben ‘başkan’la yeni konuştum (aparatçıklar böyle hitap ederlerdi Doğu’ya), metinden haberi bile yokmuş, hiç okumamış, o da öfke içinde.’ Tamam, durumu kavramıştım şimdi. Yeni bir kampanyaydı bu. Doğu, kendi ‘cazibe alanından’ çıkmaya, ihtiyatlı bir şekilde de olsa farklı bir rota izlemeye başladığını sezdiği Oral’a karşı yeni manevralar peşindeydi. Bu manevrayı başından planladığını sanmıyorum. ‘Taban’dan böyle bir tepki geleceğini o da tahmin etmemişti. Ama tepkiyi görünce, öncelikle kendini sorumluluktan kurtarmak için metnin içeriğinden haberdar olmadığını söylemiş, ardından da ikinci bir ‘kuş’ vurmaya, yani Oral’a karşı gelişen haklı tepkiyi, kendi liderliğini pekiştirmekte, Oral’ı ayaklar altına almakta kullanmaya karar vermişti. Politikada ‘dürüstlük’ mü dediniz? İsmet Paşa’nın ünlü deyişiyle, ‘hadi canım sen de!’’’ (agy, s. 58-60)

Bir kez daha gördüğümüz gibi yoldaşlar bu Bin Kalıplı Şeyh, gerekli gördüğünü anladığı anda hiç duraksamadan “aniden ve birdenbire” gerçeğin tam karşıtı olan bir yalan söyleyiveriyor. Bunu yaparken de ne utanıp sıkılıyor ne de yüzü kızarıyor.

Artık duyarsızlaşmış, çürümüştür ruhları, kişilikleri, insanlıkları. O bakımdan insanlara yönelik hiçbir duygu taşımaz böyleleri, tabiî olumlu anlamda. Sadece kendilerine hizmet etmekle görevli araçlar, nesneler, canlılar olarak görürler insanları.

Daha hayli örnek verebiliriz bu Şeyhin yalanlarına, dümenlerine, hilelerine. Ama bunlar da yeterli olur kanısındayız.

Yukarıdaki örnekler yetmez mi bunun içyüzünün anlaşılmasına?

Bizce yeter. Öyleyse sözü daha fazla uzatmayalım… 01.03.2015

HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut

Kaynak: http://kurtuluspartisi.org/bin-kaliplilar-pda-tekkesi-seyhinin-muritlerini-ahmak-yerine-koyusu/



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
tarihselmaddeci
[ tarihselmaddeci ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.05.2014
İleti Sayısı: 581
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder

Web Adresi | Özel ileti Gönder

1 kere teşekkür edildi.
1 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: tarihselmaddeci
Cevap Tarihi: 13.03.2015- 10:30


Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin İhanete Karmış Hazin Siyasi Serüvenine Dair… (16)
Söyle bakalım parti hırsızı Bin Kalıplı Fırıldak! “Milliyetçiliğe hayır” diye slogan atan kim?


Bilindiği gibi, bu Bin Kalıplı madrabaz ve kendisine benzeterek çürüttüğü PDA Avanesi kısa süre önce bunların yapıp ettiğini “Sosyalizm Çakallığı”, “CIA Sosyalizmi”, “Sokak Fahişeliği” olarak değerlendiren Kıvılcımlı’nın hatırası olan Vatan Partisi adını utanmazca bir yavuz hırsızlıkla çalıp İP olan adlarını Vatan Partisi olarak değiştirmişti. Biz, bu hırsızlama ürüne “Yeni Sahte Vatan Partisi”, demiştik. Gerçeğiyle de zerrece ilgisinin, benzerliğinin bulunmadığını belirtmiştik.

İşte bu uğrulama günlerinde ne demişti bu siyasi ahlâk fukaraları?

“Milliyetçiler, Halkçılar, Devrimciler”

Arena

Ne diye çağırıyor, kandırdığı insanları kongre salonuna bu Bin Kalıplılar?

İşte gördük. Milli Kuvvetler, Milli Hükümet için gelmeliymiş oraya.

Yine bilinmektedir, bunlar birkaç yıldan beri “Milli Güç Birliği” oluşturma çağrıları yapıyorlar ve “Milli Anayasa Forumları” düzenliyorlar, değişik il ve ilçelerde.

Diyeceğimiz, “milli”, “milliyetçilik”, “milli kuvvetler”, “milli güç birliği”, “milli hükümet” gibi kavram ve terimleri hiç dillerinden düşürmüyorlar. Hani bir zamanlar da “Mao Zedung Düşüncesi”, diye bir terimleri vardı bunların. Bunun yanına, “Yeni Çarlar”, “İki Süper Devlet”, “Sovyet Sosyal Emperyalizmi” gibi birkaç terim daha eklerler ve de durmadan tarikat müridinin zikir tespihi çektiği gibi tekrarlar durulardı bunları gün boyu. Şimdi onları terk ettiler. Artık yeni zikir sözcükleri yukarıdakiler, yani hep milli ile başlayan söz ve terimler.

Evet yoldaşlar, çok değil, 20-24 yıl kadar önce bu Bin Kalıplılar güruhu milliyetçilik konusunda bakalım ne demiş. Şimdi 1987 ile 1993 yılları arasında çıkarmış oldukları “2000’e Doğru” dergilerine gidelim. Onun değişik sayılarından milliyetçilik üzerine söylediklerini aktaralım. Aktaralım ki bunların o günkü kalıplarının içeriği, muhtevası ne imiş, bunu normal zekâya sahip temel eğitim öğrencileri bile netçe görüp kavrayabilsin:

“Türk milliyetçiliği, Kürt sorununun çözüleceği topraklarda iflas etti.

“Türk milliyetçiliği, kendi sınırını çizmiştir; Anadolu’yu Fırat’ın doğusu ve batısı diye ikiye bölmüştür.

“(…)

“Türk milliyetçiliği, Kurtuluş Savaşı’na önderlik etti ama dünya kapitalist sisteminin dışına çıkamadığı için kaçınılmaz olarak emperyalizmle işbirliği içine girdi. Türk milliyetçiliğinin son 50 yıldaki programı, ‘Küçük Amerika’ olmaktır.

“Milliyetçi Özal, Prezidan Bush’un telefon arkadaşı, Milliyetçi Demirel, Amerikan Morrison firmasının mümessilliğinden geliyor. Altı Ok milliyetçisi İnönü, Avrupa sermaye çevreleriyle birlikte. Piyasacı Ecevit gene Avrupacı. Türkeş’in MHP’sinin CIA ile ilişkileri eskiden beri biliniyor.

“(…)

“Türk milliyetçiliği, emperyalizmin güdümündeki bu konumu nedeniyle milletin ezici çoğunluğunun hayati çıkarlarından kopmuştur ve bu yüzden çıkmazdadır.

“(…)

“Görüldüğü gibi Türk milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliğinin sırtına binerek Fırat’ı geçme çabasında. Milliyetçilik milletleri birbirine kırdırıyor ama burjuvazileri de emperyalist-kapitalist sistem içinde buluşturuyor. Emekçilere karşı işbirliği halindeler.

“(…)

“Milliyetçilik, dünyanın hiçbir yerinde emekçiler için çözüm değildir. Hele bizim yaşadığımız Kavimler Kapısı’nda ve Ortadoğu’da, milliyetçilik, milli düşmanlıkları besliyor ve emperyalizme, ezilen milletleri birbirine karşı kullanma olanağı tanıyor.

“(…)

“Milliyetçilik ile piyasa birbirinden ayrılmaz. Milliyetçilik piyasanın ideolojisidir, başka deyişle burjuvazinin ideolojisidir, piyasa temelinde var olur.

“(…)

“Milliyetçiliğin özrü olmaz. Milliyetçilik, milliyetçiliktir. Kavimler Kapısı’nda artık milliyetçilik sökmez, zararlıdır, birleştirici değil bölücüdür, barışçı değil, kavgacıdır.

“(…)  

“Sosyalist Parti milliyetçiliği reddediyor, yurtseverliği ve enternasyonalizmi savunuyor.”

“SOSYALİST PARTİ’NİN SLOGANLARI:

“(…)

“Milliyetçiliğe hayır” (Doğu Perinçek, 2000’e Doğru, 15 Eylül 1991, 29. Sayı, s. 10-15)

“Bu Kavimler Kapısında Türk milliyetçiliği ancak bölücü rol oynar.” (Doğu Perinçek, 2000’e Doğru Dergisi Başyazısı: Devlet İki Ülke Yaratıyor, 27 Mayıs 1990)

“Milliyetçilik, Ortadoğu halklarının sırtında bir cesettir artık, ağırdır ve çürümektedir.” (Doğu Perinçek, 2000’e Doğru Dergisi Başyazısı: Kürt Felaketinin Tek Kârlısı, 21 Nisan 1991)

Ne diyor yukarıdaki satırlarda Bin Kalıplı Şef özetçe, yoldaşlar?

“Milliyetçilik piyasanın ideolojisidir, başka deyişle burjuvazinin ideolojisidir”, “Milliyetçilik, Ortadoğu halklarının sırtında bir cesettir artık, ağırdır ve çürümektedir.”

Bu düzenbaz ve ekibi 1969’dan 2000 yılının ortalarına kadar işte bu görüşü savundu. 2000 yılının sonlarına doğru artık o kulvarda kendisine ekmek kalmadığını, kendisinin yetiştirdiği, bizim bugün “Sevrci Soytarı Sahte Sol” diye adlandırdığımız güruhun, boynuzun kulağı geçişi gibi kendisini bu alanda geçip gidişini görünce, aniden ve birden kulvar değiştirdi, yol değiştirdi, hat değiştirdi, yön değiştirdi. O güne kadar savunduğu hattın tam zıttına-karşıtına yöneldi. Koyu ulusalcı, milliyetçi oynamaya başladı artık. Bu alan onun tarafından nasıl olsa kirletilmemişti daha. İpliği pazara çıkmamıştı. Dönekliği, fırıldaklığı, madrabazlığı, yalancılığı, demagogluğu pek bilinmiyordu bu alandaki insanlar tarafından. Böyle olunca da bu alanda Bin Kalıplıların kolayca kandırabileceği bol miktarda insan var demekti. İşte bu hesabı yaptı Bin Kalıplı ve aniden kalıp değiştirdi. Eskisinden çıkıp yenisine giriverdi. Biliyoruz ya; kalıp değiştirmek onun için sıradan işlerdendir. Kolay ve basittir.

Hesabında da çok fazla yanılmadı bu Bin Kalıplı. Geçenlerde yaptığı hırsızlık kongresinde topladığı insanların sayısına bakılırsa, geçici bir süreliğine de olsa bir başarı elde etti. Öyle ya, 15 bin insana yakın bir kitleyi toplayabildi o salona. Bu tabiî ki bir başarı sayılır. Ama hep belirtelim ki kısa süreliğine.

Ne der atasözümüz?

“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar”.

Üstelik de bu, haindir, dönektir, düzenbazdır, fırıldaktır, demagogdur aynı zamanda. İnsani his yoksunudur. İşte böyle olmasına rağmen bu kadar insanı kandırabildi ve o salona doldurabildi, yaptığı aşağılık parti hırsızlığını o insanlara alkışlatabildi. Olsun bakalım. Ne diyelim…

Fakat erken bayram etmesin. Eski kulvarında olduğu gibi bu yeni kulvarında da içtenlikli insanlar bu Bin Kalıplı’nın ve ekibinin ne mal olduğunu eninde sonunda görüp öğrenecek ve o bataklığı terk edecektir. Bundan eminiz. Hiç kuşkumuz yok.

Bizim bu yazılarımızsa bir uyarıdır. Şimdilik kandırılmış, saf, bilinçsiz insanların aylarını, yıllarını orada heba etmemeleri için yapılan bir iyi niyetli uyarıdır sadece. Diyoruz ki, o yol çıkmaz. O yolun sonu yok. O yolun sonu hüsran. Bu gerçeği görmek ve anlamak için orada boşu boşuna emeklerinizi tüketmeyin, harcamayın.

Bunun için de gerçeği görmede size kılavuzluk edecek biricik yetiniz olan aklınızı özgürce, her türlü önyargıdan, bönyargıdan uzak olarak, arınmış olarak kullanmaktan asla geri durmayın, çekinmeyin.

Eğer bunu yapamazsanız, Tayyip’in “hülooğğğ”cularından bir farkınız kalmaz. Hep bildiğimiz gibi o “hülooğğğ”cular bir zavallılar grubu aslında. Ne yaptıklarını, neye ve kime hizmet ettiklerini anlayamayacak denli akıllarına, insanlıklarına sırtlarını dönmüş, acınacak haldeki zavallılar grubu.

İşte onlardan olmayın diyoruz biz.

Tayyip’in “hülooğğğ”cularını uyarmak, akla ve insanlığa döndürmek için büyük çabalar harcıyoruz, bilindiği gibi. Ama onların uyanması daha çok büyük çabalar, emekler ve zaman ister. Öyle görünüyor. Sonunda başaracağız ama. Uyandıracağız onları da. İşte şimdi bile bayır aşağı gidiş başladı Tayyipgiller’de.

Son olarak biz diyoruz ki size, siz bari erken uyanın. Hem emeğinize, dolayısıyla da kendinize yazık etmeyin, hem de bizi daha çok yormayın. Bütün dediğimiz bundan ibaret…

Şimdi de gelelim milliyetçilik üzerine biz ne diyoruz?

Yani bu konuda doğru devrimci tutum nedir?

Öncelikle, Kıvılcımlı Usta’nın milliyetçilik üzerine söylediği şu birkaç veciz paragrafı izleyelim:

“Milliyetçiliklerini yabancı sermayeye maske yapmak istemediler mi, konkret [somut] konularda sosyalistlerle yol arkadaşlığı etmek zorundadırlar.

“(…) Türkiye’de olsa olsa ancak 1000 kişide 1 kişi gerçekten EMPERYALİZM ve KAPİTALİZM çıkarlarıyla kendi çıkarlarını paralel sayabilir.

“(…) Türkiye’nin en az 40 yıllık yanılgısı ve yenilgisi, MİLLİYETÇİLİK sözcüğünün SOSYALİZM’den başka hiçbir anlama gelemeyeceğinin bir türlü kavranılmak istemeyişinden doğmuştur. Bu denklemi tersine çevirince de aynı sonucu buluruz.” (Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de Sosyalist Konferansı İçin Çağrı, Sosyalist Gazetesi, Sayı 1, 20 Ocak 1967)

Millet deyince, bir toplumun ezen ve ezilen-hâkim ve mahkûm tüm sosyal sınıf, tabaka ve zümrelerinden oluşan bir yapı akla gelir. Yani her millet, çıkarları ve durumları egemen üretim yordamı içinde birbirine zıt insan kümelerinin oluşturduğu sosyal sınıflardan, ara tabakalardan ve zümrelerden oluşur. Milliyetçilik dendiğinde, bunun tümünden yana olmak akla gelir ilk başta. Yani tümünün hak ve menfaatlerini gözetmek, savunmak akla gelir. Ama bu sadece bir görünüştür, dolayısıyla da bir yanılgıdır. Çünkü milletin içindeki insan kümelerinin çıkarları birbirinin tam karşıtıdır.

O zaman birbiriyle çelişik çıkarlara sahip insanların tamamını nasıl savunacaksınız? Bunların ortak hak ve çıkarları olabilir mi hiç?

Olamaz.

O zaman ne yapacağız?

Milleti oluşturan şu yapıya ya da şu sosyal bileşime dikkat edeceğiz:

Kıvılcımlı Usta’nın yukarıdaki satırlarda da çok açık olarak ortaya koyduğu gibi, milletin binde 999’unu halk dediğimiz ezilen sosyal sınıf, tabaka-katmanlar oluşturur. Tabiî bu 999’un tamamı aynı oranda, düzeyde ezilmez. Aralarında farklar olur. Ama sonuç olarak hepsi egemen düzen içinde bir şekilde ezilir, sömürülür, emeği gasp edilir. Öyleyse, millet içinde ezenler yani sömürgen, hâkim sınıf ya da sınıflar diyelim, toplumun ancak binde 1’ini oluşturur. Millet içinde işte bu kadar azınlıktır bu sömürgen, emperyalizm işbirlikçisi halk düşmanı sınıflar (Antika Tefeci-Bezirgânlar ve Modern Finans-Kapitalistler). Bu binde 1’lik kesim sadece binde 999’luk halka düşman değildir. Aynı zamanda vatana da düşmandır. Çünkü o, Batılı Emperyalistlerin yani ABD, AB ve Japon Emperyalistlerinin Türkiye’deki yerli ortağıdır, işbirlikçisidir, her anlamda müttefikidir. Yani bu sömürücü azınlık, halktan ayrı, halka düşman yabancı ağababaları olan emperyalistlere ise dosttur, onlarla kaynaşıktır. Bu gerçeği hiç unutmamamız gerekir.

Öyle olunca, şu soru önümüze çıkar: Biz milliyetçiyiz derken bunlardan hangisinin çıkarını savunacağız? Hangisinden yana olacağız?

Kuşkusuz eğer namuslu ve gerçekçi olacaksak, halkın yanında olacağız, halkın çıkarlarını savunacağız. Vatana da, milletin binde 999’unu oluşturan büyük kitleye de düşman olan küçücük azınlığın yanında olmayacağız. Tam tersine ona karşı olacağız. Hatta ona düşman olacağız.

Eğer böyle yapmazsak milliyetçiliğimiz de insanlığımız da sahte olur, göstermelik olur.

İşte tüm bu sebeplerden dolayı Kıvılcımlı Usta, yukarıdaki satırlarında gerçek milliyetçiliğin sosyalizmden başka, yani halkın hak ve çıkarlarını savunmaktan başka bir şey olmadığını, başkaca bir anlama gelemeyeceğini ortaya koyuyor.

Ve şu gerçeği de acı acı belirtiyor: En az 40 yıldan beri böyle yapılmadı, diyor. Tam tersi yapıldı, binde 999 görmezlikten gelindi, sadece binde 1’in çıkarları savunuldu, ona hizmet edildi, onun yanında olundu, diyor. İşte başımıza gelen bütün felaketlerin sebebi de buradan kaynaklandı, diyor.

Demek ki yoldaşlar, gerçek, içten, samimi milliyetçi; halkçıdır, sosyalisttir. Yabancı emperyalistlere ve onların Türkiye’deki hain işbirlikçilerine karşıdır, düşmandır. Yani TÜSİAD’cılara, MÜSİAD’cılara, TİSK’lilere, TOBB yönetimindekilere karşıdır, düşmandır, onların ekonomideki varlıklarına da aynı oranda karşıdır. İşte bu asalak, sömürgen, hain, vatan ve halk düşmanı binde 1’lik kesimin ekonomideki varlıkları ortadan kaldırılmadan, yani bunların yabancılarla el ele vererek yaptıkları hayâsızca vurgun ve sömürüye son verilmeden halkın dertlerinin deva bulmayacağını görür, kavrar ve savunur, gerçek milliyetçi.

Demek ki yoldaşlar, Birinci Kuvayimilliye’nin zaferi sonrası birkaç yıllık süre ile 27 Mayıs Politik Devrimi sonrasındaki kısa süre hariç tutulursa, geriye kalan süreçteki tüm CHP iktidarı da dahil olmak üzere, 1950 sonrası iktidara gelen tüm Finans-Kapital hükümetleri hep halka düşman ve sömürgen Parababalarına dost, dolayısıyla da yabancı emperyalistlere dost bir politika izlemiştir.

Demek ki bir gerçek milliyetçi, toplumun binde 1’inin değil, binde 999’unun yanında olacak, onun haklarını ve çıkarlarını savunacak. İşte buna da sosyal bilim halkçılık diyor ya da sosyalistlik diyor.

Ve işte tüm bu sebeplerden dolayı yoldaşlar, biz arkadaşlarımızı ve halkımızı bu hatadan ve bu yanlıştan sakındırmak için milliyetçilik yerine halkçılık terimini kullanmayı tercih ediyoruz. Ve biz Halkçıyız, diyoruz, Yurtseveriz diyoruz, Antiemperyalistiz, diyoruz. Yani biz halkımızın yanındayız, diyoruz, sömürgen, asalak yerli-yabancı Parababalarına, başka türlü ifadelendirirsek, Batılı Emperyalistlere ve onların Türkiye’deki yerli ortaklarına karşıyız, düşmanız, diyoruz. Vatanımızı da seviyoruz, diyoruz.

Halkımızı seviyoruz derken, gerçeğin şu yönünü de açmış olalım: İki milliyetten (Türk ve Kürt) oluşan halkımızı seviyoruz, diyoruz. Bu şu anlama da gelir: Biz Antişovenistiz.

Kıvılcımlı bu gerçeği Ocak 1967’de yayımlanan Sosyalist’in 1’inci sayısında “Sosyalizm Nedir” başlıklı başyazısında bir vesileyle yine şöyle koyar:

“2- Türkiye’de Milliyetçilik: Sosyalizmdir

“Türkiye’de de, işçi sınıfımızın bayraklaştırdığı birçok Sosyalistler, burjuva aydınları oldular. Daha tipik örnek Türklere Türkçülüğü öğreten Ziya Gökalp en katışıksız burjuva ideoloğu idi. Ömrünün sonunda tüm düşüncelerinin muhasebesini dürüstçe yapar yapmaz, ne buldu? Nice kafasını işletmeyen sağcıya ve şarlatan solcuya (hele Kadroculara) parmak ısırttı: Türkiye’de sosyalizmden başka gerçek milliyetçilik olmayacağını sezdi ve bu doğruyu açıklamakta sakınca görmeyen bir sosyalist olarak öldü.” (Hikmet Kıvılcımlı, Sosyalizm Nedir, 20 Ocak 1967, Sayı: 1)

Evet işte yoldaşlar, özetçe dersek; biz yukarıda andığımız sakıncalardan dolayı halkçıyız, yurtseveriz, Antiemperyalistiz, Antişovenistiz, diyoruz.

Halkçıyız dedik mi, o binde birlik sömürücü, vurguncu Batı işbirlikçisi hain azınlığı, gücü otomatikman dışarıda tutmuş oluyoruz, ona karşı olduğumuzu, onun düşmanı olduğumuzu kesince ortaya koymuş oluyoruz.

Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve PDA Avanesi ise bizim savunduğumuz anlayışın yüzde yüz karşısında bir anlayışa sahiptir. O dün olduğu gibi bugün de ihanet içindedir, ahlâksızlık ve namussuzluk batağındadır.

O, yukarıda aktardığımız paragraflarında görüldüğü gibi dün milliyetçiliğin en azılı muhalifi idi. Bugünse en heveskâr dostu, yandaşı, savunucusudur.

Fakat onun savunduğu milliyetçilik halka düşman olan Parababalarının yandaşlığını yapan bir milliyetçiliktir. Çünkü “Milli Güç Birliği” kuruyoruz diye alçakça adını uğruladığı Vatan Partisi (bugünkü haliyle artık o YSVP’dir) içine doldurduğu Demirel, Özal, Çiller ve MHP döküntülerinin en belirgin özellikleri antikomünist oluşlarıdır, antisosyalist oluşlarıdır, halk düşmanı oluşlarıdır ve de AB-D Emperyalistlerine hizmetkârlık ederek, uşaklık ederek uzun yılları bulan bir siyasi geçmişe sahip oluşlarıdır. Demek ki bunların milliyetçilikleri sahte milliyetçiliktir. Toplumun binde 999’una karşı olan binde 1’ini savunan bir sahte, bir kandırmaca milliyetçiliktir.

Bu yeni devşirdiği alçaklar, on yıllar boyu SüperNATO’nun, Gladio’nun emrinde binlerce masum devrimcinin kanına girmiş, eli kanlı katiller sürüsüdür. Yani sıfır numara Amerikan uşaklarıdır. Hep söylediğimiz gibi, bunlar kullanım sürelerini doldurduğu için efendileri ABD, bunları ıskartaya çıkartmıştır. Hurdalığa yığmıştır.

Doğu Perinçek ve Avanesi de, yine bilindiği gibi, on yıllar boyu ABD’yi, NATO’yu, onun NÖTRON BOMBASINI ve Gladiosunu-SüperNATO’sunu-Özel Harp Dairesini savunmuştur. Hatta bugün bile o siyasi ahlâk düşkünleri on yıllar boyu sadakatle hizmet ettikleri ABD’yle dostluk peşindeler. Efendisine hizmete doymamış daha.

Zaten kendisi de ne demişti geçenlerde?

“Biz Türk milleti olarak ABD ile düşmanlık istemiyoruz.”

Bu sadece ABD ile değil, onların işbirlikçi yerli ortaklarına karşı da düşmanlık istemiyor. Onlarla da dost. Onlar için de olumsuz hiçbir sözü olmuyor.

Demek ki o ne halkçı, ne antiemperyalist, ne de sosyalist. Hep söylediğimiz gibi o bir düzenbaz. Tayyip gibilerin sol kulvardaki bir benzeri. Aynen Tayyipgiller gibi işi gücü, derdi imanı siyasi rant. Kendi deyişiyle “siyasi büyük güçler platformuna çıkmak”. Nasıl olursa, ne şekilde olursa olsun. İzleyeceği yol, gireceği biçim ya da kalıp ve seçeceği yol arkadaşları, onların nitelikleri hiç önem taşımaz bu Bin Kalıplı ve Avanesi için.

Bu acıklı Avane, aşağı yukarı yarım asırdan beri hep böyle olmuştur ve böyle pis işler yapmıştır. İşte bu yüzden biz bunları sol saymıyoruz. Ve 1970’lerde de, 1980’lerde de, sonrasında da, tabiî bugün de hep böyle gördük bunları, böyle adlandırdık. Kıvılcımlı Usta’nın deyişiyle onların yaptığı “Sosyalizm Çakallığı”dır, “CIA Sosyalizmi”dir.

Bu yazı serimizde onlara ait sergilenen ihanet belgeleri, ahlâki ve insani sefalet belgeleri Usta’nın ne kadar, ne denli haklı olduğunu göstermektedir… 11.03.2015

HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
tarihselmaddeci
[ tarihselmaddeci ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.05.2014
İleti Sayısı: 581
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder

Web Adresi | Özel ileti Gönder

1 kere teşekkür edildi.
1 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: tarihselmaddeci
Cevap Tarihi: 18.03.2015- 09:42


Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin İhanete Karmış Hazin Siyasi Serüvenine Dair… (17)
Behey utanmayı arlanmayı, arı namusu bir pula değişmiş Bin Kalıplı! Denizler’in idamına oy veren azılı antikomünist, Amerikan işbirlikçisi, halk düşmanı Hasan Korkmazcan’ı da hırsızlama partinizin Genel Başkan Yardımcısı yaptın ya…


Güleceksin belki bu sözümüze. Ne var bunda şaşacak, diyeceksin. Bu benim için yeni bir şey değil ki; ben Denizler’in idamına 218 milletvekiliyle birlikte evet oyu veren (verdiren) Demirel’le ve onun adamlarıyla da zaten yıllardan beri müttefikim. Ve ben, Denizler’in idamına evet oyu veren faşist Amerikan ajanı “Başbuğ” Türkeş’in MHP’sinin döküntüleriyle de müttefikim. Birlikte “Milli Merkez”ler kuruyoruz, “Milli Anayasa Forum”ları düzenliyoruz. Ha şimdi de bunların benzeri olan, 16 yılı parlamenterlik olmak üzere uzun siyasi ömrünü Demirel’in Adalet Partisi’nde, Ferruh Bozbeyli’nin Demokratik Parti’sinde, Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’nde geçirmiş Hasan Korkmazcan’ı partinin Genel Başkan Yardımcısı yaptım. Yaptıysam ben yaptım. Size ne, diyeceksin.

Dersin ulan, dersin! Uyar sana…

Ben, elini binlerce devrimcinin kanına bulamış Yaşar Okuyan’ı da Genel Başkan Yardımcısı yaptım. Kongremizde de bir sürü ülkücü kardeşimiz, yanı başımızdaydı. Biz bunları yaparız, diyeceksin.

Bunlar ne ki?.. Ben Amerika’yla ittifakı savundum. Onun NATO’sunu savundum. Nötron Bombası’nı savundum. Süper NATO’sunu savundum. Gladio’sunu, Özel Harp Dairesi’ni savundum.

Hem de 12 Eylül Faşist Darbesi’ni savundum. Henze’nin “oğlanları”nı savundum. Onların işkencecilerini, idamlarını savundum.

Ve de hatta onların yaptığı bu azgın, faşist zulmü az bile buldum. Daha kararlı olun. Teröristlerin kökünü tümüyle kazıyıncaya kadar devam edin. Durmak yok ha… Sakın işinizi yarım bırakmayın, diye teşvik ettim onları.

Teröristler dediğim, o zamanki devrimcilerdi. Zaten ben Denizler’e, Mahirler’e ve Devrimci Gençliğe de 12 Mart öncesi “Anarşistler” diyordum. Onlara karşı mücadele ediyordum.

12 Eylül öncesi de MHP’li paramiliter Gladio saldırıları karşısında nefis savunması yapan solculara, devrimcilere karşı mücadele ettim. Onları tek tek gammazladım, Polise, MİT’e, Gladio’ya… Adlarıyla, ikametgâhlarıyla ve eylemleriyle…

Ben buyum. Hâlâ tanımadıysanız tanıyın artık.

Evet bunları da dersin ulan sen. Bunları da dersin… İhanet, siyasi ve insani ahlâk yoksunluğu, namussuzluk meşrebin olmuş senin.

Sana ne desek, ne söylesek boş… İflah olmazsın sen.

Evet, yoldaşlar, bize gelince; biz namusu, ahlâkı, vicdanı, dürüstlüğü, mertliği, kararlılığı, fedakârlığı, işkencede direnmeyi, hiç kimseyi satmamayı ve sonsuz insan sevgisini en yüce değerler bilmişiz, onlara sarılmışız.

Sizleri görünce, Tayyipgiller’i görünce, Pensilvanyalı İblis’in taifesini ve benzerlerini görünce içimiz kalkıyor, midemiz bulanıyor. Görünüşte de olsa sizinle aynı soydan geldiğimiz için insanlığımızdan utanıyoruz.

Sizin için hiçbir umut yok artık. Size ancak Allah yardım edebilir. Siz iradi olarak böyle bir yol seçtiniz. Bilerek ve isteyerek insanlıktan çıktınız. Üç kuruşluk siyasi ranta değiştiniz insanlığınızı. Bu sebeple size acımıyoruz da sizin kandırıp avladığınız, müritleştirdiğiniz, bilinçsiz, cahil, aklını kullanmaktan aciz zavallı insanlara acıyoruz.

Bilmiyorlar ki o zavallılar; sizin sonunuz yok. Sizin yolunuz çıkmaz. Sizin sonunuz hüsran…

Kanıyorlar işte… Tayyipgiller’in kandırdığı zavallı yığınlar gibi. Allah’la aldattığı cahil insanlarımız gibi.

Ne diyelim?.. Bizden uyarması… Uyananlar uyanacak!.. 17.03.2015

HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
tarihselmaddeci
[ tarihselmaddeci ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.05.2014
İleti Sayısı: 581
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder

Web Adresi | Özel ileti Gönder

1 kere teşekkür edildi.
1 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: tarihselmaddeci
Cevap Tarihi: 23.03.2015- 09:17


Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin İhanete Karmış Hazin Siyasi Serüvenine Dair… (18)
Ey dönme Atatürkçü!

Hem “Atatürk’te birleştik” diye kürsülerde, ekranlarda her gün nutuklar atacaksın, hem de Mustafa Kemal’in bu millete kuşaktan kuşağa aktarılması için verdiği en büyük ideali reddedeceksin, ona karşı çıkacaksın, öyle mi?


Evet, öyle. Çünkü senin için Atatürkçülük bir araç, bir enstrüman. Öyle olunca da o söylem senin sadece dilinde. Yüreğinde yok Atatürkçülükle ilgili zerre bir şey.

Daha önce de tekrar tekrar söylediğimiz gibi sen 2000’lere kadar tüm siyasi serüvenini bu millete, bu vatana, bu halka düşmanlıkla geçirdin. Fakat boynuzun kulağı geçmesi gibi senin yetiştirdiğin Sevrci Soytarı Sahte Sol’lar seni geçer oldu ihanette. Ayrıca, senin Bin Kalıplı oluşun da orada herhangi bir itibar bırakmadı senin için. Durumu değerlendirdin, buradan artık bize ekmek çıkmaz, dedin. Bir mahalle değiştirelim artık, dedin. Ondan sonra da en keskin ulusalcı oynamaya başladın birden. Amaç bu olunca tabiî ne Mustafa Kemal’in neler yaptığını anlayabilirsin ne onun ideallerini ne de onun kişiliğini. Önceden de söyledik ya; senin Atatürkçülüğün 12 Eylül faşist gorillerinin Atatürkçülüğünün bir benzeridir. Sahtedir, içtenliksizdir, düzmecedir…

Şimdi yoldaşlar, gelelim Mustafa Kemal’in bu millete bıraktığı ya da verdiği en büyük ideale.

Bu konuyu biz Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılışının 35’inci yıldönümünde (2006 yılında) yapılan Anma Konuşması’nda şöyle koymuşuz. Virgülüne dokunmadan oradan aktarıyoruz:

“Yıl 1933. 29 Ekim kutlamaları yapılıyor. Mustafa Kemal, Ziraat Bankası’nda. O zaman salonunda kutlamalar yapılıyor. Bir genç, Tıbbiyeyi yeni bitirmiş bir genç doktor soruyor Mustafa Kemal’e, sorular soruyor… Bürokrasiden yakınıyor; ‘Paşam, emperyalistleri yendiniz ama bürokrasiye yenildik’ diyor. Mustafa Kemal ona cevap veriyor; ‘Onu ileride yeneriz’, diyor. Ve asıl önemli soruya geliyor. Diyor ki, ‘Bize kuşaktan kuşağa aktarılan büyük bir ideal vermediniz, Paşam! Ama devletlerin böyle idealleri olmalı.’ Mustafa Kemal; ‘Böyle bir toplantıda bu soruya cevap veremem’, diyor. (Oraları atlayalım, okumayalım zamanımız yok. N. Ankut) ‘Ama bu odada sana ve merak eden bir iki arkadaş olursa gelsin; onlara bu konudaki cevabımı söyleyeyim. Bir devlet başkanıyım, sorumluluklarımdan dolayı bu ortamda bu soruna cevap veremem’, diyor. Geliyorlar odaya, verdiği cevap:

“Bugün Sovyet Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var. Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından sıyrılabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun yönetiminde, dil bir, inanç bir, öz bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Bugün biz bu toplumlardan dil bakımından, gelenek görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli. Tarih bağı kurmamız lazım, folklor bağı kurmamız lazım, dil bağı kurmamız lazım. Bunları kim yapacak? Elbette biz. Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor. Dilimizi onun diline yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda (Encümenler, bu ilk kuruluş anındaki adları Türk Dil Kurumunun, Türk Tarih Kurumunun; o aşamadaki adları, arkadaşlar. – N. Ankut) haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda. Tıpkı bir vücut gibi. Kederde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi ortak bir tarih öğretimimiz olması gerekli”, diye gidiyor.

“Yani Mustafa Kemal diyalektik düşünüyor. Bakın, şu anda Sovyet Rusya dostumuz, müttefikimiz, buna ihtiyacımız var, diyor. Ama yarın ne olacak?

“O zaman gerçekten de şu anda 5 tane Türk Cumhuriyeti var Asya’da: Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan.

“E, konuştukları dil Türkçe’nin   değişik lehçeleri. Gidenler 2 ayda hemen öğreniyorlarmış, oranın yerlisine yakın konuşup anlaşabiliyorlarmış. E, bizim nereden geldiğimiz de belli. Yani böyle bir ufka sahip, Mustafa Kemal. Zaten bu diyalektik düşünme mantığına sahip olmasa, emperyalistleri yenemez. Gerçekçi… Ama Enver Paşa, metafizik mantıklı. Bir ülkenin ordusunu yönetecek kaliteye sahip bir askeri önder değil. Ama Mustafa Kemal hem gerçek bir komutan, hem diyalektik düşünen bir dahi. Şartlarını, çağını nasıl güzel değerlendiriyor bakın. Şimdi ne yazık ki, Mustafa Kemal’in, bir olasılık olarak gördüğü o durum, gerçekleşmiş durumda.

“Şimdi Türk burjuvazisinin böyle bir ufku var mı?

“Hayır. Zaten Kuvayimilliye’de de ufku yoktu. O yüzden Ordu Gençliği ve halkımız, o mücadelenin ana unsurunu oluşturdu.

“Bugün Türk burjuvazisi neyin peşinde?

“Usta’mızın 1970’te koyduğu gibi, Türkiye’yi, AB Emperyalistlerine komisyon karşılığında satabilmenin peşinde. O zaman, biz bu vatanın ve bu halkın gerçek savunucuları olarak, Mustafa Kemal’in bu mirasının da mirasçıları, sahipleri olmalıyız. Böyle bir ufkumuz olmalı bizim de.”

“Türk Ulusu’nun birliğini savunmak Leninist bir prensiptir

“Milletlerin bir olması, Leninist bir prensiptir, değil mi arkadaşlar?

“Biz yıllardan beri, Arap Ulusu’nun tek bir ulus haline gelmesini savunmuyor muyuz?

“Arap Ulusu’nun esas kurtuluşu bir yönüyle burada yatmıyor mu?

“Kürt Ulusu’nun, tek ulus halinde birleşmesini savunmuyor muyuz?

“Elbette. Bu kaçınılmaz bir ilke. O zaman Türk Ulusu’nun da, altıya parçalanmış Türk Ulusu’nun da birleşmesini savunmamız, görmemiz, böyle bir ufka sahip olmamız gerekir.

“O zaman Usta’mızın 1933’te koyduğu formülü şu şekilde yeniden belirlememiz gerekir: Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti.

“(Alkışlar)

“Bunu hayata geçirmemiz lazım. Bu aynı zamanda, Sovyetler’in 1930’lu yıllardaki gücü kadar güçlü bir antiemperyalist kalenin doğmasına yol açacaktır. Emperyalistler bu ufku görüyorlar. Böyle bir olasılığı hesap ediyorlar. Ve o yüzden Türkiye’yi en az üçe, bölmek istiyorlar, Sevr’de olduğu gibi… Kaldı ki şimdi bir de Süryani ve Pontus soykırımlarını çıkardılar. Emperyalistler, bu isteklerini açıkça dile getiriyorlar. Ve onların oyununa gelen Ermeniler mesela taleplerini hiç gizlemiyorlar. Çok açık 4 T Planı (Tanıtım, Tanınma, Tazminat ve Toprak) şeklinde açıklıyorlar. Nedir bu?

“1- Soykırımın tüm dünyada tanınması,

“2- Soykırımın Türkiye’ye Kabul ettirilmesi,

“3- Soykırım kurbanlarının mirasçılarına tazminat ödenmesi,

“4- Türkiye’den tarihi Ermenistan topraklarının geri alınması.

“Türkiye’nin bunu, bu Ermenistan’ı tanıması. Bu da nereden başlıyor?

“Trabzon, Erzurum, Muş ve Bitlis’in altından geçen bir çember parçası şeklinde sınırlar çiziliyor. Buradan başlıyor. Bunun peşindeler. Bu talep açık. Ve bu da destekleniyor mu emperyalistler tarafından?

“Destekleniyor.

“Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın Ermenistan Ziyareti

“Chirac geçen nereyi ziyaret etti Ermenistan’da?

“Soykırım Müzesi’ni.

“Peki, bir aktarma da müzeden yapacağız. İşte, yani bu… (Kapağını katladım şöyle. Bizim bu pezevenk medya, kadını her yerde kullandığı için, burada da hiç gerek yokken illa bir kadın kullanacak, sömürecek…) Tempo Dergisi. 20 Nisan 2006 tarihli sayısı. Gözlüğün numaralarının değişmesi gerektiği için küçük yazıları çok net okuyamıyorum. İşte burada, şu gördüğünüz fanusların ya da kavanozların içinde, Türkiye’nin altı ilinden getirilmiş topraklar var. Burayı ziyaret etti. Yani kurtarılması gereken düşman elindeki iller bunlar, Ermenilere göre. Ve bu müzenin müdürü de Bargasyan Lavrenti, adında bir zat. Hem kurucusu, hem de şu anki müdürü müzenin. Bununla görüştü. Bu anlattı, Chirac alçağı da güya gözü yaşlı bir şekilde kafa salladı. Ekranlardan izledik. İşte bu kişinin söyleminden bir paragraf aktaracağım:

“Lavrenti bize nazik davranıyor. (Tempo muhabiri diyor bunu, arkadaşlar. – N. Ankut) Ama nazik olması, ‘kovmasına’ engel değil. Kovduğu yer Soykırım Müzesi değil. Türklerin tüm coğrafyadan gitmesini isteyerek, diyor ki: ‘Neden siz geldiğiniz yere gitmiyorsunuz. Siz oraya gidin ve işgal ettiğiniz toprakları sahiplerine bırakın. Ama sizi orada bile kabul etmezler, sizin gerçek bir vatanınız ve ulusunuz yok. Siz gerçek bir ulus değilsiniz. Göçmen ve işgalcisiniz.

“Bargasyan Lavreni’nin sözleri şaka gibi ama o espri yapmıyor. Söylediklerine gerçekten inanıyor. Sözgelimi, Türklerin başlattığı soykırımı Azerilerin Karabağ’da sürdürdüğünü, zaten Azerilerle Türklerin köksüz bir millet oldukları için bu eylemlere giriştiklerini söylüyor.” (Tempo, 20 Nisan 2006)

“Bu, Ermenistan’ın resmi politikası. Gerçekten şaka değil. Yani Ermenistan Devletinin yöneticileri bize böyle bakıyor. Ve bu ideolojiyi onlara emperyalistler veriyor. Amaç bu. Açık. (Nurullah Ankut, Lenin Sonrasının Marksizmi-Leninizmi Işığında Dünya ve Türkiye, Cilt 4, s. 261-264)

Yine aynı konuyu yoldaşlar, Partimizin 2007 yılında yapılan Birinci Olağan Kongresi sonrasında yoldaşlarımızla yaptığımız sohbet toplantısında şöyle koymuşuz:

“Yeni Bir Sovyetler Birliği Oluşturmalıyız

“NATO’dan çıkmalıyız. Onlara yeni bir birlik, yeni bir dünya göstermeliyiz. Onu da “Anma Konuşması”nda kısaca ortaya koyduğumuz gibi, yeni bir Sovyetler Birliği oluşturmalıyız. Tuncer Kılınç’ın da dediği gibi: İran’la, Rusya’yla, Çin’le, başarılı bir birlik oluşturulamaz. Çünkü Rusya artık emperyalist bir ülke… Emperyalist bir devlet… İran, belli sebeplerden dolayı, Türkiye’ye ve Türklere hep düşman… Çin’in de yine ayrı siyasi hesapları var. O bakımdan o anlamda bir birlik, kurtarıcı olmaz, derde deva olmaz. Halklara bir yarar sağlamaz. Emperyalistler karşısında da sağlam bir duruş oluşturmaz.

“Mustafa Kemal’in 1933’te söylediği gibi, doğal coğrafyaya dayanan yeni bir Sovyetler oluşturmalıyız. Önümüze koyduğumuz gerçekçi ve bizi zafere, başarıya götürecek ve emperyalistleri yenilgiye uğratacak olan Türk-Kürt Cumhuriyetidir. Ortaasya Türk Cumhuriyetleriyle beraberce oluşturulacak Türk-Kürt Cumhuriyetidir.

“Şimdi bunu ortaya koyduğumuz zaman, özellikle Sevrci Sol’un bileşenleri, bize yine suçlamalar yönelteceklerdir. Bunlar şoven, vesaire diye demagojik saldırılarda bulunacaklardır.

“Birkaç paragraf aktarmak istiyorum emperyalist ünlü bir temsilciden. Lord Curzon’dan. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının ünlü İngiliz temsilcilerinden biri, değil mi Lord Curzon, arkadaşlar? 16 Şubat 1920’de şöyle diyor:

“Müttefiklerin uğrunda savaştıkları amaçları arasında bağımsız bir Ermenistan devletinin kurulması da vardır. Bu amacın gerçekleşmesine tüm müttefikler aynı derecede ant içmiş durumdadır.”

“Ve bunun sebebini anlatıyor, gerekçesini koyuyor Lord Curzon. Şöyle diyor gerekçesinde de:

“Büyük bir Panislam ya da Panturan hareketi ortaya çıkabilir. Ve böyle bir halde, Londra Konferansı genellikle dünya barışı bakımından Türkiye Müslümanlarıyla Doğudakiler arasına sokulmak üzere bir Hıristiyan toplumunun sıkıştırılmasının yerinde bir girişim ve bunun da bir Ermeni devleti olabileceğini düşünmüştü.”

“İngiliz Emperyalizmi, görüyor musunuz arkadaşlar, 1920’de meseleyi, kendi siyasi, emperyalist çıkarları açısından nasıl görüyor.

“Altı Parçaya Bölünmüş Türk Ulusu Birleşmelidir

“Biz, yirmi iki parçaya bölünmüş Arap Ulusunun, bir tek Ulus halinde birleşmesini istiyor muyuz, arkadaşlar?

“On yıllardan beri söylüyoruz ki; istiyoruz.

“Dört parçaya bölünmüş Kürt Ulusunun, tek bir Ulus halinde birleşmesini istiyor muyuz?

“İstiyoruz.

“Ve altı parçaya bölünmüş olan Türk Ulusunun da tek bir Ulus olarak birleşmesini istiyoruz.

“Yine bir sürü parçaya bölünmüş olan Latin Amerika Halklarının, tek bir Ulus olarak birleşmesini kim istiyordu en çok?

“Dinleyiciler: Che.

“Nurullah Ankut: Che.

“O yüzden Latin Amerika’nın orta ülkesine, Bolivya’ya giderek gerilla savaşını başlattı. Bolivya’ya giderek başlattı. Aynı dili konuşuyoruz, diyordu. Portekizce de zaten akraba dildir İspanyolcayla. Ve aynı ulusun temsilcileriyiz, emperyalistler bizi, kendi çıkarları öyle gerektirdiği için, bu kadar çok parçaya böldüler; birleşmeliyiz, diyordu.

“Yine yüzde 80’i Bantu dilini konuşan Siyah Afrika Halklarının, tek bir Ulus halinde birleşmesini istiyor muyuz?

“İstiyoruz.

“Bunlar gayet doğru, devrimci taleplerdir. O zaman Türk Ulusunun da, altı parçaya bölünmüş olan Ulusun da tek Ulus olarak birleşmesini istemek hakkımız ve devrimci bir görevimiz. Usta’mız 1933’te; Anadolu ve Kürdistan Halk Cumhuriyeti, diyordu.

“Neden?

“Çünkü o zaman diğer Türk Cumhuriyetleri, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği çatısı altındaki Cumhuriyetlerdi. Sosyalist Cumhuriyetlerdi. Onların orada kalması, o yapıda kalması, uluslararası proletarya hareketinin çıkarları açısından gerekliydi. Ama bugün o yapı ortadan kalkmış durumda. O zaman yeni, doğal coğrafyaya dayanan yeni bir Sovyetler oluşturmalıyız. Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurmalıyız.

“Böyle bir gelişme emperyalistlerin çıkarları için hayati bir tehlike oluşturur. Bakın, kendileri en yetkili sözcülerinin ağzından itiraf ediyorlar bunu. Ve hemen bir eylem planı oluşturuyorlar, böyle bir gelişmeye karşı. Gördüğümüz gibi bu tedbiri alıyorlar. Tabiî İngiliz ve diğer Batılı Emperyalistler 1920’de söylüyor bunu. 1915’lerde, Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında böyle bir istekleri, planları yoktu. Çünkü o zaman, zaten Türk Cumhuriyetleri ve Ermenistan, Çarlık Rusyası’nın sınırları içindeydi. Çarlık Rusyası onların müttefikiydi. Ve Ermenilerin de Çarlık Rusyası’na bağlı kalması şeklinde bir anlaşmayı, Rus Çarıyla yapmış durumdaydılar. Ama ne zaman ki Ekim Devrimi gerçekleşti, Çarlık Rusyası ortadan kalktı ve Sovyetler kuruldu, o zaman böyle bir Ermenistan’ın varlığı için hemen planlar yaptılar ve onu hayata geçirme mücadelesine girdiler. Bakın, emperyalistler nasıl değişen şartlara göre planlarını anında değiştirip, yeni politikalar üretebiliyorlar. Yeni düşünceler ve davranışlar ortaya koyabiliyorlar. E, o zaman, biz devrimciler de, değişen dünya şartları karşısında devrimci diyalektik mantığımıza göre, aynı değişimi göstermemiz gerekir. Onlar emperyalist çıkarları için gösteriyorlar. Biz değişen şartlara göre yeni ideoloji üretemezsek, devrimciliğimiz nerede kalır? Emperyalistlerin gerisine düşmüş oluruz. Metafizik mantıkla düşünmüş oluruz.

“ABD Emperyalizmi, 6 Parçaya Bölünmüş Türk Ulusunun Birleşmemesi İçin Her Şeyi Yapıyor

“İngiliz Emperyalizminin o zamanki tezini gördük. Bir de günümüzde dünyanın başhaydudu Amerikan Emperyalizminin aynı konudaki tezine bakalım:

“Batının Türkiye ve Türk dünyasına uyguladığı politikanın özünü, iç yüzünü ve bu politikanın ne kadar yıkıcı olduğunu anlamak için en gizli, Vagram dereceli bir NATO belgesine bakmak yeterlidir. 1961 yılında, günümüzden 45 yıl önce, Washington’daki NATO karargâhında, yüksek rütbeli bir Türk subayının ele geçirdiği en gizliden (Cosmic Top Secret) daha yüksek gizlilik derecesine sahip (Vagram) bir dosyada, Sovyetler Birliği’nin dağılacağı, Orta Asya’da 5 ya da 6 Türk Cumhuriyeti kurulacağı, 30 yıl öncesinden görülerek, kurulacak Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Türkiye’yle ilgili politika şu şekilde belirlenmiştir.”

“Bunu Ali Tayyar Önder söylüyor, “Türkiye’nin Etnik Yapısı” adlı kitabında. Şimdi o belgeyi aktarıyor, NATO belgesini, o çok gizli NATO belgesini. Şöyle deniyor:

“Türk devletlerinin işgal edecekleri coğrafya, stratejik yönden çok değerli. (E tabiî kaynaklar bakımında çok zengindir) Bu devletler batıdaki Türkiye Cumhuriyetiyle birleşirse o zaman ortaya Hitler Almanyası veya Stalin Rusyası’ndan daha tehlikeli bir kuvvet Batılıların karşısına çıkar. Türkiye Cumhuriyeti ile Doğu Türklerini birleştirmemek için elden gelen yapılmalı, Türkiye ile bu devletler arasında tampon devletler kurulmalı, Türkiye’nin lider devlet olmasını engellemek için, siyasi ve ekonomik bütün tedbirler alınmalıdır.”

“Ne kadar net, açık değil mi NATO belgesi, arkadaşlar?

“İşte buna uygun hareket eden emperyalistler, Sovyetler ve Sosyalist Kamp yıkılır yıkılmaz ne yaptılar?

“Ermenistan’ı Azerbaycan’a saldırtarak, 14.400 küsur km2 Azerbaycan toprağını işgal ettirerek, Ermenistan’ın topraklarını genişlettiler. Ve Türkiye ile Türkî Cumhuriyetler arasındaki bağı güçleştirecek tampon bir devlet haline dönüştürdüler.

“Ve bunu biz ne zaman söyledik?

“Daha önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi defalarca, yıllar önce söyledik. Anma Konuşmalarımızda, yıllar önce bizim bu tespitimiz kayda geçti. “Lenin Sonrasının Marksizmi-Leninizmi” adlı kitaplarımızda bu sözümüz kayıtlı. Daha o saldırılar olduğu anda, bunu ideolojimizin ışığıyla gördük ve gösterdik. Bu sebepten Ermenistan’a bu saldırı ve bu işgal yaptırıldı, diye. İşte belgeleri ortada.

“Şimdi biz devrimciler olarak bu olayı, bu belgeleri, bu gerçekleri görmeyecek miyiz? Bunları değerlendirmeyecek miyiz? Bunları değerlendirerek yeni ideolojiler belirlemeyecek miyiz?

“Öyle şey olur mu? Elbette belirleyeceğiz. Bundan kaçınamayız. Bundan kaçınırsak, devrimci öngörümüz, devrimci ideolojimizin gücü nerede kalır?

“Kürt-Türk kardeşliğinin nasıl tarihsel bir kökene dayandığını biraz önce söyledik. Birinci Kuvayimilliye’de de aynı şekilde. İngiliz Emperyalizminin ajanları, bütün oyunlarına rağmen, Kürt Halkını Kuvayimilliye’nin ve Milli Kurtuluşun karşısına geçiremiyorlar. Ondan ayıramıyorlar. Türk ulusal kurtuluşundan ayıramıyorlar. Kardeşçe, yan yana, omuz omuza, emperyalistlere karşı birlikte savaşıyorlar. Demek ki, Kürt kardeşlerimizle bin yıldan bu yana kader birliği etmişiz. Aynı uğurda mücadele etmiş, aynı vatanı ele geçirmişiz, aynı savaşları vermişiz, aynı emperyalistleri-düşmanları yenmişiz. O zaman bu iki halk kardeşçe, ama gerçek anlamda eşit kardeşler olarak, birleşirse bu tarihsel amacı da gerçekleştirebilir. Uluslararası emperyalizmi dünya çapında yenilgiye uğratabilir.

“Bir Dinleyici: Yeni bir çağ açılmış olur.

“Nurullah Ankut: Yeni bir çağ açabilir tabiî. İşte emperyalistlerin de en büyük korkusu bu. Sovyetler’den daha güçlü, daha tehlikeli bir devlet oluşur karşımızda, diyor. Bakın, nasıl görüyor emperyalistler? Çünkü onların binlerce, eğitimli, dünya gerçeklerinden haberdar akıldaneleri var, uzmanları var bu işle görevli. Biz onların bu politikalarını görmezsek devrimciliğimiz lafta kalır. Tedbirler almazsak, yeni düşünce ve davranışlar ortaya koymazsak, lafta kalır devrimciliğimiz. Ciddi olmaz, ciddiye alınamaz böyle bir devrimcilik. Usta’mızın ideolojisinin hakkını vermiş olmayız o zaman.

“Bir Başka Dinleyici: Onun için maşa Fethullah en çok orada örgütlendi.

“Nurullah Ankut: Tabiî… Tabiî… Tabiî…

“Bir Başka Dinleyici devamla: CIA’nın yönlendirmesiyle, en fazla Türkî Cumhuriyetlerde örgütlendi. Yeni bir şey, o Cumhuriyetlerden de kovulma süreci başladı aslında. Soros’la birlikte Azerbaycan’dan, Rusya’dan…

“Nurullah Ankut: Evet arkadaşlar.” (Nurullah Ankut, Fatih Che Kıvılcımlı Olmak, Derleniş Yayınları, 2007, s. 50-55)

***

“TÜRK DÜNYASININ BİRLİĞİNE GÖNÜL VEREN, KAFA YORAN, İLGİ DUYAN ARKADAŞLAR!

“Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’nün ev sahipliğinde 2–3 Mart 2010 tarihlerinde düzenlenen “Avrasya Sempozyumu”nda dağıttığımız konuya ilişkin bildirimizi aşağıda sunuyoruz:

“BİZ, TÜRKİYE’NİN ve dünyanın bütün toplumsal sorunlarını bilimin ışığında tahlil eden, ondan sonuçlar çıkaran ve anlaşılır, açık, kesin, somut çözüm yolları bulan bir hareketin temsilcileriyiz. Ve Türkiye’nin tek gerçek devrimci hareketiyiz.

“Partimizin, her alanda olduğu gibi, bu konuda da vardığı sonuç, önüne koyduğu hedef, çok net ve kesindir. En cahil insanımızın bile duraksamadan anlayabileceği açıklıktadır.

“Lafı uzatmayalım ve dolandırmayalım: Biz Edirne’den Doğu Türkistan’a yani Çin sınırına kadar uzanan geniş vatan toprakları üzerinde, bir Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti’nin kurulması için mücadele ediyoruz. Bu anlayışımızı bugüne dek pek çok konuşmamızda ve yazımızda ortaya koyduk. Arkadaşlarımızı bu ideolojiyle donattık.

“Burada şöyle bir soru sorulabilir: Neden Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti?

“Kürt Sorunu, on yıllardan beri Türkiye’nin en önemli siyasi sorunu olagelmiştir. Ve bu meseleyi biz kendi aramızda çözemediğimiz için, Batılı Emperyalistler soruna el atmışlar ve yazıktır ki de ellerine geçirmişlerdir.

“Batılı Emperyalist haydutlar ne ister?

“Geçen yüzyılın başlarında istediklerini, yani Sevr’i.

“Çünkü milletleri un ufak ederek minik parçalara ayırmak onların çıkarlarına en uygun gelen iştir. Böylece o ülkeleri gönüllerince talan edebilirler. Bu anlayışlarını da onlarca belgede ortaya koymaktan çekinmemişlerdir. Kürt Meselesi’ni o soyguncu çakalların elinden alıp, kendi aramızda çözebilmemiz için şu ilkelere içtenlikle bağlı kalmamız gerekir:

“Gerçek anlamda eşitlik, kardeşlik, demokrasi ve özgürlük. Bunlar sadece lafta olursa bir işe yaramaz, hiçbir etkisi olmaz Sorunun çözümüne. Bu ilkelerin içtenlikle hayata geçirilmesi ise işte bu formülü ortaya çıkarır, hem de kaçınılmaz bir biçimde: Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti.

“Bunun dışındaki bütün yollar bölünmeye-parçalanmaya gider. Bu da son derece açık-kesindir. Kendisini kandırmayan, gerçeklerden kaçmayan, gerçeğe gözlerini kapamayan ve açıkça sırtını dönmeyen herkes bunu görebilir. Batılı çakallar Türkiye’yi de Yugoslavyalaştırırlar, Iraklaştırırlar, Koreleştirirler. Zaten bu konuya ilişkin haritalarını da Amerikan Ordu Dergisi’nde yayımladılar ve İtalya’daki NATO Koleji’nde ders olarak işlettiler. Bu şimdilik Türkiye’yi konuya alıştırma girişimidir. Yarın onlarca uygun gün geldiğinde, bu konuda Birleşmiş Milletler’den, AB Parlamentosu’ndan, Konseyi’nden bilmem neresinden art arda kararlar da çıkartabilirler ve Türkiye’yi bunu kabule zorlayabilirler. Bugünlerin gidişinin sonu oraya varır. Çünkü ipin ucu AB-D’nin eline geçmiştir. Bilimin ve onu elinde tutan önderliğin görevi önceden görmektir, duruca görmektir. Biz bunu böylece görüyoruz.

“Peki, Kürt Halkı bizim önerdiğimiz birlikteliğe, yani bugünkü Türkiye’nin pamuk ipliğine bağlı birliğinden milyonlarca kez daha sağlam ve nitelikçe bambaşka bu birlikteliğe gelir mi?

“Gelir… Bin yıldır birlikte yaşamışız. Malazgirt’te Alparslan’ın komutasında Bizans’a karşı savaşta, İran’a karşı savaşta, Batılı Emperyalistlere karşı Çanakkale’de ve Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda yan yana olmuşuz… Gerçek kardeşliği ve eşitliği sağlarsak hep yan yana, birlik içinde oluruz… Biz işte bu nedenlerle yukarıdaki formülü ortaya koymuşuz… Biz olanı yani gerçeği olduğu gibi görürüz. Kendimizi de kimseyi de kandırmayız, yanıltmayız…

“Doğu’nun Büyük Devrimcileri: Mollanur Vahidov, Sultan Galiyev ve Turar Rızkulov da bu amaç için mücadele etmişler, savaşmışlar ve hayatlarını vermişlerdir. Hatırlandığı gibi Mollanur Vahidov, Rus Çarı’nın Generali Denikin’in Batılıların desteğindeki karşıdevrimci Ak Ordularına karşı, Müslüman Kızıl Ordusu’nun Kazan’ı savunmak için girdiği mücadelede şehit olmuştur. Diğer iki Büyük Devrimci de ideallerinden vazgeçmedikleri ve onu inatla, kararlılıkla, cesurca savundukları için Stalin’in kurbanları arasına katılmışlardır. Tekrarlayalım; onlar da Türk Dünyası’nın birliği için hayatlarını vermişlerdir.

“Uzak tarihe gidersek Azerbaycan Tebriz’den Babaek’i ya da Babek’i buluruz kendimize örnek olarak… Çobanlık yaparak yaşamını sürdüren Azeri Türkü Babek, 816’da Arap Abbasi Halifesi Memun’a karşı başkaldırarak savaşını başlatır. Sosyalist dünya görüşünü benimseyen yoldaşlarıyla girdiği yolda büyük başarılar elde eder. Bezz şehrini kendilerine merkez edinir. Abbasi Arap ordularını defalarca, art arda bozguna uğratır. Ele geçirdiği topraklar günden güne genişler ve kurtardığı bölgelerde Sosyalist bir toplum düzeni kurar…

“20 yıl kurduğu düzeni korumayı başarır. Fakat hileler, tuzaklar ve ihanetler sonucu onlarca kez yendiği Abbasi Ordusu’na sonunda yenilir. İhanet eden bir yandaşının tuzağına düşerek yakalanır ve 3 Ocak 838’de, o zaman Abbasi başşehri olan Samarra’ya getirilir. Halife Mutasım’ın huzuruna çıkarılır. Kendi haklı, meşru insancıl inançlarını ve Halife’nin zalimliğini onun yüzüne karşı yiğitçe haykırır. Sonunda mutlaka yoldaşlarının yeneceğini, kazanacağını ve buna kesin, sarsılmaz inancını belirtir. Halife’nin huzurunda, onun emri üzerine, önce elleri, sonra ayakları en sonra da başı kesilerek idam edilir. Ölmeden, başı kesilmeden önce, bedeninden akan kanın benzini sarartması, korktuğuna yorumlanmaması için kesilen elinden akan kanla, kesik kolunu yüzüne sürerek, yüzünü boyar. Son anında bile ölümü değil, yiğitliğini, cesaretini, onurunu yani savaşçı kalitesini düşünür.

“Ölüm hiç umurunda olmaz. Bu yiğitçe tutumuyla düşmanlarının bile hayranlığını kazanır. İnsanlık tarihinin en şereflileri arasındaki yerini alır.

“Mustafa Kemal 1915’te Çanakkale’de, İstanbul’u hemen alıp Osmanlı’yı bir anda aralarında aç haydutlar gibi bölüşmeyi planlayan, Batılı Emperyalistleri tam bir hezimete uğratan Osmanlı Ordusu’nun komutanıdır. Bu zafer, Önderimiz Hikmet Kıvılıcımlı’nın belirttiği gibi: “Yalnızca bizim değil tüm Mazlum Milletlerin, emperyalizme karşı dünyadaki ilk zaferidir.”

“Mustafa Kemal, Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşımızın da Başkomutanıdır. Cumhuriyetin Onuncu Yıl Kutlamaları kapsamında yapılan etkinliklerden, 29 Ekim 1933 yılında Ziraat Bankası Genel Merkezi’nde yapılan toplantıda, Bankanın Genel Müdür odasında, bir grup duyarlı gence hitaben şu konuşmayı yapar:

“Bu konuda, Partimiz Genel Başkanı’nın 2006’da Hikmet Kıvılcımlı’yı Anma Konuşması’ndan bir bölüm aktaralım:

(Bizim sözünü ettiğimiz bölümü bu yazımızda zaten yukarıda aktarmıştık. Burada bir kez daha Mustafa Kemal’in andığımız vasiyetini aktarmamız, gereksiz bir tekrar olacağından bunu yapmıyoruz.)

“Mustafa Kemal’in bize gösterdiği ufuk da budur, arkadaşlar… Bu da açık ve net değil mi?

“Bugün Tayyipgiller Hükümeti, Partimiz Genel Başkanı’nın dediği gibi, kendilerinin, sülalelerinin ve yandaşlarının küplerini doldurma karşılığında, AB-D’nin emirleri doğrultusunda Vatanı satma uğraşında… Bunu da tam sağlayabilmek için, bir CIA tezgâhı olan “Ergenekon Davası” adlı saldırıyla, Mustafa Kemalci, Yurtsever, Laik, Bağımsızlıkçı Türk Ordusu’nun, Yargısının, Bilim İnsanlarının, Aydınların ve Basının işini bitirmeye çalışıyor. Bu namuslu insanları, korkutup sindirerek Vatan Satışı ve Yeni Sevr’in karşısında ses çıkaramaz, engel olamaz duruma düşürmeye çalışıyor. Bir yandan da yine bir AB-D planı olan “Ermeni Açılımı”yla, başta Azerbaycan olmak üzere Türk Cumhuriyetleri’yle, Türkiye’nin arasını açmaya, aradaki manevi bağları kopartmaya ve bu Cumhuriyetleri, AB-D ve Rusya’ya doğru itmeye çalışıyor.

“Ermenistan ve Yunanistan ulusal kimliklerini Türk Düşmanlığı üzerine inşa etmişlerdir. Tabiî Batılı Emperyalistlerin oyunlarıyla… Onların dostluğu, Batılıların aradan çıkarılmasıyla ancak çok uzun yıllar sonra kazanılabilecektir. Bunu görmeden yapılan hesaplar fiyaskoyla sonuçlanmaya mahkûmdur… Tayyipgiller Hükümeti, hiçbir gerçeğini göremez Türkiye’nin. Kaldı ki görse bile Türkiye’nin yararına davranamaz. Çünkü AB-D işbirlikçisidir, kuklasıdır. Peki nasıl iktidar oldu denilecek?

“AB-D ve Türkiye’deki hizmetkârlarının (TÜSİAD, MÜSİAD, TİSK, TOBB ) desteğiyle ve de Din sömürüsü yaparak, “Din alıp satarak”… İnsanlarımızın temiz din duygularını ve inançlarını hayâsızca sömürerek… Türk Cumhuriyetlerinin sahip olduğu Asya bölgesi doğal zenginlikler (başta da Petrol ve Doğalgaz) açısından dünyanın sayılı bölgelerindendir. Bunu çok iyi bilen AB-D Emperyalistleri bunları sıkıca ellerine geçirmek ve hep tutabilmek için, durup dinlenmeden aşağılık, sinsi canavarca planlar, projeler üretmektedir…

“Zbigniew Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası”, George Friedman, “Gelecek Yüzyıl” adlı kitaplarında bu konudaki amaçlarını açıkça, hiç saklayıp gizlemeden sergilemişlerdir.

“Zamanımızın sınırlı oluşundan dolayı bu kitaplardan bölümler alıntılayamayacağız. ABD Başkanı Barack Obama’nın Asya Politikası ve şu anda gittikçe artan bir askeri güçle Pakistan ve Afganistan’da yürüttüğü savaş, birebir bu kitaplarda ortaya konan görüşlerle örtüşmektedir. Tabiî Baltık Cumhuriyetlerinden Kırgızistan’a kadar Sorosçu yandaşlarına yaptırttığı zerzevat devrimleri de yine bu çerçeve içerisindedir. Bu cumhuriyetlerin Sorosçu devrimleri sırasında da buralarda AB-D’nin bizdeki “Ergenekon Davası”na tıpatıp benzer davalar icat ettiğini ve ulusalcı, yurtsever güçleri bunlar aracılığıyla tasfiye ettiğini, namuslu araştırmacı gazeteci Soner Yalçın belgeleriyle yayımladı Hürriyet’teki Pazar Yazılarında… Bakılabilir… Geçmişe yine geçen yüzyılın başlarına dönersek, İngiliz Emperyalistlerinin, o zamanki Ermeni Meselesi’ni, Osmanlı’nın başına, Türkiye Türkleriyle, Orta Asya arasına, bir Hıristiyan kukla tampon devlet sokarak, aradaki irtibatı kesmeyi amaçladığı için bela ettiğini görürüz. Bu konudaki gizli belgeyi de Peter Hopkirk “İstanbul’un Doğusunda Bitmeyen Oyun” adlı kitabında açıklar.

“1960’lı yıllara ait bu konudaki bir NATO belgesini de Ali Tayyar Önder ve Erol Bilbilik kitaplarında yayımlamışlardır… Bu çok gizli NATO belgesini tesadüfen gören Türk Subayı da halen hayattadır… Bu konudaki belgeler, adı geçen kitaplardan alıntılanarak bizim literatürümüze de girmiştir.

“Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Rusya ve AB-D’nin, Ermenistan’ı Azerbaycan’a saldırtması ve bu ülke topraklarının beşte birini, 20.000 Azeri kardeşimizi katlederek işgal ettirmesi de yine aynı amaca yöneliktir: Türkiye ile Azerbaycan ve Asya arasına aşılmaz bir set oluşturmak…

“İşte o nedenden, AB-D ve Rusya, bu işgal ve katliama 17 seneden beri gık dememiştir. Üstüne üstlük de hep saldırganın, işgalcinin yanında olmuştur. Demek ki AB-D Emperyalistleri, Türkiye Türkleriyle diğer Asya Türklerinin birleşmesinden ölümlerini görmüşçe korkmaktadırlar. Çünkü onların, aşağılık, pis yağmacı çıkarları öyle gerektirmektedir.

“Öyleyse biz Gerçek Yurtsever Türkler bunun tam tersini yani bütün Türklerin birliğini istemeli ve savunmalıyız. Tabiî bu konuda mücadele etmeliyiz. Bunun yol ve biçimlerini akla, bilime, hakkaniyete en uygun şekilde belirlemeli, programlaştırmalıyız…

“Bunu sağladık mı Edirne’den Doğu Türkistan’a kadar uzanan devasa coğrafyada, doğal coğrafyaya dayanan yeni bir Sosyalist Ülke oluştururuz. Bu ülkeyi, sömürmeye, onun dirliğini bozmaya hiçbir emperyalist haydut devletin gücü yetmez. Zaten yarattığı caydırıcılıktan dolayı bu ülkeye emperyalistler yan bakmaya bile cesaret edemezler…

“Tabiî biz Latin Amerika’nın da, Siyah Afrika’nın da, 22 parçaya bölünmüş Arap Ulusu’nun da tek bir ülke altında birleşmesini istiyoruz. Bu gerçekleşince, dünyayı yüzyıllardan beri kan ve ateşe boğan, yüz milyonlarca masum insanın canına kıyan ve dünyanın hemen her yerini yağmalayan, pazarlarını eline geçiren AB-D Emperyalistleri, Rusya ve Japonya Emperyalistleri, insanlığa artık zarar veremez olurlar. Dünya barış ve kardeşlik çağına adım atar böylece…

“Böyle bir dünya yaratmak bizim rüyamızdır. Biz, böyle devrimci ve aynı oranda da insancıl rüyalar görürüz. Görmeliyiz de. Bu bizim ideolojimizdir. Yani Türkiye’nin ve Dünyanın kurtuluşa giden yolunun resmidir, krokisidir. Bu bizim kutsal, yüce davamızdır. Bu dava Babek’in, Şeyh Bedreddin’in, Mollanur Vahidov’un, Sultan Galiyev’in, Turar Rızkulov’un, Mustafa Kemal’in, Hikmet Kıvılcımlı’nın ve Kahraman Gerilla Che Guevara’nın, Denizler’in, Mahirler’in de davasıydı. Er geç zafer kazanacak!

“Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi

***

Ve yoldaşlar, en son Usta’mızın geçen Ekimde (2014) gerçekleştirdiğimiz son anma toplantısında yaptığımız konuşmada da yine bu konuya kısaca şöyle değinip geçmişiz:

“Her ulusal sorunun, her sosyal, siyasi sorunda olduğu gibi bir devrimci, halkçı, halkların kardeşliğini ve çıkarını esas alan çözümü vardır, bir de gerici, karşıdevrimci, emperyalizmle uzlaşık çözümünü esas alan biçimi vardır.

“İşte Usta’mız Kıvılcımlı, “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” ki biz geçen senelerde yeni baskısını yaptık, “Yedek Güç: Ulus (Doğu)” adıyla yayımladık.

“Usta’mızın orada koyduğu çözüm nedir bu meselede? Devrimci çözüm nedir?

“Anadolu ve Kürdistan Halk Cumhuriyeti”.

“Şimdi bizim ülkemizde de nüfusun ortalama beşte birini oluşturan bir Kürt Halkı var mı?

“Var. Bir azınlık değil. Azınlıklar meselesi değil bu. Ülkemiz iki halktan oluşuyor: Türk ve Kürt Halkı. E, o zaman bu iki halkın kardeşçe bir arada, bin yıldan bu yana olduğu gibi, Malazgirt Savaşı’nda ve Çanakkale’de olduğu gibi, iyi günde ve kötü günde yan yana, kardeşçe, dayanışarak yaşayabilmeleri için, gerçek hayatta da tam anlamda eşit olmaları gerekir. Antiemperyalist bir cephede, devrimci bir cephede savaş verip bir Federasyon oluşturmaları gerekir. Usta’mızın zamanında Sovyetler Birliği vardı. Şu anda Sovyetler Birliği yok.

“Biz ne dedik?

“Usta’mızın koyduğu çözümü günümüze uyarladık: Edirne’den Çin sınırına kadar “Türk Kürt Halk Cumhuriyeti”, Devrimci bir Cumhuriyeti hayata geçirmeliyiz, Kürt Meselesi’nin devrimci çözümü budur, dedik.

“(Alkışlar…)

“Ve bunu savunuyoruz yıllardan beri. Daha önce de Nietzsche’den aktardığım gibi: “Hep öğrenci kalan, öğretmenine borcunu kötü ödemiş olur”. Biz de sadece Anadolu ve Kürdistan Halk Cumhuriyeti deseydik, Usta’mıza borcumuzu kötü ödemiş olurduk. Dünya değişti. Sovyetler ve Sosyalist Kamp yok. O zaman Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleriyle de birleşmemiz gerekir. Geçenlerde Marmaray’daki bir yolculukta o cumhuriyetlerden bir aile ile karşılaştım. Anne, üç oğul. Konuşuyorlar ve ben anlıyorum genelde ne dediklerini. Türkmenistan mı, dedim? Özbekistan, dedi. Özbekiz, dedi. Dedim gelir gelmez böyle mi konuştunuz? Orada da böyle mi konuşuyorsunuz? Evet, dedi kadın. Yani dilimiz aynı. Ufak tefek yani kelimelerin farklı söylenişi dışında gramer yapısı aynı. Konuşmanın özelliğini, ana metnini anlayabileceğimiz bir ortak yapıya sahip. Kaldı ki bin yıldır ayrı yaşıyoruz ama milletler böyle işte, bin yıl da ayrı kalsalar kültürel, tarihi bağları kopmuyor, arkadaşlar. (Yugoslavya, Irak, Libya, Suriye… Sıra Sende Türkiye, Derleniş Yayınları, 2014, s. 26-17)

Demek ki yoldaşlar, Mustafa Kemal’in bize verdiği, emanet ettiği bu ideali sahiplenmişiz, benimsemişiz ve her ortamda, her durumda savunmuşuz. Bundan sonra da savunmaya devam edeceğiz.

Hep söylediğimiz gibi, biz Mustafa Kemal’in tüm devrimci prensiplerini, ideallerini, özlemlerini kabulleniyoruz ve onları tamamlamak için mücadele ediyoruz.

Yukarıdaki tezlerimizde de açıkça görüldüğü gibi biz, Doğunun büyük devrimcilerinin; Babek’in, Sultan Galiyev’in, Mollanur Vahidov’un, Turar Rızkulov’un ve Mustafa Kemal’in devrimci ideallerinin savunucusuyuz. Tabiî aynı zamanda da Marks-Engels’in, Lenin’in, Mustafa Suphi’nin, Ethem Nejat’ın ve yoldaşlarının yani Onbeşler’in, Kıvılcımlı’nın, Denizler’in ve Mahirler’in ideallerinin tek meşru mirasçısı ve savunucusuyuz bu topraklarda. Bu gerçeği hem teorik hem pratik alanda her gün kanıtlamaktayız.

Ha, şunu da açıkça belirtelim: Mustafa Kemal’in böyle bir vasiyeti, mirası olmasaydı bile biz yine de Turan Halklarının yani Türk Dünyasının Birliğini savunurduk. Çünkü, milletlerin birliğini savunmak devrimci bir ilkedir.

Lenin uyarır; proletaryanın büyük devletlerin çatısı altında yaşaması onun sınıf mücadelesini boyutlandırır, kolaylaştırır. Büyük devletler içinde olmak, Proletarya Hareketinin çıkarları açısından olumludur. İşte bu sebepten biz, sadece Turan Halklarının değil, Arap Milleti’nin de tek bir ülke ve tek bir devlet sınırları içinde yaşamasını isteriz. Keza, Kürt Milleti’nin de, Siyah Afrika’nın da, Latin Amerika Halklarının da tek bir ülkeden ve tek devletten oluşmasını isteriz. Eğer bu dediklerimiz gerçekleşebilse ABD-AB Emperyalistleri, Japon Emperyalistleri ve bugün emperyalist (tekelci kapitalist) devletler olma yolunda hızla ilerleyen Rusya ve Çin, andığımız mazlum milletlere hiçbir hal ve şart altında bugünküne benzer zararlar veremezler. Saldırı ve işgallerde bulunamazlar. Bu ülkelerin doğal zenginliklerini ve halklarının yarattığı değerleri bugünkü gibi sömüremezler. Yani özetçesi, emperyalist haydutların kötülükleri, saldırganlıkları, hayâsızca yağmaları, işgalleri önemli ölçüde durdurulmuş olur.

Demek istediğimiz yoldaşlar; bizler Bilimcil Sosyalizmin yani gerçek devrim biliminin bu topraklardaki tek savunucusu ve mücadelecisi olduğumuz için bu tezi savunuyoruz. Tabiî aynı zamanda da bu tez, Mustafa Kemal’in milletin geleceğine dair en önemli vasiyetidir, idealidir.

Şimdi de yoldaşlar, gelelim Dönme-Muhtedi Atatürkçümüzün, D. Perinçek’in Mustafa Kemal’in bizlere bıraktığı, gerçekleştirilmesini bizlere emanet ettiği büyük ideali konusundaki görüşlerine:

“Cihan Türklüğü” Tek Bir Millet mi?

“Bugün dünyada Türkçe konuşan nüfus, 150 milyonun üzerindedir. Türk halkları, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar çok geniş bir coğrafyaya yayılmışlardır. Bu halklar için, Türkten ayrı bir de “Türkî” kavramının kullanılmasındaki anlamsızlığa geçerken değinelim.

“Türkiye Türkleri yanında, artık Azerilerin, Türkmenlerin, Kırgızların, Özbeklerin ve Kazakların da bağımsız devletleri var. Türk cumhuriyetleri diye anılan bu devletlerin halkları ile Türkiye Türkleri arasındaki bağın niteliği nedir, dünya Türkleri tek bir millet olarak görülebilir mi?

“Anadolu’ya göç eden Oğuzlar, Anadolu’da birçok kavimle karıştıktan, apayrı bir tarih ve kültür içinde yoğrulduktan sonra, 19. yüzyılın sonlarından itibaren bir millet haline geldiler. Anadolu Türkleri, uzun yüzyıllar Orta Asya’daki kavimdaşlarından habersiz olarak yaşadılar. Dilleri aynı kökten gelse bile, bu halklar, yüzyıllar boyu, farklı coğrafyalarda, farklı tarihler yaşadılar; biçim açısından farklı kültürler yarattılar. Onlarla Türkiye’deki Türk milleti arasında, ne toprak birliği, ne ortak yaşama bilinci, ne de iktisadi birlik var. Milleti meydana getiren bu şartlar, Türkçe konuşan halklar arasında tarihin hiçbir döneminde tam olarak gerçekleşmedi.

“Nasıl İsveçliler, Almanlar, Avusturyalılar, Danimarkalılar ve İsviçrelilerin bir kısmı, birbirlerine akraba diller konuşmakla ve Cermen kavimlerinden gelmekle birlikte ayrı milletler meydana getirdilerse, bugün Türkiye Türkçesiyle akraba diller konuşan halklar da ayrı milletlerdir. (…)” (Doğu Perinçek, Bozkurt Efsanesi ve Gerçek, Kaynak Yayınları, Geliştirilmiş 4. Basım, s. 123)

Ne diyor çakma Atatürkçü?

Türkler tek bir millet değildir, diyor. Ayrı ayrı milletlerdir, diyor.

Niye değilmiş?

1000 yıldır ayrılarmış da ondan. Burada da demagoji yapıyor. 1000 yıldır ayrı olan sadece Türkiye Türkleridir. Doğu Türkleri şurada ancak 90-100 yıldır ayrıdır. Ondan önce hepsi Türkistan adıyla anılıyorlardı. Nitekim Eylül 1920’deki 1. Doğu Halkları Kurultayı’nda Turar Rızkulov Leninci bir anlayışla kaleme aldığı görüşlerini “Türkistan Temsilcisi” olarak kürsüye çıkıp dile getirir. Ekim Devrimi dönemi belgelerinde de bu coğrafyadaki Türklükten hep Türkistan olarak söz edilir. Aralarında herhangi bir ayrımın olmadığının en önemli kanıtıdır bu.

Ne yazık ki Stalin, şoven tutumundan dolayı Doğu Halklarının örgütlenmelerini ve kurultaylarını 1920’de yapılanla noktalamıştır. Ve büyük yanlış yapmıştır. Lenin’in kısa süre sonra sağlığını yitirmesi ve ölmesi onun bu yanlışını kalıcılaştırmasına yol açmıştır. Lenin yaşasaydı kuşkusuz buna izin vermezdi…

Zaten Lenin de baba tarafından Tatar ya da Kalmuk Türküdür. Annesi ise Almandır, tabiî Rusya’da yaşayan Alman.

Sonra, 10 binlerce yıldır birlikte yaşayan halkların ortak sosyal özelliklerini 1000 yıllık bir ayrılık tüketemez, ortadan kaldıramaz.

Yine ne diyor Perinçek?

Ekonomik çıkar birliği de yoktur aralarında, diyor.

Niye yokmuş?

Şimdi Asya Türkleriyle Türkiye Türkleri tek millet, tek devlet olarak birleşseler ekonomik açıdan olağanüstü büyük kazançlar elde etmezler mi?

Kuşkusuz ederler. Çin sınırından Akdeniz-Ege’ye kadar uzanan bir coğrafyadan bu Turan Halkları bir millet olarak Tarih sahnesine çıksalar ABD ve AB Emperyalistleri büyük bir korkuya kapılmaz mı?

Ve bölge halklarının emperyalizme karşı mücadelesi çok güçlü bir destekle buluşmaz mı?

Özetçe yoldaşlar, böyle bir devrimci oluşum ABD-AB Emperyalistlerinin bölgeye ilişkin tüm planlarını berhava eder, uygulanamaz hale getirir. Sonuç olarak Asya Halklarının özgürleşmesine çok önemli bir katkı sunar. Emperyalistler de tâ 1900’lerden beri bu gerçeği gördükleri için Türk Birliği’nin-Turan Halklarının Birliğini engellemek için her oyuna başvuruyorlar.

Yukarıdaki aktarmalarda görüldüğü gibi CIA’nın da bölgemize ilişkin öncelikli planları arasındadır bu birliğin oluşmasını engellemek.

Bu halklar arasında-Turan Halkları arasında bir milletin oluşması için gerekli olan tüm unsurlar vardır. Dil birliği vardır, toprak birliği vardır, Tarih birliği yani ruhî şekillenme birliği vardır ve ekonomik çıkar birliği vardır.

Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin 1960’lardan bu yana ürettiği-savunduğu tezlerin tümü fos çıkmıştır. Bunların İşçi Sınıfı Bilimiyle, Sosyal Bilimlerle hiçbir ilgisinin olmadığını yaşanan süreç göstermiştir. Bu sebeple bunlar, Türkiye Devrimi’ne olumlu anlamda hiçbir katkıda bulunmamışlardır. Sadece zarar vermişlerdir, ihanet etmişlerdir davaya. Üstelik de her tutum ve davranışlarıyla düzenbazlık, sahtekârlık, ahlâksızlık sergileyerek çok kötü örnekler oluşturmuşlardır, genç kuşaklara.

Kıvılcımlı Usta 1970’te bunlar için “CIA Sosyalizmi yapıyorlar” tespitinde bulunmakla bir gerçeği ortaya koymuştur ve büyük bir öngörüde bulunmuştur. Onlar, 2000’li yıllara kadar şaşmaz bir biçimde tamı tamına CIA çizgisinde olmuşlardır.

2000 sonrasındaysa kulvar değiştirmişler, ulusalcı cepheye geçmişler ama bu geçiş de önemli ölçüde göstermelik olmuştur.

İşte Mustafa Kemal’in gelecek kuşaklara emanet ettiği bu en büyük ideali konusunda bunlar tam CIA’nın tezini savunmaktadırlar.

CIA ne diyor? (Tabiî İngiliz, Fransız Alman Emperyalizmi de.)

Anadolu Türklüğü ile Doğu Türklüğünün Birliğini engellemek için araya Hıristiyan bir devlet sokalım. Hıristiyan Ermenistan bunun için uygun bir çözüm olur.

Ve devam ediyor CIA: Türkiye’nin gelişmesine izin veremeyelim. Gelişip güçlenerek Doğu Türklüğü ile Asya Turan Halkları ile birleşirlerse bizim için komünist Sovyetler Birliği’nden ve Nazi Almanyası’ndan çok daha güçlü bir düşman ortaya çıkmış olur. O sebeple ne yapıp edip böyle bir oluşumu önleyelim.

Doğu Perinçek ve PDA Tayfası da gördüğümüz gibi aynı tezi yani CIA tezini sol kavramlarla süsleyerek ona sol kılıf giydirerek hararetle savunmaktadır.

Sanırız geçen yıldı. PDA Avanesinden Mehmet Bedri Gültekin Ulusal Kanal’da katıldığı bir programda Doğu Perinçek’in yukarıdaki aktardığımız zırvalamalarını aynı kararlılıkta savunuyordu.

Bunlar zaten yukarıda bir kerameti kendinden menkul şeyh, aşağıda da ona bağlı zavallı meczup müritlerden oluşan bir topluluktur.

Sözü daha fazla uzatmayalım yoldaşlar. İşte bir kere daha görülmektedir ki bunlar riyakârdır, madrabazdır, ciddiyetsizdir.

Ne dersiniz?

Bunlara kızmak mı gerekir yoksa acımak mı? Ömürlerini böylesine saçmalamalarla, düzenbazlıklarla, dönekliklerle geçirdikleri için… 01.02.2015

HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
tarihselmaddeci
[ tarihselmaddeci ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.05.2014
İleti Sayısı: 581
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder

Web Adresi | Özel ileti Gönder

1 kere teşekkür edildi.
1 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: tarihselmaddeci
Cevap Tarihi: 27.03.2015- 15:30


Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin İhanete Karmış Hazin Siyasi Serüvenine Dair… (19)
Söyle bakalım PDA denen pervaneler Tekkesinin Bin Kalıplı Şeyhi: Başörtüsü-Türban kadının özgürlüğünün mü, yoksa köleliğinin ya da esaretinin mi simgesidir?


Hep yaptığımız gibi, yine sözü doğrudan Bin Kalıplı’ya verelim. Bakın Şubat 1987 tarihli Saçak Dergisi’nin 37’nci sayısında neler yazıyor bu konuya ilişkin hazret?

“1- Başörtüsü, başı soğuktan, rüzgârdan, kardan, güneşten koruyan örtüdür. Baş örtmek, Nur Sûresi 31. âyetin gereğini yerine getirme düşüncesinden de kaynaklanabiliyor. Bu inançta olanlar, giyimlerini, kuşamlarını özgürce seçebilmeli ve gönül rahatlığı içinde giyinebilmelidir.

“İslamiyet de bütün dinler gibi ‘dünyaya nizam verme’ iddiası taşır. Hatta İslamiyet, daha doğuş döneminden itibaren bir devletin ideolojisi olmuş ve fethettiği dünyaya nizam da vermiştir. Bu nedenle İslami inançların, bireylerin vicdanları içinde, Allah ile kul arasında kapalı kalmayıp, siyaset alanına yönelmesi, doğaları gereğidir. Bir insan, başını örtmekle siyasal bir bildirimde bulunmak istiyorsa, bu tavrı da hoşgörüyle karşılanmalıdır. Toplumumuz, yüz yıldır değişen, canlı ve hareketli bir toplum. Çeşitli hayat ve davranış biçimleri birbiriyle çelişme ve mücadele içinde. Bir yanda ehrama büründürülen kadın var, öte yanda bikini ile denize giren kadın. Bu davranışların siyasal tavırlarla kendilerini ortaya koymaları olağan.”

“(…)

“Üniversitede okuyabilmek için, başörtüsünün çıkarılmasını zorunlu tutmak bu tür uygulamalar, benim vicdanımı rahatsız ediyor. Bu tavır, aslında çağdaşlaşma sürecinin tam karşısında mevzilenen, günün resmi ‘Atatürkçü’lerinde görülüyor.”

Evet, yoldaşlar Şeyhimiz Binbir Surat bu görüşleri Milli Gazete’nin kendisiyle yaptığı bir röportajda ortaya koyuyor. Nitekim, Binbir Suratın Saçak’ında yayımlanan bu röportaj metni, ilkin Molla Necmettin’in Milli Gazete’sinde yayımlanıyor, 10-13 Temmuz 1986 tarihli sayılarında.

Gördüğümüz gibi, Bin Kalıplı, aynen Pensilvanyalı İblis gibi, onun sözcüleri gibi, Tayyipgiller gibi ve bilumum Ortaçağcılar gibi savunuyor “Başörtüsü Özgürlüğü”nü. Dikkat edelim, Başörtüsü burada tamı tamına türbanla eşdeğer anlamda kullanılıyor. Bilindiği gibi, Ortaçağcılar, genellikle türban demekten kaçınırlar; “Başörtüsü Özgürlüğü” şeklinde ifade ederler savundukları tezi. İşte yukarıda Bin Kalıplı da aynı terminolojiyi kullanıyor.

Üstelik de sorunu “Başörtüsü Özgürlüğü” ile sınırlı tutmuyor. Aynen Ortaçağcıların savunduğu muhteva içinde savunuyor.

Ne diyor?

“Bir insan, başını örtmekle siyasal bir bildirimde bulunmak istiyorsa, bu tavrı da hoşgörüyle karşılanmalıdır.”

Yani diyor ki, Ortaçağcı Şeriatçılar, Başörtüsü Meselesini siyasi mücadelelerinin bir aracı olarak kullanmak istiyorlarsa o da hoşgörüyle karşılanmalı. Bu gerici güruh, bunu Antika Tefeci-Bezirgan Sermaye Sınıfının ideolojisinin bir aracı olarak kullanmak istiyorsa kullanabilmeli, diyor. Yani bırakalım adamlar Türkiye’yi Ortaçağın karanlıklarına doğru götürüp gitmenin mücadelesini özgürce verebilsinler.

Verdiler… Verdiler de zaten…

Nereye geldi Türkiye bugün?

Görüyoruz artık değil mi?

Bu “Başörtüsü Özgürlüğü” safsatası, ABD’nin 1945 sonrası İslam ülkelerini ideolojice karantinaya alarak deliler koğuşuna çevirme; buralara Sosyalizmin sızmasını önleme amacıyla oluşturduğu “Yeşil Kuşak Projesi”nin bir parçasıdır.

Daha açık söylersek; “Başörtüsü Özgürlüğü” mücadelesi, ABD Emperyalistlerinin Komünizme karşı verdikleri mücadelenin bir parçasıdır.

Bir oyundur, bir hiledir. Alçakça bir düzenbazlıktır. Kadını kullanarak, sözüm ona onun özgürlüğüne sahip çıkar görünerek emperyalist talanlarının, sömürülerinin sürdürülmesini sağlamaktır.

Sorunun geri planında yatan ya da temelinde yatan bu sınıfsal gerçeği görmezsek hiçbir şeyi görmemiş oluruz.

Evet, biçim her şey demek değildir. Biçimle içerik farklıdır. Ama biçim de sonunda bir şeydir ve ister istemez içinde barındırdığı içerikle, muhtevayla uyumlu olmak durumundadır. Bu sebeple kadının başına kölelik zincirinden pek de farklı olmayan türbanı doladınız mı bu aynı zamanda onun gözlerine de bir gözbağını dolamanız anlamına gelir.

Kafasını bağladığınız kadın, artık doğanın ve toplumun sebep sonuç ilişkileri içinde birbirinden çıkagelerek zıttına dönüşümlerle sürekli dönüşen, değişen ve gelişen yani durup dinlenmeden akan olaylarını göremez, kavrayamaz. Dolayısıyla da sağlıklı düşünmekten alıkonur. Ve de sonuçta Tayyipgiller gibi AB-D işbirlikçisi hainlerin, vurguncuların oyuncağı olur, hüloooğcusu olur, oy davarı olur. Artık emperyalizmi falan nereden görüp anlasın? Öbür dünyaya hazırlıkla geçirir ömrünü. Onun kültürü, dünyası, dogmatik menkıbelerdir, safsatalardır.

Kadını o hale getiren erkek de ondan farklı düşünüp davranamaz. Erkek egemen bir toplumda ve düzende yaşadığımız için kadınların başına o belayı saran, onların düzenidir.

Özetçe yoldaşlar, çürütür bu dogmalar insanı. Ayrıca da yarımız olan kadını sosyal hayattan koparır. Eve, mutfakla yatak arasına hapseder. Ondan sonra da Tayyip kürsülerde höykürür artık; “En az üç çocuk isterim, hatta beş isterim.”, diye.

“Benim başörtülü bacım”, diye Kabataş provokasyonlarını, dolayısıyla da halkı birbirine en hayâsız bir biçimde kırdırma düzenbazlıklarını devreye sokar.

Kıvılcımlı Usta ne der?

“Parababaları, ne zaman bir vurgun, soygun, namussuzluk planlasalar bu alçaklıklarını kadının namusu üzerinden yani kadını kullanarak yapmayı yeğlerler.”

Çünkü bu alçaklar “kadınımızın namusu elden gidiyor” diye feryadı bastılar mı, cahil, bilinçsiz, günlük geçim derdindeki kara halk yığınları, onun gerisindeki vurgunu, soygunu göremez. Takılır kalır orada.

İşte bu acı gerçekliğimizi çok iyi bilen Tayyip ve şürekâsı da 20 yıldan bu yana hep “Başörtülü Bacılarım”, “Başörtüsü Zulmü” demagojisini tekrarlamaktadır, durup dinlenmeden.

Yukarıdaki satırlarında ne diyor Bir Kalıplı Şeyh?

“Üniversitede okuyabilmek için, başörtüsünün çıkarılmasını zorunlu tutmak bu tür uygulamalar, benim vicdanımı rahatsız ediyor. Bu tavır, aslında çağdaşlaşma sürecinin tam karşısında mevzilenen, günün resmi ‘Atatürkçü’lerinde görülüyor.”

Apaçık görüldüğü gibi yine Ortaçağcıların ağzını kullanıyor. Onların borazanlığını yapıyor, amigoluğunu yapıyor.

Sırf sözle de kalmıyor. Davranışla da, eylemle de destekliyor onları. Beyazıt Meydanı’nda kaşar Ortaçağcılarla birlikte, Abdurrahman Dilipak’larla birlikte, Tayyip Erdoğan’la birlikte ve her türden Ortaçağcıyla birlikte “Türbana Özgürlük” eylemleri yapıyorlar. Türbana desteği belirten imzalar atıyorlar o gösterilerde. Yani türbanı savunan metinlerin altına imzalar atıyorlar. Önceki yazılarımızda aktarmıştık Bin Kalıplı’nın bu işlerini. Zaten de genelde bilinmektedir. O bakımdan burada fazla girmeyelim bu meseleye.

Önce de söylediğimiz gibi, bu Bin Kalıplılar Avanesi yani PDA tekkesinin şeyh ve müritleri, 2000 yılının ortalarına kadar bizim “Sevrci Soytarı Sahte Sol” diye adlandırdığımız gruplarla aynı çizgideydi, hemen her konuda. Onlar da üniversitelerde, gazetelerinde, dergilerinde hep türbanı savundular ya… Hatta HÖC Efendinin Grup Yorum’u Cerrahpaşa’ya gelip konser verdi ya bu türban eylemcisi Ortaçağcılara destek için. Bu utanç verici ittifakı da İslamcı Gençlikle birlikte 28 Şubatçılara karşı eylem yaptık diye övünerek savundular dergilerinde.

Hep söylüyoruz ya yoldaşlar, bizim dışımızda sol ortamda sınıf esasına dayanan yani sınıf mücadelesini hedef alan başka bir siyaset yoktur, diye. İşte bu konudaki tutumları da onların bu sınıflarüstü siyaset anlayışlarının bir göstergesidir.

Bu anlayışın Marksizmle de, Leninizmle de, Devrimcilikle de, Sosyalizmle de zerre kadar ilgisi yoktur. Ben sınıflarüstü sol siyaset yapıyorum diye ortaya çıktınız mı ya gafilsinizdir, ya hain. Halkı kandırmaktan ve fiyaskoyla karşılaşmaktan başka hiçbir sonuç doğurmaz bu anlayış. Ve sadece yerli-yabancı Parababalarına hizmet eder, başka türlü dersek AB-D Emperyalistlerine hizmet eder, yerli işbirlikçilerine hizmet eder.

Bu her türden sözde sol grup, Bin Kalıplılar ve diğerleri ısrarla ve kararlılıkla, laikliği savunduğumuz için bize sözde eleştiriler yöneltmeye kalktılar. Yukarıda diyor ya Bin Kalıplılar; “Türbana yasak koymak resmi ‘Atatürkçü’lerin işidir.”, diye. İşte onlar gibi, diğer sol gruplar da laiklikten bize ne? Onu savunmak Kemalistlerin işi, diye karşı çıkıyorlardı bize. Bu konuda polemiklerimiz de var onlarla. Tabiî her seferinde olduğu gibi, o konuda da hezimete uğrattık sahte sol grupları, hareketleri.

Bu konuda bir konferansımız oldu 2007’de. Orada söylenenleri kitaplaştırdık da; “ABD-AB Emperyalistleri, Ortaçağcı İrtica ve Türkiye” adıyla…

Demiştik ya yoldaşlar, Bin Kalıplılar 2000 yılının ikinci yarısında dümen kırıp takla attılar, diye. Evet, o tarihten sonra artık ulusalcı oynamaya başladılar, keskin Atatürkçü ve Cumhuriyet yanlısı oynamaya başladılar. Unutmayalım; onların her siyaseti bir oyundan, bir düzenden, siyasi rant için yapılan bir kandırmacadan başka bir şey değildir.

Uzatmayalım, sözü yine Bin Kalıplı Şeyhe verelim.

Bakalım bu yeni dönemde tartıştığımız konuya ilişkin ne demiş?

Bin Kalıplı, Silivri Cezaevi’nde bu konuya ilişkin bir makale yazar. Makale, 12.10.2010 tarihinde Odatv’de aynen yayımlanır.

Aslında tahmin ettiniz bu yazısında ne dediğini de biz yine de sözü ona verelim. İşte yine geçirdi kavuğunu başına, açtı ağzını yumdu gözünü:

“KADINLARIMIZI CARİYE YAPACAKLAR

“Türban özgürlüğü” diye bir özgürlük olabilir mi?

“Eğer ağanın marabası olmak özgürlük ise, türban da özgürlüktür.

“Şeyhin ayağına yüz sürmeye özgürlük diyorsanız, türbana da özgürlük demeye devam edin.

“Cariyelik özgürlükse, türban da özgürlüktür. Türban, insanın kul, kadının cariye olduğu topluma denk düşen bir örtü; işin gerçeği budur.

“Özgürlükler, demokratik devrimlerle geldi. Özgürlük, Ortaçağ ilişkilerinden kurtulmaktır. Kadın açısından özgürlük, eşitliğe kavuşmak, toplumun çalışan, üreten, yaratan, onurlu üyesi olmaktır. Yoksa padişahlığa, ağalığa, şeyhliğe, erkek tahakkümüne dönme özgürlüğü yoktur.

“Demokratik, özgür bir toplum kurmak isteyen bir parti veya insan, türban ve özgürlük kavramlarını yan yana getiremez. Bu, esaret özgürlüğünü savunmaktan başka bir şey değildir.

“Bireysel özgürlükleri tarihsel içeriğinden koparır ve Ortaçağ kafasıyla yeniden tanımlamaya kalkarsanız, yeniden kul olursunuz; cariye olursunuz.” (agy)

Bin Kalıplı burada artık doğru görüşler ortaya koyuyor. Zaten bunlar bizim siyasi hayatımızın başından bu yana hep savunageldiğimiz görüşlerdir. Önderimiz Kıvılcımlı, 1950’li yıllarda netçe ortaya koymuştur bu konuda bugün savunduğumuz düşünceleri. Ayrıca da Usta’mız gerçek TKP’nin en genç kurucusu olarak aynı düşünceleri 1920’den beri savunmaktadır.

Ne diyor Lenin Usta?

“Burjuva düzeni var olduğu sürece o düzen içinde biz Komünistler eğitime ilişkin şu iki prensibi hassasiyetle savunmalıyız:

“1- Anadilin özgürlüğü,

“2- Demokratik ve laik eğitim.”

Bizim ideolojimiz, Usta’nın toplumsal hayatın gerçekliğiyle bütünüyle uyuşan bu teorik ışığından-aydınlatmasından kaynak almaktadır. O bakımdan biz her dönemde laikliğin en tutarlı savunucuları olmuşuzdur. Laiklik olmadan bilim olmaz, demokrasi olmaz, özgürlük olmaz. Kafaları, zihinleri dogmalarla taşlaştırırsınız, insanlıktan vazgeçerseniz. Yaşayan ölülere döndürürsünüz insanları. İnsan ömrü artık hurafelerle, safsatalarla, uydurmacalarla, kandırmacalarla gelip geçer.

Bin Kalıplı da yukarıda en son aktardığımız doğru düşünceleri önderimiz Kıvılcımlı’dan ve bizden öğrenmiştir.

Bizim sol ortamda hemen herkesçe bilinen bir pankartımız vardır, kırmızı zemin üzerine sarı harflerle yazılmış olan: “Şeriat Ortaçağdır!”

“Başörtüsü-Türban Özgürlüğü” denen kandırmacayı savunmak da Ortaçağı savunmayı içerir.

Şimdi izniniz olursa yoldaşlar, Bin Kalıplı’ya şunu soralım: Diyelim ki tamam bu son söylediklerin doğru, güzel. Fakat ya 1987’de Bosna paraları ve hazine yardımı vurguncusu Molla Necmettin’in Milli Gazetesi’ne röportaj veren kimdi? Orada “Türban Özgürlüğü”nü hararetle savunan kimdi?

Bak bu iki görüş arasında tam 180 derece zıtlık var, karşıtlık var.

Yine güleceksin, değil mi? Bu bizim tabiatımız, diyeceksin. O zamanki kalıbımız farklıydı ama şimdi yeni bir kalıp içindeyiz. Bugün Ulusalcı-Milli’ci dediğimiz bu kalıbın içindeyiz. Ona uygun konuşmak gerekir. Yahu sanki siz üstadım Demirel’i hiç tanımıyormuş gibi sorular soruyorsunuz. Neydi saygıdeğer büyüğüm, Milli Merkez müttefikim Süleyman Demirel’in en ünlü sözü?

“Dün dündür, bugün de bugün”.

Burada belki şunu diyebilirsiniz: Demirel burjuva politikacısı. Amerikancı, Parababaları politikacısı. Sense solcu bilinirsin. Buna da cevabımız şu olur: Geçin artık bunları, deriz size. Sağ-sol bitti. Onlar geçmişte kaldı. Bugün artık iki grup var: “Vatanseverler”, “vatansevmezler”.

Siz bunları anlayamadığınız için bizi de anlayamazsınız.

Şimdiki tezin bu, değil mi?

Amerika’nın, Tayyipgiller’in, yerli-yabancı Parababalarının, TÜSİAD’cıların, MÜSİAD’cıların, her türden Amerikancı partilerin döküntülerinin, ırkçıların, faşistlerin, ellerini binlerce devrimcinin kanına bulamış devrimci ve halk düşmanlarının, vatan-millet düşmanlarının, Amerikan uşaklarının kucağında siyaset yapacaksın; “milliyetçiler, halkçılar, devrimciler Vatan’a”, diye çığlıklar atacaksın, ondan sonra da hâlâ kendinin sol olduğu ve hatta sosyalist olduğu iddiasında bulunacaksın. Öyle mi? Öyle. Yaparsın sen. Utanma-arlanma denen, ahlâk-namus denen kavramları tümden sıyırıp attığın için ruhundan, kafandan, yaparsın.

Tayyip ve Tayyipgiller ne ise sen ve PDA adlı avanen de odur.

Evet yoldaşlar, insan bunun böyle kalıptan kalıba nasıl kıvraklıkla geçişler yaptığını görünce kendini tutamıyor. Dertleniyor ister istemez. Tabiî insanlık adına, insan soyu adına dertleniyor, üzülüyor. Neyse, geçelim…

Söz yine Bin Kalıplı’nın. Döktürüyor şöyle:

“KUR’AN HUKUKUN KAYNAĞI OLAMAZ

“Kur’an’da türban emri yok; doğru. Ama Kur’an’da türban emri olsa, bu emir uygulanacak mı?

“Kur’an’da “hırsızın elini kesin” emri var, uygulanıyor mu; uygulanabilir mi?

“Kur’an’da “kadına mirastan yarım pay verin” emri var, uygulanıyor mu; artık uygulanabilir mi?

“Kur’an’da “Dört kadın almak” caiz, hangi onurlu kadın, bu hükmü benimseyebilir?

“Kur’an’da kölelik var; cariyelik var; hangi babayiğit uygulayabilir?

“Kur’an’da “İslamdan vazgeçeni öldürün” emri var, nerede bulabilirsiniz o cellatı?

“GÜNÜMÜZ TOPLUMUNU KUR’AN’LA YÖNETEMEZSİNİZ

“Demokratik bir toplumu, Tevrat’ın On Emriyle; İncil’den ayetlerle, Kur’an’la yönetemezsiniz. O nedenle türban konusunda Kur’an’a gönderme yaparak yürütülen tartışmalar, tarih bilgimizi genişletir ama hukukun kaynağı olamaz.

“Devletin temel düzenlerini din esaslarına göre belirlemeye kalkmak, bütün demokratik ülkelerde Anayasaya aykırıdır. Dahası en katı yobaz bile, günümüz toplumunu Nisa suresine, Ahzab suresine veya Bakara suresine veya başka bir sure ve ayete dayanarak düzenleyemez. Bu, deveyle ticaret yapmaya benzer ve artık mümkün değildir. İslam, birçok İslam âliminin de belirttiği gibi, tarihseldir. Tarihin dışında hiçbir şey yoktur.” (agy)

Bin Kalıplı burada hemen yine meşrebi gereği doğrularla yanlışları art arda sıralamaya başladı. Çorbaladı yine.

İlk cümlede diyor ki “Kur’an’da türban emri yok”.

Olmaz olur mu?

Bal gibi de var. 1987’de kendisi de var diyordu. Şimdi yoka dönmüş bu konuda da.

1987’de sözünü ettiği Nur Suresi’nin 31. Ayetinde ne deniyor?

“Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarını yere indirsinler. Cinsel organlarını/ırzlarını korusunlar. Süslerini/zînetlerini, görünen kısımlar müstesna, açmasınlar. Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler: Kocaları yahut babaları yahut kocalarının babaları yahut oğulları yahut kocalarının oğulları yahut kardeşleri yahut kardeşlerinin oğulları yahut kendi kadınları yahut ellerinin altında bulunanlar yahut ihtiyaç içinde olmayan erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar yahut kadınların kaygı duyulacak yerlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar. Süslerinden, gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler, Allah’a topluca tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz!” (Nur Suresi, 31. Ayet, Y. Nuri Öztürk meali)

Gördüğümüz gibi Kur’an’ın buyruğu net: Başörtüsünü göğüslerin üzerine vuracaksın. Yani yüzün hariç bir yerin görünmeyecek.

Bununla da yetinmiyor. Gözlerini de yere indirip gezeceksin, diyor. Yukarıda sayılanlar dışında herhangi biriyle göz göze gelmeyeceksin, diyor. Onun yüzüne, gözüne bakmayacaksın, diyor.

Bu kapsam içinde değerlendirince buyruğu, ne sonuç çıkar bundan yoldaşlar?

Kadının sosyal hayattan koparılıp alınması, eve hapsedilmesi.

Bir erkeğin yüzüne, gözüne bakmaktan bile men edilen bir kadın nasıl sosyal hayatta yer alabilir, erkeklerle aynı ortam içinde bulunabilir?

Bulunamaz.

Bu buyruğa göre bugün Tayyip’in ve şürekasının toplantılarına, mitinglerine katılan, oralarda hüloooğ’lar çeken kadınlar bile çok açık bir şekilde günaha girmektedir. Bu ayeti ve bunun gibi ayetleri reddetmiş olmaktadır, davranışıyla.

Dediğimiz gibi bununla da yetinmez Kur’an. Başka ayetlerde de ortaya konur bu konu:

“Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış elbiselerinden (cilbablarından) üzerlerini sıkıca örtsünler! Bu, onların tanınmalarına, tanınıp da eziyet edilmemelerine en elverişli olandır. Bununla beraber Allah, çok bağışlayıcıdır, merhamet edicidir.” (Ahzab Suresi, 59. Ayet, Elmalılı Hamdi Yazır meali)

Yine bu ayetin mesajı da çok açıktır. Evden dışarı çıkacak bir Müslüman kadın üzerine mutlaka cilbabını giyecek. Hem de sıkıca örtünecek cilbabını. Cilbab, Karaçarşaf anlamına gelir.

Demek ki yoldaşlar, bizdeki türbanlılar Tayyipgiller’in kadınları, Abdullah Gül’ün, Davutoğlu’nun eşleri de aslında Hicap Ayetlerine uymuyorlar. Göstermelik örtünüyorlar. Hile yapıyorlar Kur’an’a. Sokak giysisi o değil ki. Cilbab, yani karaçarşaftır kadının sokak giysisi.

Nitekim Ortaçağcı Emine Şenlikoğlu da bir televizyon programında, Nagehan Alçı’nın türbanlı benzeri olan Esra Elönü ile yaptığı bir tartışmada, Elönü’nü ve benzeri türbanlıları “dandik tesettürlü” olarak nitelemektedir, çok haklı olarak. Tesettür giysisi bol olacak, vücut hatlarını belli etmeyecek ve ayak bileklerine kadar inecek, der.

Devam eder Kur’an Hicap Ayetleri’ne:

“Ey iman edenler! Size bir yemek için izin verilmedikçe Peygamber’in evlerine girmeyin. Vaktini bekleyip durmaksızın çağırıldığınızda girin, ancak yemeği yiyince hemen dağılın. Söze dalıp lafı koyulaştırmayın. Çünkü böyle davranmanız Peygamber’i rahatsız eder. Fakat o size bir şey söylemekten utanır. Allah ise hakkı dile getirmekten çekinmez. Peygamber’in eşlerinden bir şey istediğinizde, onlardan perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz hem de onların kalpleri için daha temiz bir yoldur. Allah’ın resulüne rahatsızlık vermeniz ve kendisinden sonra onun eşleriyle nikâhlanmanız, size helal kılınmamıştır. Böyle bir şey Allah katında büyük bir vebaldir.” (Ahzab Suresi, 53. Ayet, Y. Nuri Öztürk meali)

Bu ayette yine çok net görüldüğü gibi iş çok daha sıkılaştırılıyor. Hz. Muhammed’in evine gelen erkeklere; Hz. Muhammed’in eşleriyle perde arkasından konuşun, diyor. Hz. Muhammed’in eşlerine de eve gelen bir Müslüman erkekle konuşurken bile, eğer mecbur kalırsanız, perde arkasından konuşun, deniyor. Burada şu yanılgıya düşülmesin; buradaki buyruk Müslüman erkeklere sadece Hz. Muhammed’in eşleriyle konuşurken böyle yapın, denmiş sanıalmasın. Bu yanılgıdır. Buyruğu Kur’an’ın genel muhtevası içinde yorumladığımız zaman buradan yine açıkça şu anlam çıkar: Tüm Müslüman kadınlarla konuşurken perde arkasından konuşun. Bu sizin ve onların kalpleri için daha uygundur.

Neden?

Şundan: Perdesiz konuşulduğu zaman peygamberin hanımlarıyla bile olsa Müslümanların kalplerine bozuk düşünceler gelebiliyorsa, gelebileceği varsayılıyorsa, sıradan Müslüman kadınlarla konuşulurken bu tehlike haydi haydi var demektir. Çok daha büyük olasılıkla var demektir. Bir ayet daha inceleyelim:

“Evlerinizde oturun, ilk câhiliye (çağı kadınları)nın açılıp kırıtması gibi açılıp kırıtmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resûlüne itâ’at edin. Ey Ehl-i Beyt (ey Peygamberin ev halkı), Allâh sizden, kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab Suresi, 33. Ayet, Süleyman Ateş meali)

Burada iş çok daha sıkılaştırılıyor, yoldaşlar. Deniyor ki, dizinizi kırın, evlerinizde oturun. Yani mecbur kalmadıkça sokağa çıkmayın, evlerinizden çıkmayın.

Yine şöyle itiraz edilebilir: İyi de sadece Peygamber hanımlarına hitap ediliyor burada. Tamam, öyle. Ama Peygamber hanımları tüm Müslüman hanımların içten örnek alacakları, belleyecekleri insanlar değil mi? Günün moda deyişiyle tüm Müslüman kadınların rol modelleri, idolleri değil mi? Müslüman kadınlar tüm tutum ve davranışlarında onları örnek almaya çaba göstermeyecekler mi? Kuşkusuz öyle.

Öyleyse yoldaşlar, bu buyruk tüm Müslüman kadınları kapsar. Kapsama alanı içine alır.

Tabiî Bin Kalıplı’nın bu Hicap Ayetleri umurunda olmaz. O girdiği kalıba göre şekil alır, ideoloji oluşturur, söylem tutturur. Onu boş verelim.

Hani halkımız der ya; “Delidir, ne yapsa yeridir”. Bununki de işte Bin Kalıplı’dır, her yeni kalıpta ona uygun bir tez öne sürse yeridir. Kalıp yeni olunca tez eski kalabilir mi? O da yeni kalıba uygun düşecek şekilde yenilenecektir artık.

Sonrasında ne diyor Bin Kalıplı?

“Demokratik bir toplumu, Tevrat’ın On Emriyle; İncil’den ayetlerle, Kur’an’la yönetemezsiniz. O nedenle türban konusunda Kur’an’a gönderme yaparak yürütülen tartışmalar, tarih bilgimizi genişletir ama hukukun kaynağı olamaz.” (agy)

Bin Kalıplı burada yeniden doğruya gelir ya da döner.

Eğer hukuk din dogmalarına göre oluşturulacaksa ona demokratik ve laik hukuk denmez. Ona teokratik hukuk denir. O hukukun hizmet ettiği devlete de teokratik devlet yani din devleti denir. O bakımdan laiklik önemlidir. Demek ki hukuk ve kamucul hizmet alanı, eğitim, tümüyle bilime, akla, evrensel insancıl değerlere dayanmalıdır, onlar üzerine inşa edilmelidir. Ancak böyle bir hukuk laik hukuk olabilir.

Kaynağı din kuralları oldu mu, o hukuk da o devlet de o toplum da Ortaçağ’ın karanlıklarına geri dönmüş, savrulmuş olur.

Bu doğrudan sonra Bin Kalıplı yeniden yanlışa sapar. O düz bir hat tutturamaz ki hiçbir zaman. Yılanın ilerleyişi gibidir onun düşüncelerini sergileyişi. En düzgün olduğu zamanda bile bir doğrusunu illa ki ardından gelen bir yanlışla birleştirecek, karacak, çorbalayacak.

Şöyle der:

“Kur’an’da türban emri yok; doğru. Ama Kur’an’da türban emri olsa, bu emir uygulanacak mı?

“Kur’an’da “hırsızın elini kesin” emri var, uygulanıyor mu; uygulanabilir mi?

“Kur’an’da “kadına mirastan yarım pay verin” emri var, uygulanıyor mu; artık uygulanabilir mi?

“Kur’an’da “Dört kadın almak” caiz, hangi onurlu kadın, bu hükmü benimseyebilir?

“Kur’an’da kölelik var; cariyelik var; hangi babayiğit uygulayabilir?

“Kur’an’da “İslamdan vazgeçeni öldürün” emri var, nerede bulabilirsiniz o cellatı?” (agy)

Gördüğümüz gibi Bin Kalıplı yine zırvaladı. Bütün bu dedikleri bugün şeriatla yönetilen-şeriat hukukuna sahip devletlerde uygulanıyor mu, uygulanmıyor mu? Uygulanıyor, değil mi? IŞİD uyguluyor, Suudi Arabistan uyguluyor, Afganistan Taliban’ı uyguluyor, Nijerya’nın Boko Haram’ı uyguluyor. Somali’de El Şebab uyguluyor ve hatta 2013 Temmuz Devrimi’ne kadar Mısır’da Ortaçağcı şeriatçı Mursi yönetimi uyguluyordu.

Türban Türkiye’de yasal olarak uygulanmıyor mu?

Bin Kalıplı’nın Beyazıt’ta Ortaçağcılarla yaptığı eylemler meyvesini verdi işte.

Türbanlı öğretmen, hemşire, doktor, avukat, milletvekili, rektör (Dicle Üniversitesi rektörü), milletvekili, bakan, başbakan, devlet başkanı eşi yok mu?

Var. Giderek de yaygınlaşmakta.

Tabiî aynı oranda başta eğitim gelmek üzere tüm devlet kurumları Ortaçağcılaştırılmakta. Yani Türkiye Ortaçağ karanlıklarına doğru hızla sürüklenip götürülmekte.

İşte biz bu hainane gidişi 10 yıllar öncesinden kesince görüp bildiğimiz için bunlara karşı her dönemde cepheden bütün gücümüzle mücadele verdik, salonlarda, meydanlarda, üniversitelerde. Hem de tek başımıza kalmak pahasına, birkaç namuslu bilim insanıyla birlikte. İşte o zamanlar Bin Kalıplı, Ortaçağcılarla omuz omuzaydı. Onlara röportajlar veriyor, yukarıda aktardığımız utanç verici tezleri savunuyordu.

Şimdi yeniden makalesini okumaya devam edelim Bin Kalıplı’nın. Bakın ne diyor:

“Tayyip Erdoğan, en sonunda bir İspanya gezisinde, “Velev ki siyaset simgesi” diyerek, türbanın siyasetin aleti olduğunu itiraf etmişti.

“Hangi siyasetin?

“Türban, Yeşil Kuşak siyasetinin ve bugün Büyük Ortadoğu Projesi’nin örtüsüdür.

“Türbanı bayrak yapan kara siyaset, Irak ve Afganistan’da milyondan fazla Müslümanı katletti; Müslüman kadınlara tecavüz etti; Ortadoğu uygarlığını yağmaladı; Müslümanların yaşadığı ülkeleri böldü, bölüyor. Türban, bu zulmü örtüyor.” (agy)

Ne güzel anlatıyor, değil mi yoldaşlar Bin Kalıplı? Tayyip İspanya’da dedi ki diyor, “Velev ki siyaset simgesi” olsun türban.

Hafız kimin evini soruyorsun sen?

İnsanda zerre miktarda da olsa utanıp arlanma duygusu olmalı yahu. Ulan birebir aynı tezi 1987’de sen savunmadın mı?

“(…) İslami inançların, bireylerin vicdanları içinde, Allah ile kul arasında kapalı kalmayıp, siyaset alanına yönelmesi, doğaları gereğidir. Bir insan, başını örtmekle siyasal bir bildirimde bulunmak istiyorsa, bu tavrı da hoşgörüyle karşılanmalıdır.”

Bu sözler kime ait bre ahlâk yoksunu adam? Madem doğru bir şey söylüyorsun, zerrece namusun varsa de ki “ya geçmişte biz de aynı haltı yedik. Ama şimdi işin doğrusunu anladık.” Ama diyemezsin sen. Sende ne gezer namus…

Evet, türban Yeşil Kuşak Projesi’nin bir enstrümanı, onun bir aracı. Emperyalist vurgunun, talanın, kanın, gözyaşının, işgalin örtüsü.

Bak bunu da görmüşsün Bin Kalıplı. Ama geçmişte sen Afganistan’daki sosyalist iktidara karşı Burhaneddin Rabbani önderliğindeki “Mücahit İttifakı” denen, içinde Taliban’ın da, El Nusra’nın da, IŞİD’in de nüve halinde bulunduğu Ortaçağcı haydutlar güruhunu, katiller, cellatlar, canavarlar güruhunu savunmadın mı? Bu Ortaçağcıların hepsi Yeşil Kuşak Projesi’nin ürettiği zehirli ürünler değil mi?

Sen de yıllar boyu bu Yeşil Kuşak Projesi’ne hizmet ettin, yukarıda andığımız ihanetlerinle.

Ama o zamanlar bağlı olduğun Pekin’deki Mao Tarikatı’nın baş şeyhi size öyle buyruk veriyordu, değil mi? Siz de gözü kapalı tekrarlıyordunuz o buyruğu. Onunla da kalmıyordun. ABD’yi, Amerikan Emperyalistlerini savunuyordun Sovyetler’e ve Afganistan’daki Sosyalist iktidara karşı. Onun NATO’sunu, Gladio’sunu savunuyordun. Senin yapmadığın ihanet, etmediğin namussuzluk mu kaldı yahu?

Son olarak bir bölüm daha aktaralım Bin Kalıplı’nın makalesinden:

“SÖZDE LAİKLERE BİR ÇİFT SÖZ

“Büyük sermaye sahipleri, laikliği özünden kopardı. Laiklik, dünyanın her yerinde kralların, padişahların saltanatına karşı, halk hakimiyetinin ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Laiklik, halkın krallara ve beylere karşı iktidar savaşının siyaseti idi. Türkiye’de de saltanata karşı mücadelenin bayrağı oldu. Ancak Kemalist Devrim’in kireçlenmesinden sonra burjuvazi, laikliği yoz hayatın, meyhaneciliğin vb. maskesi olarak kullandı. Şimdi bundan da vazgeçtiler; “türban özgürlüğünü” savunuyorlar. Bir kısım laikçilerimiz ise, devrimci demokrasiden ödün vere vere, en sonunda toplumun bütün meselelerini Kur’an’a dayanarak tartışır noktaya geldiler. Tarikatların, şeyhlerin minderinde çağdaşlık mücadelesi veriyorlar.

“Demokratik devrimlerin kendi halkçı devrimci ideolojisi var. Bu, Türkiye’ye Gençtürk Devrimciliğiyle ve devamında Kemalist Devrim’le geldi. Çağdaş toplumu kurma mücadelesi, Ortaçağ kaynaklarına yaslanarak verilemez. Emperyalizme ve gericiliğe karşı 7-15. yüzyılın ideolojisiyle mücadele edeceklerini sananlar, günümüzdeki hazin manzaranın sorumlusudurlar ve yarınlara ışık tutamazlar.

“Günümüzün demokratik çağdaş toplumu, dünyanın hiçbir yerinde dinsel kaynaklara gönderme yaparak kurulmamıştır. Geleceğin toplumu da, kutuplardan ekvatora kadar dinsel kaynaklara göre kurulmayacaktır.

“Atatürk gibi devrimci olalım, yoksa bu süreç türbanda durmaz, kadınlarımızı cariye yaparlar.” (agy)

Yukarıdaki satırlarında Ortaçağcılarla uzlaşık sözde laikleri ne de güzel eleştiriyor Bin Kalıplı, değil mi yoldaşlar. Ama hiç demiyor ki yıllar boyu ben de aynı namussuzluğu yaptım. Aynı ihaneti ettim, aynı suçu işledim. Demez o demez. Derse önder de olmadığı, devrimci de olmadığı meydana çıkıverir çünkü.

Kendini nasıl satacak o zaman, müritlerine nasıl yutturacak?

İşte böyle yoldaşlar.

Ne diyor yukarıda o sahte laikler için?

“Bir kısım laikçilerimiz ise, devrimci demokrasiden ödün vere vere, en sonunda toplumun bütün meselelerini Kur’an’a dayanarak tartışır noktaya geldiler. Tarikatların, şeyhlerin minderinde çağdaşlık mücadelesi veriyorlar.”

Onlara şiddetle karşı çıkıyor, değil mi makalesinde?

Ve ne öneriyor yoldaşlar en sonunda?

“Atatürk gibi devrimci olalım, yoksa bu süreç türbanda durmaz, kadınlarımızı cariye yaparlar.”

Bu da doğru bir tespit, değil mi yoldaşlar?

Evet, öyle.

Şimdi sanırsınız ki yoldaşlar, bu Bin Kalıplı laiklik konusunda doğru yolu buldu, değil mi?

Laikliğin önemini bu denli açık biçimde kavramış, tarikatların, şeyhlerin, neyin temsilcisi, hizmetkârı olduğunu görmüş bir insan artık bu yolunda sebatkâr olur. Tutarlı olur gayri.

Ama nerde…

Karşınızdaki normal bir insan değil ki. Bin Kalıplı. Ölür gider de tutarlı olamaz. Tesadüfen bir doğru görüş mü edindi, bilin ki onu mutlaka değiştirecek bir süre sonra. Yeniden sapacak yanlışa. Adam mitomanik…

Bu Silivri’den çıktıktan kısa süre sonra doğruca Tayyipgiller’in Yeni Akiti’yle buluştu. Bir röportaj da ona verdi. Tayyip artık yeni kankası ya, Fethullah’a karşı Tayyip’le beraber yürüyebiliriz, dedi ya; onun Yeni Akit’i de artık dost örgütlerden, kuruluşlardan bunun için. Aynen şunları söylüyor orada:

“‘Bütün İslâmî cemaatlerin kökünü kazıyacağız’ sözü İslâm karşıtlığı olarak yorumlanabilir mi?

“- Bu ifadeyi düzeltiyorum. F. Örgütünün kökünü kazıyacağız, cemaatlerin değil. Bizim karşı olmamızın sebebi gladyo olması, yoksa cemaatler değil. Herkes cemaat derken F. Örgütünden bahsettiği için toplumdaki yaygın ifadeyi kullandım. Ama sonra arkadaşlarım beni uyardı yanlış anlaşılma olur diye. Düzeltelim, bundan sonra hepimiz F. Örgütü diyelim dedim. F. Örgütü bir Gladyo olduğu için yargının, polisin, ordunun içinde olduğu için onun kökü kazınmalıdır. Kim onun kökünü kazırsa kimse onun elini tutmayacak ve biz orada beraber olacağız. Çünkü bu kök kazıma bir şiddet, haksızlık olayı değil, hukukun gereği…” (Yeni Akit Gazetesi’nin D. Perinçek’le yaptığı röportaj, 6 Nisan 2014)

Evet, işte en son hali bu, yoldaşlar. Ne diyor?

“Bu ifadeyi düzeltiyorum”, diyor, değil mi? Bizim kökünü kazıyacağız dediğimiz, cemaatler değil, sadece F. Örgütüdür. O da cemaat oluşundan değil de Gladio oluşundan dolayı bizim düşmanımızdır. Yoksa biz cemaatlere karşı değiliz. Yalnızca F. Örgütüne karşıyız.

İşte döndük yine başa, yoldaşlar. Yine 1987’lere gitti Bin Kalıplı. E, işte elimizdeki malzeme bu. Bunu 1960’lı yıllardan beri arkadaşız, diyen Yalçın küçük, ne de güzel anlatıyor, değil mi? Söylemiştik bunu ama bir kere daha tekrarlayalım, burada yeri geldi:

“Şimdi, Doğu için yaşam, Erdoğan’ı övmek ve Erdoğan’a, daha çok bağlanmakla geçmektedir. Ne hoş esen rüzgardan Erdoğan’ı övmek için bir bahane çıkarmaktadır ve çok hoş bir haldedir. Artık Erdoğan’ın yaptıklarını kendi marifeti sayıyor ve Batı’dan Erdoğan’a hücumları da kendi böğrüne indirilmiş hançer biliyor. Bu arada, “Cemaati biz yendik” diyorsa, pek şaşırmam…

“Doğu’yu 1964 yılından beri tanıyorum, hoş bir arkadaşlığımız var, beraber iş yaparız, çok sert kavgalarımız oluyor, bana genellikle, “değişmez” diyorlar, Doğu Arkadaşımız ise hep değişir, Güç’e, gök gürültülerine göre yer tutar,   çok değişir, hep biliyoruz. Şimdi Çin Kültür Devrimi’ndeki aşamasına inmiş görünüyorlar…” (Odatv, 18.12.2014)

Gerçekten şaka gibi bu adam, değil mi yoldaşlar… Başka bir ülkede böyle bir adam var, o kendisini önder diye satıyor, müritleri var deseniz inanmaz kimse size değil mi? Şaka yaptığınızı sanırlar.

Bir de kendisini şöyle övmez Yeni Akit’e verdiği röportajında?

Yeni Akit’çi soruyor:

“Abdullah Öcalan’ın sizin için ‘tanıdığım en ciddi teorisyenlerden biridir’ dediği doğru mu?”

“- Doğru, beni öven bir çok sözü var. Ben ciddi bir adamım. Amerikalılara da sorsan, Çinlilere de sorsan hepsi aynı şeyleri söyler.” (agy)

Öcalan bunu övüyormuş, gördünüz mü yoldaşlar? Boşuna mı demiş halkımız, “Bozacının şahidi şıracı”, diye.

Diyecek tabiî Öcalan. Bekaa’da gülleştiler, sarılıp sarılıp öpüştüler. Beraber yemekler yediler, gerillaları teftişler ettiler, gezintiler yaptılar. Yani bunlarınki “Gül Kardeşliği”. O günlerin hatırına övgü düzecek Öcalan.

Ne diyor Bin Kalıplı?

“Ben çok ciddi bir adamım. Amerikalılara da sorsan, Çinlilere de sorsan hepsi aynı şeyi söyler.”

Gösterdiği tanıklara dikkat ediyor musunuz yoldaşlar?

Amerikalılar ve Çinliler. “Eski dostlar eski dostlar”…

Ulan madrabaz, sen ciddiysen Türkiye’de gayriciddi adam yok yahu. Bütün hokkabazlar, bütün soytarılar Rodi’nin düşünen adam heykeli kadar ciddi kalır senin yanında.

Ne diyelim?

Hadi bakalım, öyle olsun.

Aslında yoldaşlar, ben çok ciddi bir adamım, demesi bile onun ciddiyetsiz olduğunu gösterir. Çünkü ciddi adam, böyle bir söze hiç gerek duymaz. Bu da biliyor ki durumunu, kendisini ciddi diye satmaya çabalıyor…

Bir de ne diyordu yoldaşlar, Odatv’de yayımlanan makalesinde bu Bin Kalıplı?

“Atatürk gibi devrimci olalım, yoksa bu süreç türbanda durmaz, kadınlarımızı cariye yaparlar.”

Tamam, güzel, öyle olalım.

Ne diyor Mustafa Kemal?

“Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.”

Mustafa Kemal işte böylesine net ortaya koyar ve savunur laikliği.

Aynen biz de böyle savunuruz, bilindiği gibi.

Bin Kalıplı ne diyordu yukarıda yoldaşlar?

Sadece F. Örgütüne karşıyız, o da Gladio olduğu için. Yoksa diğer cemaatlere karşı değiliz, onlarla bir meselemiz yok.

Bre fırıldak, bre vantilatör… Sen hiç Mustafa Kemal’i, onun düşüncelerini, tezlerini anlayabilir misin?

Varsayalım ki yarım ya da çeyrek anladın, kavradın. O kadarını olsun savunmaya yüreğin yeter mi?..

İşte bunların birkaç kalıbı da bunlar yoldaşlar, yukarıda gördüklerimiz. Dedik ya bunlarda kalıp çok… 19.03.2015

HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
tarihselmaddeci
[ tarihselmaddeci ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.05.2014
İleti Sayısı: 581
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder

Web Adresi | Özel ileti Gönder

1 kere teşekkür edildi.
1 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: tarihselmaddeci
Cevap Tarihi: 13.04.2015- 14:20


Yazıda bazı yerlerde fotoğraflar kullanılmıştır. Bu fotoğrafları http://kurtuluspartisi.org/dogu-perincek-ve-pda-avanesinin-kurt-meselesindeki-taklalari/ adresinde bulabilirsiniz.

Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin
İhanete Karmış Hazin Siyasi Serüvenine Dair… (20)
Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin Kürt Meselesi’ndeki Taklaları

Bu hareket, her konuda olduğu gibi bu konuda da doğasına uygun olarak bir uçtan öbür uca savrulup durmuştur. Fakat bu konudaki dönüşleri, zikzakları diğer pek çok konuda olduğundan daha fazladır.

Bizim yaptığımız tespite göre bu cepheden cepheye sıçrayışları, dönüşleri 4 farklı dönemde incelenebilir. Yani tam 4 kez görüş-kalıp değiştirmişlerdir bu konuda. Bu sebeple biz de anlaşılırlık açısından bu 4 aşamanın her birini ayrı bir başlık altında, ayrı bir bölüm olarak ele aldık, böyle inceledik. Şimdi bunları görelim sırasıyla:

1- Kürt Hareketi’ne, Kürt Meselesi’ne Dostluk Dönemi

Takriben 1969’da başlar, 1970’li yılların ikinci yarısında sona erer.

2- Kürt Hareketi’ne ve Kürt Meselesi’ne En Keskin Düşmanlık Dönemi

1970’li yılların ikinci yarısında başlar, 1980’li yılların ikinci yarısında sonlanır.

3- Kürt Meselesi’ne ve Hareketi’ne Karşı Çok Yakın Bir Dostluk Dönemi

1980’li yılların ikinci yarısında başlar, 1990’lı yılların ikinci yarısında sona erer.

4- Kürt Meselesi’ne ve Kürt Hareketi’ne Keskin Düşmanlık Dönemi

2000 yılında başlar ve bugün de devam eder.

BİRİNCİ DÖNEM

Birinci dönemindeki görüşlerini kendi metinlerinden aktaralım yoldaşlar. Aktaralım ki netçe görülsün, en cahil insanlarımız bile okur okumaz, duraksamadan anlayabilsin Bin Kalıplılar ekibinin bu konuda da attığı taklaları, yaptığı dönüşleri, çizdiği zikzakları.

İlkin 1974’te kaleme alıp yayımladıkları “Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi Davası Savunma” adlı kitaplarından yapalım aktarmaları. Bu savunmayı başta Doğu Perinçek gelmek üzere toplam 141 PDA Avanesi imzalamıştır. Tamamının ortak görüşüdür burada yazılanlar. Görelim:

“TÜRKİYE İŞÇİ KÖYLÜ PARTİSİ KÜRT MİLLETİNİN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKINI KAYITSIZ ŞARTSIZ SAVUNUYOR

“Yarı sömürge, yarı-feodal bir ülke olan Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Bölgesinde Kürt milliyetinden bir halk yaşamaktadır. Türk hakim sınıflarının, Kürt halkı üzerinde yüzyıllardan beri devam eden sömürü ve zulümleri, bu bölge halkının daha da yoksul ve geri kalması sonucunu doğurmuştur. Türk hakim sınıfları, Kürt halkı üzerindeki sömürü ve tahakkümlerini sürdürebilmek için, bu geriliği korumaya daima özen göstermişlerdir. Uyguladıkları azgın sömürü ve talan politikasıyla, bölgeler arasındaki eşitsizliği gittikçe derinleştirmişlerdir.” (agy, s. 398)

“Kemalist burjuvazi, emperyalizm ile adım adım uzlaştıkça ve toprak ağalarıyla birleştikçe, Kürt halkı üzerindeki baskı ve sömürüsünü de arttırdı. Kürt milletinin varlığını ve milli haklarını inkar etti. Dilini ve kültürünü baskı altına aldı. Irkçı-şoven fikirleri yaydı. Türk ve Kürt halkları arasında düşmanlıkları körükledi. Kürtlerin yaşadığı bölgelerde jandarma baskısını arttırdı. Kurtuluş Savaşı’nda kurulan dostluk ve kardeşlik bağları tahrip edilmeye çalışıldı.” (agy, s. 418)

“Kürt milleti üzerinde baskı ve zulüm öyle bir duruma gelmişti ki, başlangıçta ayaklanmayan aşiretler bile silahlanarak dağlara çıktılar. Kemalist burjuvazi, Şeyh Sait isyanını kırmak için, aşiret ve mezhep çatışmalarını körükledi. Alevî Kürt köylülerini ve bir kısım aşiretleri ayaklanmaya karşı kullandı.

“Hükümet, ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırdı. Kürt milliyetinden kitleleri katletti. Binlerce köyü yakıp yıktı. Ayaklanma bastırıldıktan sonra iki yıl, Doğu’da sıkıyönetim uygulandı. Ayaklanmanın önderleri asıldılar. Binlerce aile Batı Anadolu’ya sürüldü. Köyler boşaltıldı. Silah toplama ve kaçak arama bahanesiyle halka ağır zulüm uygulandı. Kürt milleti yanında, bütün Türkiye halkına ve komünistlere de ağır baskılar yapıldı.” (agy, s. 419)

“TİİKP, Kürt milletinin aşağıdaki demokratik hak ve taleplerini savunmaktadır:

“Kürtler üzerindeki zorla eritme politikasına ve milli baskıya son verilmelidir.

“Kürtçe, Türkçe gibi devletin resmi dili olarak kabul edilmeli ve Kürtler ana dillerini serbestçe kullanabilmelidir. Kürtler, devlet dairelerine kendi dillerinde dilekçe verebilmeli, mahkemelerde ve bütün resmi merciler önünde Kürtçe konuşabilmelidirler. Kürtlerin yaşadığı bütün yerleşme merkezlerindeki okullar ve üniversitelerde, Kürtler kendi ana dilleriyle eğitim görmelidirler. Kürtçe gazete, dergi ve her türlü yayın çıkarmak, serbest olmalıdır. Devlet radyoları ve televizyon, Kürtçe yayın da yapmalıdır. Kürtçe yer ve köy isimlerinin değiştirilmesine son verilmelidir.

“- Kürt kültürü üzerindeki her türlü gerici baskıya son verilmelidir. Kürt halkı, kendi anti-emperyalist ve anti-feodal kültürünü geliştirmede serbest olmalıdır. İran, Irak ve Suriye’de bulunan Kürt milliyetinden halklarla her türlü devrimci kültür alış-verişi serbest olmalıdır. Okullarda Kürt milliyetinin varlığını inkâr eden şoven eğitime son verilmelidir. Kürt tarihi, Kürt edebiyatı ve Kürt halk kültürünün ürünlerini öğreten demokratik bir eğitim sistemi gerçekleştirilmelidir. Kürt çocuklarını, Türkleştirmek ve eritmek amacıyla kurulan Yatılı Bölge Okullarındaki gerici eğitim sistemi kaldırılmalıdır.

“- Her türlü milli eşitsizliğe son verilmeli, Kürtler devlet idaresinin ve toplum hayatının her alanında eşit haklara gerçekten sahip olmalıdır. Orduda, fabrikalarda, okullarda, iş ve memuriyete alınmada, Kürtlere yapılan ayrımlar kaldırılmalıdır.

“- Bölgeler arasındaki iktisadi eşitsizliğin kalkması için, Doğu Bölgesinin iktisadi gelişmesine özel bir önem verilmelidir.

“-Kürt halkının teşkilatlanma hürriyeti sağlanmalıdır.

“- Özel olarak Kürt halkı üzerinde baskı ve zulüm uygulayan komando, seyyar jandarma ve MİT teşkilatları kaldırılmalıdır. Köylere yapılan baskınlara, işkence ve dayağa son verilmelidir. Her yıl birçok insanın ölümüne sebep olan sınırdaki mayın tarlaları temizlenmeli, Doğudaki yasak bölgeler kaldırılmalıdır. Bütün bu topraklar, yoksul köylülere dağıtılmalıdır.” (agy, s. 439-440)

Şimdi de yoldaşlar, “TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) 1. Kongre Belgeleri” adlı 1977’de yayımlanan kitaplarından birkaç aktarma yapalım:

“KÜRT MİLLİ MESELESİ ÜZERİNE KARAR

I.

“KÜRT MİLLİ MESELESİNİN PROLETER ENTERNASYONALİZMİ BAYRAĞI ALTINDA MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİMLE ÇÖZÜMÜNÜ SAVUNUYORUZ

“Türkiye, İran, Irak ve Suriye toprakları üzerinde yaşayan Kürt milletinin dört bin yıllık bir tarihi, zengin bir dili ve kültürü vardır.

“Merkezi feodal Osmanlı devletinde Kürtler feodal beylikler halinde yaşıyorlardı. Uzun bir süre Osmanlı ve İran devletleri arasındaki hakimiyet mücadelesine konu olan Kürdistan, 1638 Kasrı Şirin Anlaşması’yla bu iki devlet arasında bölündü. Bu olay, Kürtlerin bugünkü parçalanmış durumunun ilk tarihi temelidir. Osmanlı devleti, Kürt beyliklerini kendine bağlamak için onlara özerklik vermiş, Kürt feodallerine dokunmamıştır. Kürt beyliklerinin bir kısmının vergi ve askerlik yükümlülükleri dahi yoktur. Osmanlı devletinin Kürt bölgesindeki sömürü ve hakimiyeti sömürgecilik biçiminde değildi.

“Kapitalizmin dünya çapında gelişmesi ve burjuva devrimleri Osmanlı devleti sınırları içinde yaşayan bütün kavimleri 19. yüzyıldan itibaren etkilemeye başladı. Milletler ortaya çıktı. Feodal devlete ve orduya hakim olan Türkler hakim milleti meydana getirirken, diğer kavimler ve bu arada Kürtler ezilen milletler halinde oluştular. Kürt milli hareketi bu tarihlerden itibaren başladı. Osmanlı devleti, o dönemde çok-milliyetli bir devletti.

“Amaçlarından biri yarı-sömürge Osmanlı devletini parçalamak olan Birinci Dünya Savaşı sonunda, bugün Irak ve Suriye’nin bulunduğu bölgeler İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin sömürgeci işgali altına girdi. Böylece Kürt milletinin dört ülkeye bölünme durumu bugünkü şeklini aldı. Sevr Antlaşması, Osmanlı topraklarının ve Kürt milletinin üzerinde yaşadığı bölgelerin paylaşılmasını belgeleyen emperyalist bir antlaşmaydı. Emperyalistler,   gene bu antlaşmayla Orta Doğudaki hakimiyetlerini pekiştirmek için Doğu Anadolu’da kukla bir Kürt devleti kurmayı planladılar.

“Milli Kurtuluş Savaşımız, Türkiye’de yaşayan iki milliyetin emperyalizme karşı ortaklaşa verdikleri bir bağımsızlık mücadelesiydi. Kurtuluş Savaşı sırasında iki halkın anti-emperyalist birliğini parçalayan Kürt isyanları gerici hareketlerdi.

“Lozan Antlaşması esas olarak bağımsızlık mücadelesinin zaferinin bir sonucudur. İngiliz emperyalistleri Lozan’da Musul bölgesi üzerindeki sömürgeci hakimiyetlerinden vazgeçmediler, bu meselenin çözümü ileriye bırakıldı.

“Kemalist burjuvazi Milli Kurtuluş Savaşından sonra emperyalizmle adım adım uzlaştı. Toprak devrimine girişmedi ve feodallerle ittifak kurdu. Buna bağlı olarak Kürtler üzerindeki milli baskı ve zorla eritme siyaseti de ağırlaştı. Bu dönemde ardı ardına patlak veren Kürt milli hareketleri ortaya çıktı. Şeyh Sait İsyanı, feodallerin önderliğinde gerici bir hareketti. İngiliz emperyalistleri bu isyanı kışkırtarak Musul petrolleri ve Irak Kürdistanı üzerindeki hakimiyetini Türkiye’ye kabul ettirmek ve o zamanki Sovyetler Birliği’ne karşı Doğu Anadolu’da bir üs yaratmak amacını güdüyordu.

“Daha sonraki Ağrı, Zilan ve Dersim İsyanlarında Kürt halk kitleleri milli zulme karşı ayaklandılar. Bu hareketler Türkiye halkının devrimci mücadelesiyle birleşemediği için yenilgiye uğradı. Kemalist iktidar bu isyanları kanlı bir şekilde bastırdı ve kitle katliamlarına girişti.

“Yurdumuzda Kürt milliyeti yarı-feodal yapının en kuvvetli olduğu Doğu Anadolu bölgesinde yaşamaktadır. Öte yandan bu bölgede gelişmekte olan kapitalizm, milli hareketin serpilip yayılması için elverişli bir ortam yaratmaktadır.

“Kürt halkı, Türkiye halkının bir parçası olarak emperyalizmin, feodalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin baskı ve sömürüsü altındadır. Kürt milliyeti ayrıca Türk hakim sınıflarının uyguladığı milli baskı ve zorla eritme siyaseti yüzünden de ezilmekte ve sömürülmektedir.

“Kürt milli meselesi, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir Üçüncü Dünya ülkesindeki bir ezilen milliyet meselesidir. Bu meseleyi emperyalizme ve feodalizme karşı mücadeleden koparan ve Türkiye halkının milli demokratik devrim mücadelesinin bir parçası olarak ele almayan görüşler hatalıdır. Türkiye’yi emperyalist bir ülke ve Kürtlerin yaşadığı bölgeyi sömürge olarak kabul eden teori Marksizme aykırıdır. Türkiye’nin iki milliyetten halkını birbirine kışkırtan “sömürge” teorisi bugün esas saldırgan Rus sosyal-emperyalizmine hizmet etmektedir.

“Kürt milli meselesi Osmanlı feodalizminin bir mirası, ortaçağın kalıntısıdır. Kürt milli meselesinin dayandığı sosyal temel emperyalizmin yurdumuz üzerindeki hakimiyeti ve yarı-feodal toplum yapısıdır.

“Kürt milli meselesinin köklü bir şekilde çözümü, emperyalizmin ve feodalizmin tasfiye edilmesine bağlıdır ve bu mesele bir devrim meselesidir. Kürtlerin milli ve sosyal kurtuluş mücadelesi, dünya proletarya devriminin bir parçasıdır ve ancak proletarya önderliğinde kökten ve nihai bir çözüme ulaşabilir.

“Bu bakımdan TİİKP, Kürt milli meselesini, baş düşmanları iki süper devlet, özü toprak devrimi ve bugünkü merkezi görevi milli bağımsızlık mücadelesi ve savaşa karşı hazırlık olan milli demokratik devrimimizin bir parçası olarak ele alır.

“TİİKP, Kürt milli meselesini kendi başına bir mesele olarak değil, dünya proletarya devriminin, bütün Türkiye proletaryasının ve emekçi Kürt halkının çıkarları açısından değerlendirir. Partimiz, Kürt milletinin ayrı bir devlet kurma hakkını her şart altında savunur ve ayrılma meselesiyle ilgili her durumda somut bir tavır alır. Partimiz, Kürt milli hareketini ancak emperyalizme ve sosyal-emperyalizme, bugün iki süper devlete darbe indirdiği ve dünya proletarya devrimini güçlendirdiği şartlarda destekler. İki süper devletin mevzilerini güçlendiren ve dünya proletarya devrimini baltalayan milli hareketlere karşı çıkar, Kürt halkını devrim bayrağı altında toplar ve mücadeleye seferber eder.

“TİİKP, Kürt milli hareketinin silah zoruyla ezilmesine her şart altında karşı çıkar. Hangi sınıfın önderliğinde olursa olsun ve hangi gelişmelere yol açarsa açsın, Kürt halk kitlelerini peşinden sürükleyen bir milli harekete karşı zor kullanılması, emperyalizmi güçlendirir, iki milliyetten halkımızın birliğini baltalar ve devrime büyük zarar verir.

“Kürt milli meselesi, burjuvazinin milliyetçi bayrağı altında köklü ve kesin bir çözüme ulaşamaz. Çünkü:

“1. Burjuvazi, ayrı bir devlet kurmayı başarsa bile yaşadığımız çağda emperyalizme bağımlılığı bütünüyle ortadan kaldıramaz, ülkeyi eninde sonunda emperyalizmin yarı-sömürgesi durumuna düşmekten kurtaramaz.

“2. Burjuvazi, işçi ve köylülere karşı toprak ağalarıyla ve gericilikle birleşir, yarı-feodal yapıyı ortadan kaldıramaz. Bunun sonucu olarak Kürt milletinin gelişmesinin önündeki gerici engeller varlığını korumaya devam eder.

“3. Burjuvazi, kendi ülkesi içindeki azınlık milliyetler, milli ve dinî topluluklar üzerinde milli baskı uygular, bu açıdan da milli meseleyi ortadan kaldıramaz.

“4. Burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarı altındaki bir ülke komşu ülkelerle toprak ve çeşitli çıkar çatışmalarına düşer, milletler arasındaki düşmanlıklara son veremez.

“Sonuç: “BURJUVA TOPLUMU, MİLLİ MESELENİN ÇÖZÜMÜNDE TAMAMIYLA İFLAS ETMİŞTİR.” (Stalin)

“Dört ülkeye parçalanmış olan Kürt milletinin, bulunduğu ülkelerin halklarıyla düşmanları ortak, hedefleri aynıdır. Öte yandan Kürt milletinin bir ülkedeki milli hareketine karşı dört ülkenin gerici iktidarları birleşmektedir. Bu durumda Kürt milletinin, özgürlük mücadelesinin bulunduğu ülke halkıyla birleşmesi zorunludur. İki süper devletin bölgemizde gittikçe şiddetlenen hegemonya mücadelesi, özellikle Rus sosyal-emperyalizminin saldırı tehdidi karşısında, Kürt, Türk, Arap ve İran halklarının sımsıkı birleşmesi daha da önem kazanmaktadır. Orta Doğu halkları ve ülkelerinin birliği, iki süper devletin bölgemiz halklarını birbirine kırdırtma planlarına karşı, bölgemizdeki milletlerin özgürlük ve devrim mücadelesini güçlendirecektir.

“Türkiye devrimi, ülkemizin iki milliyetten proletaryasının Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesiyle silahlanmış öncü müfrezesinin önderliğinde gerçekleşecektir. Bu bakımdan, proletaryanın tek bir Marksist-Leninist partide birleşmesine karşı çıkan ve milliyetlere göre örgütlenmeyi savunan milliyetçi görüşlerle mücadele zorunludur, iki milliyetten Türkiye proletaryası ve halkı aynı sınıfsal ve anti-emperyalist hedeflere sahiptir. TİİKP, Türk ve Kürt milliyetlerinden halkın aynı sınıfsal, mesleki, ekonomik ve kültürel örgütlerde toplanmasını savunur.

II.

PROGRAM VE SİYASETLER

“1. TİİKP, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunur. Kürt milleti ayrı bir devlet kurma hakkına sahiptir.

“TİİKP, Türkiye’deki Kürt milliyetinin kaderini Kürt işçi ve köylülerinin menfaatleri yönünde tayin etmesi için çalışır.

“Partimiz, Türkiye’nin iki kardeş halkının demokratik halk cumhuriyeti içinde eşit haklara sahip olarak özgürce birleşmelerine yönelen bir siyaset izler.

“2. Partimiz, Türk hakim sınıflarının Kürt milliyetine uyguladığı milli baskı ve zorla eritme siyasetine karşı şiddetle mücadele eder.

“TİİKP, Türk ve Kürt milliyetlerinden halkların devrimci birliği ve kardeşliğine düşmanlık güden gerici ve bölücü hakim sınıf politikalarına karşı proleter enternasyonalizmini savunur. Her türden şovenizme, özellikle Türk şovenizmine karşı mücadele eder.

“3. TİİKP, milli düşmanlık ve baskıların asıl kaynağı olan emperyalizmin ve feodalizmin tasfiyesi için Kürt ve Türk milliyetlerinden halkı omuz omuza mücadeleye seferber eder.

“Partimiz, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde milli demokratik devrimin temel güçlerini yaratmak için yoksul köylülerin toprak ve hürriyet mücadelesine kararlılıkla önderlik eder.

“4. TİİKP, Kürt milliyetinin aşağıdaki demokratik hak ve taleplerini savunur:

“a) Özel olarak Kürt milliyeti üzerine baskı ve zulüm uygulayan komando, seyyar jandarma ve MİT teşkilatları kaldırılmalıdır. Köylere yapılan baskınlara, işkence ve dayağa son verilmelidir. Her yıl birçok insanın ölümüne sebep olan güneydoğu sınırındaki mayın tarlaları temizlenmeli, Doğudaki yasak bölgeler kaldırılmalıdır. Bu bölgelerdeki topraklar yoksul köylülere dağıtılmalıdır.

“b) Her türlü milli eşitsizliğe son verilmeli, Kürtler devlet idaresinin ve toplum hayatının her alanında eşit haklara sahip olmalıdırlar.

“c) Orduda, fabrikalarda, okullarda, iş ve memuriyete alınmada Kürtlere yapılan ayrım kaldırılmalıdır.

“d) Kürt milletinin örgütlenme özgürlüğü sağlanmalıdır.

“e) Bölgelerarası iktisadi eşitsizliğin kalkması için Kürt milletinin yaşadığı Doğu bölgesinin iktisadi gelişmesine özel bir önem verilmelidir.

“f) Kürtler ana dillerini serbestçe kullanabilmelidirler. Kürtler, devlet dairelerine kendi dillerinde dilekçe verebilmeli, mahkemelerde ve bütün resmi makamlar önünde Kürtçe konuşabilmelidirler.

“g) Kürtlerin yaşadığı bütün yerleşme merkezlerindeki okullar ve üniversitelerdeki Kürtler kendi ana dillerinde eğitim görebilmelidirler. Kürtçe gazete, dergi ve her türlü yayın çıkarmak serbest olmalıdır. Devlet radyoları ve televizyon, Kürt dilinde devrimci yayın yapmalı, Kürtçe yer ve köy isimlerinin değiştirilmesine son verilmelidir.

“h) Kürt milletinin demokratik kültürü üzerindeki her türlü gerici baskıya son verilmelidir. İran, Irak ve Suriye’de bulunan Kürt milliyetinden halklarla her türlü demokratik kültür alışverişi serbest olmalıdır. Devlet okullarında Kürt milliyetini hedef alan şoven eğitime son verilmelidir. Kürt halkının devrimci tarihi, Kürt halk edebiyatı ve Kürt kültürünün ürünlerini öğreten demokratik bir eğitim sistemi gerçekleştirilmelidir. Kürt çocuklarını zorla Türkleştirmek amacıyla kurulan yatılı bölge okullarındaki gerici eğitim sistemi kaldırılmalıdır.” (agy, s. 89-97 )

“Ülkemizde nüfusu 10 milyona yaklaşan Kürt milliyeti, Türk hakim sınıflarının milli baskı ve zorla eritme siyaseti altında ezilmekte ve sömürülmektedir. Kürt milliyeti, yarı-feodal yapının en kuvvetli olduğu Doğu Anadolu bölgesinde yaşamaktadır. Kürt milliyetinin milli eşitlik ve özgürlük mücadelesi, devrimimizin önemli bir gücünü oluşturmaktadır” (agy, s. 39)

“Kürt milliyeti ve diğer azınlık milliyetler üzerindeki baskılara karşı çıkmalı, milli eşitliği ve Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını savunmalıyız. Kürtlerin demokratik hakları ve acil talepleri için mücadelede yeni bir atılım başlatmalıyız” (agy, s. 48)

Evet yoldaşlar, işte Bin Kalıplı’nın ve Avanesinin 1970’li yıllardaki, daha doğrusu 1977’lere kadar olan dönemdeki görüşleri bunlardır.

Dikkat edersek, bu görüşlerin her satırının altına PKK de duraksamadan imzasını atar.

O zamanlar bu kitapta PKK’nin altına imza atmayacağı şöyle tezler vardır tabiî:

“Bütün proleter devrimcileri, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi, Tüzüğümüz, Programımız ve bu raporda belirlediğimiz siyasal çizgi temelinde Partimiz saflarında birleşmeye çağırıyoruz” (agy, s. 59)

Gördüğümüz gibi yoldaşlar, o yıllarda Pekin’deki ÇKP ve Mao Tekkesinin koyu, bağnaz müritleridir Bin Kalıplılar. Böyle olunca da artık düşünceleri kendiliğinden anlaşılır. Ünlü “Mao Zedung Düşüncesi”dir dervişlerin o yıllardaki düşünceleri.

Gelelim 1978 yılına yoldaşlar. Bin Kalıplılar işlerin yalnızca illegal bir partiyle yürütülmesinin yetersiz olduğunu düşünerek legal bir parti de kurmaya karar verirler. Ve TİKP (Türkiye İşçi Köylü Partisi) adlı bir parti kurarlar, yasal planda. Karıştırılmasın öbürüyle. Bu yasal olanı tek “İ”lidir. Öbürü ise iki “İ”li.

Şimdi de bu yasal partilerinin, 1978 yılında yayımlanan “Kuruluş Bildirisi Tüzük ve Program” adlı kitaplarının “Parti Programı” bölümünden bir satır aktaralım:

“10. TİKP, milletlerin kendi kaderini tayin hakkını savunur” (agy, s. 21)

Şimdi de yoldaşlar, Bin Kalıplı’nın 1978 yılında günlük gazete biçiminde çıkarmaya başladıkları Aydınlık’tan birkaç aktarma yapalım:

“Başbakan Rum Patriği ile, Ermeni Patriği ile görüşüyor ama Kürtler anadilini konuşamıyor

“Bir okuyucu, (İsmail Saklı)

“Geçenlerde radyolarda, burjuva basınında yer alan bir haber vardı. Haber hatırlayabildiğim kadarıyla şöyleydi: Sayın Başbakan Ecevit’le Ermeni Rum Patriği Başkanı bilmem ne kadar süre görüştü. Ermeni Rum Patriği Başkanı bilmem kim başbakana iyi niyet ve yolunda başarılar diledi. Kendisi de basın toplantısı yaptı.

“Şimdi bu ne demek? Bu Türkiye’nin toplumsal ya da milli meselesine gerçekleri gören bir kişinin önem vermesi demek. Evet ben Türküm ama ırkçı değilim. Peki Sayın Ecevit ya da bir Rum başkanını, bir Ermeni başkanını kabul ediyor da, sorunlarını konuşuyor da neden 8 milyonluk Kürt halkı konuşturulmuyor? Bırakın konuşturulmayı bir Kürt sokakta bile doğru dürüst konuşamıyor. Mesele sokakta konuşmak da değil bazı sorunlarına çare istemesi ve hakkını araması neden 8 milyonluk Kürt halkına çok görülüyor? Varlığı tanınmıyor? Hatta Kürttür diye milli baskı yapılıyor?” (Aydınlık, 9 Nisan 1978)

2 Eylül 1978 tarihli Aydınlık’tan Yalçın Çakıcı imzasıyla yayımlanan bir yazıda da yine bu konu işlenir. Yazı bir polemik yazısıdır. Kürt Sorunu’nu, bugün kendilerinin de yaptığı gibi, yok sayan bir kişiye karşı yapılmış bir eleştiri yazısıdır. Şimdi de ondan bir bölüm aktaralım:

“1. “Kürt” milletinin varlığı gizli kapaklı toplantılarla değil, 45 milyon 45 milyon halkımızın önünde açıkça kabullenilmelidir.

“2. “Kürtlerin kayıtsız şartsız devlete bağlılıklarını idame ve takviye için”, “yüzyıllardır” izlenen “haşlama” politikası terk edilip, yerine “eşitlik” ve “özgürlük” temelinde, “Ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin hakkı” tanınarak birlik şartları yaratılmalıdır.

“3. “Dil sorunu”, bugün Rus emperyalistlerinin ve onların beşinci kolu olan sahte TKP (Türkiye Komünist Partisi)’nin yaptığı gibi, Doğu Almanya’da başka bir yerde, provokatörce oyunlar tezgâhlamak için “korsan radyo evleri” kurarak değil, “dillerin eşitliği” ilkesiyle açık bir şekilde ele alınmalıdır.

“Bu sorun karşısında başka bir tavır almanın yolu yoktur.

“Ya “devekuşu politikasına” devam,

“Ya da, iki süper devlete karşı 45 milyonluk halkımızın “eşitlik” ve “özgürlük” temelinde birliği” (Aydınlık, 2 Eylül 1978)

Gördüğümüz gibi yoldaşlar, o yıllarda Sovyetler’e saldırmak bunlar için bir takıntı halindedir. Hangi konuyu gündem ederlerse etsinler illa ki bir yerinde Sovyetler’e saldıracaklar. Çünkü bağlı oldukları Mao Tarikatı dünya çapındaki müritlerine o talimatı vermiştir. O yıllardaki anlayışlarına göre dünyadaki tüm kötülüklerin ve haksızlıkların müsebbibi “İki Süper Devlet” ve “Yeni Çarlar”dır. 1 yıl kadar sonrasında ise artık ABD’yi de müttefik olarak görürler ve başdüşman olarak sadece “Sovyet Sosyal Emperyalistleri”ni işaret etmeye başlarlar. Sadece onlara saldırırlar. Hep söylediğimiz gibi bunlarınki bir meczuplar siyasetidir. Halkımızın deyişiyle “manyamış” zavallılar siyasetidir.

İKİNCİ DÖNEM

1978 Yılı Kürt Meselesi’ne ve Hareketi’ne olan dostluklarının son yılıdır. 1979 yılının ilk aylarından itibaren keskin bir dönüş yaparak Kürt Hareketi’ni açıktan düşman ilan ederler ve ona karşı saldırıya geçerler. Öylesine şiddetli bir saldırıya geçerler ki bu hareketin hemen tüm eylemlerini gazetelerinden açıkça gammazlamaya başlarlar. Tıpkı Türk Sol Hareketi’ne yaptıkları gibi muhbirliğe girişirler. İsim isim, bölge bölge ihbarlarda bulunurlar.

22 Mayıs 1979 tarihli Aydınlık’ın manşeti şöyledir: “Apocuları kim koruyor?” Manşetin üstünde ise şu ibare yer alır: “Apocuların MİT tarafından korunduğuna ilişkin ciddi belirtiler var”.

Bin Kalıplılar PKK aleyhinde yayın yapmaya ve ihbarlarda bulunmaya başlayınca onlar da bunların taraftarlarını vurmaya, öldürmeye başlarlar. Kanlı bir hesaplaşmadır artık yapılan.

O dönemde PKK 5 TİKP’liyi öldürür. Ve TİKP’i Kürt illerinden püskürtüp çıkarır. Bu kapışmaya ilişkin Aydınlık’ta yer alan haberleri görelim şimdi de:



Apocular haber 9 Ekim 1979 Apocular ihbar 2 23 Haziran 1979 13 12 11 10



Aydınlık bu dönemde PKK ile birlikte Kürt illerinde çalışma yapan toplam 15 grubu gammazlar devlete. Bunları, eylemleriyle birlikte ve eylemleri yapan kişilerle birlikte yer ve adres göstererek açıklar, yayınlarında.

Bin Kalıplılar’ın Kürt Meselesi’ndeki bu ikinci evresi işte böyle açık, keskin ve kanlı bir mücadele şeklinde olur.

Bin Kalıplılar’ın PKK ile bu ikinci dönemdeki mücadeleleri 12 Eylül sonrası Sıkıyönetim mahkemelerindeki savunmalarına da yansır. Bin Kalıplılar o dönemde 12 Eylül Faşist Cuntasıyla işbirliği içindeler ya, onları desteklemektedirler ya; işte onlara bir dostluk nişanesi olarak PKK ile yaptıkları bu mücadeleyi gösterirler, anlatırlar. Bakın biz onlara karşı şöyle mücadele yaptık, onların eylemlerini açığa çıkarıp gazetemiz Aydınlık’ta yayımladık. Sizin mahkemelerinizin savcıları da bizim yayınlarımıza dayanarak PKK hakkında mevcut iddianameleri hazırladı. Yani Sıkıyönetim mahkemelerinin hazırladığı iddianameler bizim yayınlarımızda ortaya koyduğumuz haberlere dayanmaktadır. İşte biz size böylesine yardımcı olduk. Biz sizin dostunuz. O bakımdan bizi cezaevinde tutmayın. Serbest bırakın ki size daha iyi hizmet edelim, yardımcı olabilelim, demektedirler.

Bu savunmalarına ilişkin birkaç bölüm aktaralım:

“Diyarbakır İl Başkanımız Ethem Sancak ise, konuşmasında şu görüşlere yer vermektedir:

“… Doğu halkı feodal ilişkilerin ağır baskısı altında inlemektedir. Doğu derin çelişmelerin bulunduğu bir bölge görünümündedir. Ancak Doğu halkı, provokasyonları gözardı etmeyerek ayrılıkçı çizgiye düşmemeye çalışmaktadır. … Sıkıyönetim önemli ölçüde bu ayrılıkçı çizgiyi de geriletti. Bunların geriletilmesinde Partimizin etkili mücadelesinin de rolü olmuştur. (…) Partimiz ve özellikle Doğu bölgesindeki Parti örgütleri önderliği ele almalı, halkın önüne geçmelidir. … Kafamız yarılsa bile, Doğu halkı siyasetimizin doğruluğunu görecektir. Birlik fikrini götürmeliyiz. Eşitlik ve özgürlük bayrağı götürmeliyiz. Bunu elden bırakmamalıyız.” (Klasör XI, Dosya 7’de bulunan Tape Metin, s. 14-15) (35 klasörlük TİKP Dava Dosyasından derlediğimiz belgeler, s. 348)

“Birlikten yana duyarlı tutumumuzu, çeşitli yazılarımızda da işledik. Bu konuda Doğu Perinçek’in “Kasap Bıçağı ve Neşter” başlıklı yazısından bazı bölümleri örnek olarak sunuyoruz:

“Bugün Türkiye devletinin… toprak bütünlüğüne yönelen tehditler vardır. (…)

“Bugün herkes bilmektedir ki, Kürt ayrılıkçılığını kışkırtan ve buna dayanarak Kürtler dahil bölgemiz halklarını ve ülkelerini köleleştirmek isteyen emperyalist, Moskova’da oturmaktadır. (…)

“Bu şartlarda Türkiye’mizin bağımsızlığını, devlet egemenliğini ve birliğini korumak, bütün Türkiye halkının meselesi olmak yanında dünyanın geleceğini de ilgilendirmektedir.” (Doğu Perinçek, Anarşinin Kaynağı ve Devirmci Siyaset, s. 144)” (agy, s. 349)

“Çeşitli bölgelerin Sıkıyönetim komutanlıkları askeri savcılıklarınca hazırlanan “Apocular” Davaları İddianameleri, bizim geçmişte ısrarla dikkat çektiğimiz ve bir bir ortaya çıkardığımız gerçekler üzerine kurulmuştur. İktidarların “Apoculara” göz yumduğu bir ortamda, Partimiz yönetici ve üyeleri, bu gerçekleri, Apocuların kurşunlarına göğüs gererek ortaya çıkarmışlardır.” (agy, s. 350)

Hep söylediğimiz gibi yoldaşlar, Bin Kalıplılar burada da olayın baş sorumlusu, suçlusu olarak Moskova’da oturan “Yeni Çarlar”ı göstermektedirler. Dedik ya; adamlar takılmış bir kere oraya, diye… Ne dersiniz işte… Siyasi meczup bunlar…

ÜÇÜNCÜ DÖNEM

Şimdi geldik yoldaşlar, üçüncü döneme. Bin Kalıplı, yukarıda andığımız kanlı çatışmalar ve verilen kayıplar hiç olmamış gibi, 1987’ye gelindiğinde yine ani ve kesin bir dönüş yaparak PKK’ye el uzatmakla kalmaz, tam anlamıyla sarmaş dolaş olur. Canciğer dost olurlar PKK ile. Ve bu dostluk Bekaa’daki “Gül Kardeşliği”ne kadar uzanır.

Kürt Meselesi’ne ilişkin, PKK ile bu dönemde sıcak dostluğuna ilişkin ve ideolojik aynılığına, homojenliğine ilişkin büyük yalanlar söylemektedir, Bin Kalıplı bugün. Ben o dönemde de bugünkü görüşlerimi savunuyordum, Bekaa’ya da bu görüşleri Abdullah Öcalan’a benimsetmek için gittim, diyerek insanları aptal yerine koyarak kandırmaya çalışmaktadır. Bu sebeple tam da o döneme ilişkin yayın organları olan 2000’e Doğru ve Yüzyıl adlı dergilerinde yayımladıkları yazılarında, savundukları görüşlere dikkat edelim.   Dikkatle okuyup inceleyelim o yazıları. Görelim bakalım o dönemde Bin Kalıplı ve Avanesi nasıl bir görüş savunuyormuş meseleye ilişkin olarak.

Konunun netçe, herkesçe görülüp anlaşılması için bu dergilerinden uzun aktarmalar yapacağız. Arkadaşlardan sabırlı olmalarını dileriz.

O dönemki partilerinin adı SP (Sosyalist Parti)’dir. Şubat 1988’de kurmuşlardır bunu. Aşağıda aktardığımız yazının başlığı da 15 Eylül 1991 tarihli 2000’e Doğru’nun 29. sayısının kapak haberidir.

“SOSYALİST PARTİ’DEN KÜRT SORUNUNA ÇÖZÜM: DEMOKRATİK FEDERAL EMEKÇİ CUMHURİYETİ

“1. Kürt milleti, kendi kaderini tayin hakkına kayıtsız şartsız sahiptir. Eğer, isterse ayrı bir devlet kurabilir. Emekçilerin çıkarı, demokratik bir halk devrimiyle tam hak eşitliği ve özgürlük temelinde, gönüllü bir birliği gerçekleştirmededir. Ayrılma hakkı, gönüllü birliğin her zaman vazgeçilmez koşuludur.

“2. Birlikte veya ayrı yaşamak milletlerin özgür iradelerine bağlıdır. Bu özgür iradenin ortaya konabilmesi için, Kürt illerinde referandum yapılmalıdır. Referandumda, ayrılmayı savunanlar da özgürce propaganda yapabilmelidir.

“3. Bugünkü tarihsel koşullarda, iki milletin emekçilerinin yararına olan çözüm, iki federe devletin eşit olarak katıldığı, federal, demokratik bir cumhuriyettir. Bu federasyonda iktidar, köylerden ve mahallelerden başlayarak, ilçelerde, illerde, federe ve federal düzeyde demokratik seçimlerle belirlenen halk meclisleri aracılığıyla kullanılır. İlçe ve il yönetimleri ile federe hükümetler ve federal hükümet, bu meclislerin yürütme organlarıdır; meclislere karşı sorumludurlar.

“4. Federal Halk Meclisi iki meclisten oluşur: Temsilciler Meclisi ve Milletler Meclisi.

“Temsilciler Meclisi, belli sayıda yurttaşa bir milletvekili olmak üzere bütün yurt çapında yapılan seçimlerle belirlenir.

“Milletler Meclisi, her federe devletten eşit sayıda seçilmiş üyenin katılımıyla oluşur.

“Yasalar her iki mecliste çoğunluk kararıyla kabul edilir.

“Meclislerden birinin reddettiği yasa yürürlüğe girmez.

“Çalışma Yasası, Ceza Yasası, Medenî Yasa, Yargı Usulü Yasaları bütün ülkede yürürlüktedir, federal organlarca kabul edilir.

“5. Her federe devlette azınlıkların çoğunlukta olduğu ilçe ve illerde halk isterse bölgesel özerklik uygulanır.

“6. Federal anayasa, iki milletin ortak anayasasıdır. Her iki milletin ayrı ayrı çoğunluğu tarafından referandumla kabul edilerek yürürlüğe girer. Federe devletlerin ayrıca kendi anayasaları vardır. Federal Anayasa, federe cumhuriyetler tarafından benimsendiği ölçüde giderek artan unsurlar kapsar.

“7. Federal Cumhuriyetin bayrağı ve marşı, Türklerin ve Kürtlerin ortak bayrakları ve marşlarıdır. Ayrıca her federe devletin kendi bayrağı ve marşı vardır. Federasyonun ismi tek bir millete dayandırılmaz.

“8. Yurt savunması, savaş ve barış sorunları, uluslararası ilişkilerde temsil, anlaşmaları yapmak, federal organların yetkisindedir.

“9.   Her federe devlet, yabancı devletlerle ticarî ve kültürel alanlarda doğrudan ilişkiler kurabilir, konsolosluklar açabilir.

“10.             Her yönetim kademesinde iktidar bütünüyle halk meclislerinde ve bu meclislere karşı sorumlu olan yerel yönetimlerdedir. Bu yönetim sistemi dışında, merkezî idarenin atadığı valilikler, kaymakamlıklar, emniyet ve jandarma örgütü kaldırılır. Bu demokratik yönetim sistemi, aynı zamanda millî eşitlik ve özgürlüğü de güvence altına alır.

“Yerel güvenlik örgütleri, yerel meclislere sorumlu olan yerel yönetimlerin emrindedir. Köy güvenlik örgütleri, köy gençlerinden oluşur ve köy kurullarının emrindedir.

“11. Ulusal ve toplumsal gelişme yanında kardeşliğin de önünde engel oluşturan toprak ağalığı, aşiret reisliği ve her türlü ortaçağ ilişkisi, köylülerin seferber edilmesine dayanan ve köylü komitelerinin önderlik ettiği bir toprak reformuyla kaldırılır.

“Federal cumhuriyet, piyasa ekonomisinin derinleştirdiği bölgeler arası eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için, ekonomik bakımdan geri bölgelerin yatırım paylarını artırır. Böylece birliğin ekonomik temelini geliştirir ve pekiştirir.

“Ekonomide tek bir federal istatistik sistemi uygulanır.

“12. Her milletin, millî ve dinî azınlıkların dillerini ve kültürlerini geliştirme, siyasal çalışma ve örgütlenme hakları ve özgürlükleri güvence altındadır.

“13. Resmî dil, Türkçe ve Kürtçe’dir. Her federe cumhuriyette kendi dili esastır. Federal organların kararları iki dilde yazılır. İlkokuldan üniversiteye kadar ve bütün kültür kurumlarında, her iki dilden eğitim, araştırma, basın, yayın, radyo, televizyon vb iletişim olanakları gerçekleştirilir.

“14. Kürt milletinin demokratik kültürü, bugüne kadar uygulanan baskılara son verilmesi sayesinde özgürce serpilme olanaklarına kavuşur. İktidar organları, diğer ülkelerde bulunan Türkler ve Kürtlerle demokratik kültür alışverişinin özgürce gelişmesi ve bütün dünya halklarıyla ortak enternasyonal bir kültürün renkli ve çoğulcu bir ortamda boy atması için çalışır.

“15. Bütün iktidar organları, toplum hayatında ve milletler arasında sorunları zor kullanarak çözen ve şiddeti kutsayan eski kültürün bütün temelleriyle tasfiyesi ve halk içinde barışçı, insana saygılı ve şiddeti hor gören, enternasyonalist bir emekçi kültürün yayılması için çalışır.

“Yaşadığımız toprağın tarihini Malazgirt savaşıyla başlatan bağnaz milliyetçi kültüre ve her türden milliyetçiliğe karşı, ülkemizin tarihsel derinliklerinden bu yana çeşitli kavimlerin katkılarıyla zenginleşmiş kültür kaynaklarımızı arayan, koruyan, bu kaynaklardan beslenen, demokratik insansever, evrensel ve enternasyonalist bir kültür geliştirilir. Ülkemizin evrensel kültür zenginliğini yansıtan yer isimlerinin değiştirilmesine son verilir, her yer bilinen ve yerleşmiş ismiyle anılır.” (agy)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Doğu Perinçek ve Bin Kalıplılar Avanesinin Bekaa hacılığı döneminde yani Abdullah Öcalan’la kucaklaşıp koklaştıkları dönemde hangi görüşleri savunduğu, yukarıdaki metinde yoruma gerek bırakmayacak derecede net, açık ve kesin biçimde görülmektedir.

Doğu Perinçek Bekaa’ya Öcalan’a bugünlerde de savunduğu görüşleri anlatmak, benimsetmek için gitti, diyen zavallı gafillere yukarıdaki metni tekrar tekrar okumalarını öneririz.

Gariban Sabahattin Önkibar’a ve onlarca yıllık NATO hizmetinin düşünme yetilerini zaafa uğrattığı emekli askerlere de aynı önerimizi tekrarlarız.

Demek ki yoldaşlar; “Perinçek Bekaa’ya bugün sahip olduğu görüşleri Öcalan’a benimsetmek için gitti”, diyen her kimse ya gafildir, zavallıdır ya da düzenbazdır, madrabazdır, namussuzdur. Çünkü o dönemde Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin savunduğu görüşler yukarıda bebelerin bile anlayabileceği açıklıkta ve netlikte ortaya konmuştur. Hem de parti programlarının bir parçası olarak.

Aslında yukarıda aktarılan metin bile bunların o dönemde Kürt Meselesi’ne ilişkin nasıl bir anlayışa sahip olduklarını göstermeye yeter. Fakat biz yine de okuyucu arkadaşların zamanını almak pahasına başka aktarmalar da yapacağız. Çünkü o dönemde yani 1987 ile 1993 yıllarını kapsayan süreçte Doğu Perinçek ve Bin Kalıplılar Avanesi, yayın organları ve her türden takım taklavatlarıyla Odatv’nin deyişiyle “PKK’nin psikolojik harp merkezi” gibi çalışmışlardır. Konu açılmışken isterseniz Odatv’nin konuya ilişkin o yazısını da aktarıverelim:

“Aydınlık PKK’yı MİT kurdu manşetiyle çıktığında Odatv.com olarak, tarihi gerçekleri gözönüne sürmek için bir yazı kaleme aldık:

“Doğu Perinçek gençliğinde sağcıydı.

“Babası Sadık Perinçek Süleyman Demirel’in sağ koluydu.

“Yani,   Perinçek “dün dündür bugün ise bugün”   çizgisine sahip politik bir gelenekten gelmektedir.

“Aydınlık’ın PKK ile ilişkisine de bu oportünizm hakim olmuştur.

“1) Aydınlık hareketi, 1970’li yıllarda PKK ile mücadele etti. Bu uğurda Aydınlıkçılar canlarını verdiler.

“2) 12 Eylül 1980’den sonra Aydınlık hareketi özeleştiri yaptı. PKK’ya yakınlaştı.

“Bu yakınlık öylesine sıcak dialoglara döküldü ki, Aydınlıkçılar yayın organları 2000’e Doğru’da, “gerillalar komutan kaçırdı” gibi propaganda kokan yalan haberler bile yaptılar.

“Ödüllerini de aldılar: Öcalan başta Doğu Perinçek olmak üzere üç Aydınlıkçı’nın SHP listesinden TBMM’ye girmesini teklif etti.

“Ancak Perinçek daha çok milletvekili istedi. Anlaşamadılar.

“3) 1990 yılların ikinci yarısından sonra Aydınlık ile PKK arasında soğuk rüzgârlar esmeye başladı.

“4) Son yıllarda Aydınlık, PKK’ya tıpkı 1970’li yıllarda olduğu gibi savaş açtı.

“Şimdi gelelim meselenin Uğur Mumcu’yla ilişkisine: Uğur Mumcu öldürülmeden önce “Öcalan-MİT” ilişkisini araştırıyordu. O dönemde Perinçek, Öcalan’a Bekaa’da kırmızı karanfil veriyordu.

“Mumcu, Öcalan MİT ilişkisi konusunda Cumhuriyet’te bazı makaleler yazdı.

“Mumcu’nun, Öcalan’la ilgili yazdıklarına en büyük tepki kimden geldi dersiniz; Doğu Perinçek’ten!

“Yayın organı 2000’e Doğru dergisinde Mumcu’yu, CIA-MOSSAD ajanlığı ile itham etti.   Perinçek’i bu kadar öfkelendiren neydi biliyor musunuz?

“Mumcu’ya göre Öcalan Aydınlık’ın (o dönemdeki adı Şafak’tı) bildirilerini dağıtırken, yakalanmış ve bu dönemde MİT tarafından “devşirilmişti”.

“Uzatmayalım, gelelim bugüne:

“Doğu Perinçek ve Aydınlıkcılar, Mumcu’nun doğru yazdığını söylüyorlar. Aydınlık’ın son sayısında Uğur Mumcu’ya övgüler düzüyorlar!

“Rahmetli Mumcu, Perinçek ile aynı çizgide buluşmaktan memnun mudur bilinmez.

“Bilinen; Mumcu’nın yaşadığında, “Öcalan’ın MİT ile ilişkisi neden Aydınlıkçıları rahatsız ediyor” sorusuna yanıt bulamadığıdır.

“Sahi 1990’lı yılların başında Öcalan’ın istihbarat ilişkilerinden rahatsız olan Aydınlık bugün neden “PKK’yı MİT kurdu” diye haber yapmaktadır.

“Siz siz olun Perinçek’in ne dediğine değil, ne demediğine bakın!

“Odatv.com

“Bu yazımıza İşçi Partisi Basın Bürosu’ndan Hikmet Çiçek’ten açıklama geldi:

“Sayın Yavuz

“Odatv’nin 20 Kasım 2007 günlü sitesinde “Doğu Perinçek, Uğur Mumcu’nun kemiklerini sızlattı” başlıklı haberiniz tümüyle gerçek dışıdır.

“Son 40 yılın medyasında, Aydınlıkçıları ve Doğu Perinçek’i hedef alan psikolojik savaş imalatı yazılar bir kütüphaneyi dolduracak kadar çoktur.

“Ne yazık ki, siz de bu kervana katılmışsınız.

“Belki hatırlarsınız, Marmara Brifingi, 12 Mart döneminde, 3 Kasım 1972 günü Ankara’da Marmara Köşkü’nde yapılan Devlet Brifingi’dir.

“Org. Turgut Sunalp’ın komutanlığındaki Brifing Ekibi, devlet büyüklerine gizli bir rapor sunmuştur.

“Bu raporun “Türkiye’de Aşırı Sol Akımlar ve Anarşinin Oluşumu” başlığını taşıyan I. Bölümünde, “Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi” hakkında şu değerlendirme yapılmaktadır:

“Milli Demokratik Devrim stratejisini benimsemiş olmasına rağmen, diğer örgütlerin aksine, terörcü, kendiliğindenci ve aceleci eylemlerden kaçınarak, uzun devrede faaliyet gösteren bu örgüt, aynı zamanda militanı en çok, teşkilatı en yaygın olanıdır. (…) “Aşırı sol cephenin genç teorisyenlerinin en azılısı, en teşkilatçısı olan Doğu Perinçek’tir. (…)”

“Kontrgerilla’nın (Gladyo ya da SüperNATO da diyebilirsiniz) 35 yıl önceki saptaması budur.

“Psikolojik savaşın soldaki tek hedefi Aydınlıkçılar olarak 35 yıl önce belirlenmiştir.

“Aydınlıkçıların geçmişlerine niçin bu kadar önem verilmektedir?

“Aydınlıkçıların tarihiyle neden bu kadar uğraşılmaktadır?

“Niçin en büyük yalanlar, Aydınlıkçılara karşı üretilmektedir?

“Aydınlıkçılara ve önderlerine bunca saldırı, sisteme ne kazandırıyor?

“İşte bizim gücümüz, bu soruların cevabındadır. Bizim etkimizin büyüklüğü, psikolojik savaşın boyutlarıyla ölçülebilir.

“İşçi Partisi’nin Türkiye’de emperyalizme karşı biricik seçenek olduğu bu büyük gerçekte yatar.

“Emperyalizme karşı 40 yılı aşkın bir mücadele. İşte Aydınlıkçılığın sırrı buradadır. Kuşkusuz 40 yıl içinde politikalarımızda, tüzüğümüzde, programlarımızda değişiklik olmuştur ve olacaktır.

“Fakat emperyalizme karşı mücadele konusunda Aydınlıkçılar 40 yıldır kaya gibi durmaktadırlar.

“Doğu Perinçek gençliğinde sağcıydı” diyorsunuz.   Kimse anasının karnından sosyalist olarak doğmaz! Lenin de, Mao da öyle doğmadı, İnsanlar teoriden çok vicdandan ve ahlaktan sosyalizme ulaşırlar.

“Doğu Perinçek, 1960 sonrasında sosyalizme ilgi duymaya başladı. 1961 yılında ilk sayısından başlayarak Yön dergisini izledi; hayatında ilk oyunu 1963 yerel seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi (TİP)’ne verdi.

“1960 sonrası siyasal hayatını ve sosyalist akımı izledi, inceledi.

“Bilimsel Sosyalizmi, çeşitli dünya görüşleriyle çarpıştırarak, dört-beş yıllık süreç sonunda benimsedi.

“Perinçek, 1964 yılından başlayarak kendisini Bilimsel Sosyalist kabul etmektedir.     “Babası Sadık Perinçek Süleyman Demirel’in sağ koluydu.”

“Bilinmeyen bir şey söylemiyorsunuz, evet öyleydi. Rahmetli Sadık Perinçek,   1960’larda Adalet Partisi Genel Başkan Yardımcısı, yani Süleyman Demirel’in “sağ koluydu.”

“Mevcut sistem içinde Doğu Perinçek’in gelemeyeceği makam, mevki yoktu. Fakat o sistem dışını, sisteme karşı bir duruşu tercih etti ve bundan da asla pişman olmadı.

“Bu ülkenin kurtuluşunu Sosyalizm’de görerek yola çıktı,

“Perinçek teröre karışmadığı halde, sırf emekçi halkı örgütlediği ve etkili bir mücadele yürüttüğü için, 12 Mart’ta 20 yıl, 12 Eylül’de önce 12, sonra 8 yıl hapse mahkum edildi.

“1990 Nisanı’nda Turgut Özal, Sansür-Sürgün kararnamesini Doğu Perinçek yönetimindeki 2000’e Doğru dergisini susturmak için çıkarttığını açıkça belirtti.

“Doğu Perinçek, o dönem hapse atılan tek basın yönetmenidir. 1971’den 1991’e kadar yalnız 2 yıl yasal politika yapma hakkına sahip oldu.

“Geri kalan 18 yılın 7 yıla yakınını cunta hapisanelerinde, 11 yılı da aranıyor veya siyasal yasaklı olarak yaşadı.

“1998’de yeniden hapse atıldı. Bir yıl daha hapis yattı. Doğu Perinçek, Türkiye’de dört kuşakla hapis yatan tek devrimci.   Toplam sekiz yılını hapiste geçirdi.

“Ama hayatı boyunca hiç kimsenin sırtına basarak bir yerlere gelmeye çalışmadı. Sadık Perinçek’in AP içindeki yeri çok kuvvetliydi, hiç kimse onu yıkamazdı, fakat onun siyasi hayatını bitiren oğlunun sistem dışı duruşu olmuştur.

“Fakat Sadık Amca, oğlunun tercihine büyük saygı göstermiş, onun sosyalist, devrimci bir lider olmasına hiçbir şey dememiş ve ölene kadar aynı saygı, sevgi devam etmiştir.

“Aydınlık hareketi, 1970’li yıllarda PKK ile mücadele etti. Bu uğurda Aydınlıkçılar canlarını verdiler.”

“Evet doğru. Bugün Perinçek’i PKK ile işbirliği yapmakla suçlayanlar, PKK’ya ilk şehitleri Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP)’in verdiğini bilmiyorlar mı?

“1980 öncesinde Gaziantep’te Zeki Ön, Tunceli’de Adil Turan, Tunceli Nazimiye’de Hasan Erkılıç, Maraş’ta Mehmet Ongan ve İnan Özdemir başta olmak üzere TİKP bu bölgede sayısız şehit vermiştir.

“Daha sonra yakalanan katiller, “Bağımsız Kürdistan mücadelemizin önünde tek engel olarak TİKP’ni gördüğümüz için, bu partinin liderlerini öldürdük” diye ifade vermişlerdir.

“Öcalan başta Doğu Perinçek olmak üzere üç Aydınlıkçı’nın SHP listesinden TBMM’ye girmesini teklif etti. Ancak Perinçek daha çok milletvekili istedi. Anlaşamadılar.”

“Gerçek dışı. Tam tersi oldu. Perinçek’e siyasi işbirliği teklif eden Öcalan’dır.

“3 Aralık 1993 tarihli Milliyet, Sabah ve Özgür Gündem’e bakabilirsiniz. “Ben Doğu Perinçek’e 1991 seçiminde SHP’nin bana verdiği 21 milletvekilliği kontenjanından 5’ini teklif ettim, o tenezzül etmedi” diyor.

“Evet, Aydınlıkçılar, SHP’nin yaptığını yapmadı, “tenezzül etmediler” ve kontenjandan milletvekili olmayı reddettiler.

“Uğur Mumcu öldürülmeden önce ‘Öcalan-MİT’ ilişkisini araştırıyordu. O dönemde Perinçek, Öcalan’a Bekaa’da kırmızı karanfil veriyordu… Yayın organı 2000’e Doğru dergisinde Mumcu’yu, CIA-MOSSAD ajanlığı ile itham etti.”

“Yalan. 1990 öncesinde Güneri Civaoğlu, Hasan Cemal, M. Ali Birand, Fatih Altaylı, İsmet İsmet vb. gibi birçok gazeteci oraya gidip Öcalan’la röportaj yaptı.

“Perinçek o zaman siyasi haklarından yoksundu… 2000’e Doğru dergisinin Genel Yayın Yönetmeni idi.

“Yaklaşan Körfez Savaşı öncesi, ABD’nin Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti politikasını ilk doğru tahlil edenler Aydınlıkçılar oldu. 2000’e Doğru dergisi, ‘Pentagon’un Kürt Senaryosu’ , ‘3 İsrail Planı’ gibi bugün bile önemini koruyan kapak haberleri yaptı.

“Perinçek bu dönemde Abdullah Öcalan röportajını gerçekleştirdi. 20. yüzyılda en çok yayımlanma rekoru Öcalan’ın Perinçek’e uzattığı çiçekli fotoğraftır. (Perinçek Öcalan’a karanfil vermedi, çiçeği uzatan Öcalan’dır.)

“2000’e Doğru’da ilk kez biz yayınladık. Şimdi her tarafta sanki yeni bir şeymiş gibi sık sık basıldığına göre bu asırda da rekor kıracak demektir.

“Uğur Mumcu ile Doğu Perinçek’in dostlukları 50 yıl ötesine dayanmaktadır. Bu dostluğun temelinde vatanseverlik ve emperyalizme karşı olmak vardır. Ağabeyi Ceyhan Mumcu İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısıdır.

“Rahmetli Mumcu, Perinçek ile aynı çizgide buluşmaktan memnun mudur bilinmez” diyorsunuz. Endişe etmeyiniz, memnundur.

“Uğur Mumcu yaşasaydı, Lozan’da, Berlin’de, Paris’te “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” diye haykıran vatanseverlerin yanında olacaktı, “Hepimiz Ermeniyiz” diye bağıran vatansızların değil.

“Gerçekleri bilmek, Odatv izleyicilerinin de hakkıdır. Sitenizde yayımlamanızı dilerim, saygılarımla.

“Hikmet Çiçek

“İşçi Partisi Genel Merkezi

“Basın Bürosu Başkanı

“Odatv.com’un notu: Sorumlu yayıncılık ilkeleri doğrultusunda bu açıklamayı içeriğine katılmasak da yayınlamaktayız. Odatv.com haberinin arkasında durmaktadır.

“Doğu Perinçek ve Uğur Mumcu kavgası için “2000’e Doğru” arşivi en doğru belgedir.”  

“Doğu Perinçek’ten geldiğini kabul ettiğimiz açıklamaya son açıklamayı yine Odatv.com olarak yaptık:

“Doğu Perinçek, Odatv.com’un değerlendirmelerine yanıt vermiyor.

“Halbuki biz çok açık ve net soruyoruz:

“2000’e Doğru Dergisi PKK’nın yayın organı mıydı?

“Öyle olmadığını söyleyeceksiniz.

“Peki neden PKK’nın ‘psikolojik harp merkezi’ gibi çalıştınız?

“Sadece soruyoruz: 2000’e Doğru Dergisi’nde bu haberleri neden yaptınız?

“- Türk askerleri Cudi de kimyasal silah kullanıyor (23 Temmuz 1989)

“- PKK ordulaşıyor: Doktor Baran, komando taburuna meydan okuyor: “Gelin buradayız” diyor. Karakol komutanı erzaklarını PKK ile paylaşıyor. (6 Ağustos 1989)

“- “Dağlarda Gerilla barınmasın” diye Ordu, orman yakıyor (3 Eylül 1989)

“- Öldürülen PKK gerillaları efsaneleşiyor, kimse öldüklerine inanmıyor. (24 Eylül 1989)

“- PKK kamp komutanları anlatıyor: Hedefimiz çocuklar değil (3 Aralık 1989)

“- Nusaybin’de Kürt intifadası (18 Mart 1990)

“- Gerillalar Onbaşı’yı dağa kaldırdı (1 Nisan 1990)

“- Hakkari’nin küçük generalleri (21 Mayıs 1990)

“Bu haberlerin yanı sıra 2000’e Doğru’da, Abdullah Öcalan tıpkı Atatürk’ün Kocatepe’deki fotoğrafına benzetilerek dağda çekilmiş fotoğrafına yer verildi. (22 Ekim 1989)

“Ayrıca bugün medyanın gündeminde olan PKK’lı Yücel Halis cezaevinde olduğu 1991 yılında, 2000’e Doğru aracılığıyla dağdaki teröristlere mesajlar gönderdi. (1 Eylül 1991)

“Uzatmayalım bu durum 20 Ekim 1991 seçimleri öncesine kadar devam etti.

“Dergi o dönem Kürtlerin partisi HEP ile ittifak yapabilmek için kolları sıvadı ve haber yapmaya başladı:

“- Taban birlik istiyor (25 Ağustos 1991) vs.

“Ama Sosyalist Parti HEP ile ittifak yapmadı.

“HEP, SHP ile ittifak yaptı.

“Ve bundan sonra 2000’e Doğru da HEP’i hedef alan haberler yapmaya başladı. HEP yöneticileri acımasızca yerden yere vuruldu.

“SP seçimlerden umduğunu bulamadı; binde 3 oy aldı.

“Bundan sonraki dönem soğuklukla geçti.

“2000’e Doğru dergisi artık Öcalan’ın “objektif ajan” iddiasıyla öldürdüğü PKK’lıları yavaş yavaş haber yapmaya başladı. (10 Kasım 1991)

“15 Aralık 1992’de PKK’nın yayın organı Berxweden de, Doğu Perinçek ve Aydınlıkçıları hedef alan bir makale çıktı. Ve yollar ayrıldı.

“YANİ:

“Doğu Perinçek’in sağcı olduğunu vurgulamamızın nedeni, ideolojiyi değil siyaseti merkeze alan bir politikacı olduğu içindir.

“Yoksa Odatv.com olarak ne Perinçek ile ne de bir başka politikacıyla kişisel meselemiz yoktur.

“Bizim isteğimiz, Perinçek’in dün söylediği ve yazdığını bugün hemen değiştirmesindeki kurnazlığının sebebini anlamaktır. (Örneğin; Kıbrıs meselesi, İttihat Terakki’ye bakış, 12 Eylül’ü ele alış, sola bakış, Eşref Bitlis vs.)

“Yukarıda yazdığımız gibi Perinçek dün PKK’nın psikolojik harp merkezi gibi çalışmıştır.

“Bugün ise “PKK’yı MİT kurdu” demektedir.

“Hangisi doğru?

“Ve en çok merak ettiğimiz: Perinçek yarın ne diyecektir?” (Odatv.com, 29.11.2007)

Yine netçe görüldüğü gibi yoldaşlar, 2007’de Odatv de bu Bin Kalıplılar hakkında aşağı yukarı bizim görüşlerimize benzer görüşlere sahiptir.

Odatv’den aktardığımız yazıda enteresan olan bir diğer husus da Bin Kalıplılar-PDA Avanesinin kıdemli müritlerinden olan Hikmet Çiçek’in Odatv’nin eleştirisine verdiği sözde yanıttır. Aslında Hikmet Çiçek hiçbir şeye cevap vermiş olmuyor, gördüğümüz gibi. Hiçbir şeyi yalanlayamıyor. Sadece bu iddialar yalandır ve bunun gibi vesair türden kuru gürültü yapıyor, laf salatası yapıyor.

Odatv de onun bu durumunu hemen görüyor tabiî. Ve de hak ettiği şekilde yanıtlıyor.

Hikmet Çiçek’in kendini düşürdüğü bu durum da göstermektedir ki bu Bin Kalıplılar Tekkesinin en cahil ve kıdemsiz müritleriyle en eski ve akıldane müritleri arasında düşünce kalitesi açısından pek bir fark yoktur.

Hikmet Çiçek’in yanıtı da bizim bu eleştiri serimize yorum yazan zavallı İP’liler düzeyindedir. Cevap veriyormuş gibi yaparak konuya ilişkin hiçbir şey söylememek, sadece boş teneke gürültüsü çıkarmak… Neyse, geçelim.

Şimdi gelelim yeniden Bin Kalıplılar’ın 2000’e Doğru’sunun o yıllarda konuyla ilgili olarak başka neler yazdığına.

1991 seçimleri öncesinde, TRT’de bir açıkoturum düzenlenir. Oturuma, partileri adına Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Mesut Yılmaz, Erdal İnönü, Bülent Ecevit ve Sosyalist Parti adına da Doğu Perinçek katılır. Aktaracağımız yazıda o dönem Sosyalist Parti Genel Başkanı da olan Ferit İlsever’in bu açıkoturumu değerlendiren görüşleri yer almaktadır:

“Bu yazıyı 11 Ekim Cuma akşamı TV’deki liderler açıkoturumu başladıktan iki sat sonra kaleme alıyoruz. (…)

“Perinçek, “Güvenlik” diye getirilen sorunu yerli yerine oturttu. Devletin artık illegalleştiği, dağa adam kaldırdığını söyledi. Türk milliyetçiliğinin ve bütün düzen partilerinin Fırat’ta boğulduğunu söyledi. Kürt sorununun aynı zamanda Türk Sorunu olduğunu belirten Perinçek, bütün ezilenlerin duygularına tercüman oldu. Perinçek, Demirel’e karşı, devletin değil, yurttaşın düğmesini kopartmanın suç olduğunu ve devletin Kürde sıkılacak iki kurşunu varsa, birini de “Sosyalist Parti’ye sıkması gerektiğini” belirtti. Demirel ise, devleti konuşturdu. Ecevit de, Demirel’e katıldığını söyledi. Perinçek, ülkenin en önemli sorununu askere ihale eden düzen partilerinin, kendi varlık sebeplerini ortadan kaldırdıklarını vurguladı.

“Resmi TV’den ilk kez Perinçek’in sözleriyle “Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Federasyon Çözümü” açıkça savunuldu. Kapalı devre yürütülen, en önemli tartışma konusu üzerindeki örtü kaldırıldı” (2000’e Doğru’nun 13 Ekim 1991 tarihli 33. sayısının Başyazısından)

Ne demiş Bin Kalıplılar, yoldaşlar, o açıkoturumda?

“Türk milliyetçiliği Fırat’ta boğuldu”.

Şimdi soralım bu soytarıya: Ne oldu, nasıl dirildi Türk milliyetçiliği yeniden? İsa mı gökten inip ölüleri dirilttiği gibi Türk milliyetçiliğini diriltti?

O gün söylediklerini unuttun, değil mi? Nasıl olsa yeni kuşaklar ve NATO tezgâhından geçmiş emekli askerler bizim bu numaralarımızı çakmaz. Onların aklı böyle ince politikalara ermez, diyorsun. O yüzden de “haydi milliyetçiler Vatan’da birleşelim”, diye naralar atıyorsun hırsızlık kongrende, değil mi?

Bir de neyi savunmuş Bin Kalıplı o açıkoturumda yoldaşlar?

Federasyonu.

Neyle övünüyor Ferit İlsever?

“Resmi TV’den ilk kez Perinçek’in sözleriyle “Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Federasyon Çözümü” açıkça savunuldu.”

Mesele ne kadar açık, değil mi yoldaşlar?

Bin Kalıplılar’ın Bekaa Hacılığı günlerindeki düşünceleri işte böyle Helvacı Kabağı gibi meydanda.

İnsan, gerçek bu kadar ortadayken kalkıp da “Perinçek Bekaa’ya Abdullah Öcalan’a bugün de savunduğu görüşlerini anlatmaya, onu ikna etmeye gitti”, denince ister istemez öfkeleniyor. Bre ahlâksızlar, bre düzenbazlar, bre fırıldaklar, bre ahlâk ve siyasi namus yoksunları, demekten kendini alamıyor.

Niye insanları kandırmaya çalışıyorsunuz? Niye yeni kuşakları ahmak, hödük yerine koymaya kalkıyorsunuz?

Burada namuslu olun, dürüst olun, demeyeceğiz onlara. Çünkü böyle bir şey boşuna nefes tüketmiş olmak olur. Onlar iflah olmaz. Onlar için eleştirinin diyalektiği öldürücüdür. Onlar o yola bilerek ve isteyerek saptı, orada sefaletleşti, çürüdü, insanlıktan çıktı. Bu nedenle, artık siyasi birer ölüdür onlar. Bakmayın ortalıkta dolanıp yaygara yaptıklarına. Onlar birer zombi aslında.

Sol ortamdan da eninde sonunda kürünüp, süpürülüp atılacaklardır.

Bir de ne demiş o toplantıda Bin kalıplı şef?

“Perinçek, Demirel’e karşı, devletin değil, yurttaşın düğmesinin koparılmasının suç olduğunu ve devletin iki kurşunu varsa, birini de “Sosyalist Parti’ye sıkması gerektiğini” belirtti.”

Bugün ne diyor yoldaşlar bu bin Kalıplılar?

“Bölücü teröre karşı kararlı ve kapsamlı mücadele.” (“Vatan Partisi’nin Milli Hükümet Programının” 6. Maddesi, http://vatanpartisi.org.tr/genel-merkez/soruyorum/18587)

Kimle yapacak bu mücadeleyi yoldaşlar?

O açıkoturumda karşısına aldığı ve yukarıdaki cümleleri söylediği Demirel döküntüleriyle birlikte, Gladyo örgütü faşist MHP döküntüleriyle birlikte, ANAP döküntüleriyle birlikte.

İşte böyle pervane gibi döner bunlar, yoldaşlar. Öylesine kıvrakça geçerler ki bir kalıptan diğerine, dikkat etmezseniz fark etmezsiniz bile.

Hani Kürde atılacak iki kurşundan biri senin oluyordu?

Bakmayın, diyeceksin değil mi? O gün işte konforlu binada salladık o sözleri. Kendinde bırakalım kurşunu, sopayı görünce bile direnecek bir yürek olmadığını sen de adın gibi biliyorsun. 12 Mart sonrası işkenceciler sopayı gösterir göstermez anında diz çöküyorsun ve tam 129 sayfa döktürüyorsun. Adını vermediğin kimseyi bırakmıyorsun, tanıyıp görüp bilip adını duyduğun. Ne örgüt-organ bırakıyorsun, ne eylem, iş güç bırakıyorsun, ne de insan bırakıyorsun itiraf etmedik.

İşte yoldaşlar, bunun gibi bir insanı “kahraman” diye yutturmaya kalkmıyorlar mı, insan öfkeden ister istemez söyleniyor. Bu kahramansa bütün tavşanlar, bütün fareler, bütün serçeler süper kahraman, diyor kendi kendine…

Bir de “Milli Hükümet” kuracakmış da “Vatanı savun”acakmış da vesaire vesaire. Bunlar ne, sen nesin a soytarı, a zavallı.

Siyasi ömrün boyunca en ufak bir tehlike ortaya çıktığı anda hemen diz çöküp teslim olan ya da kaçacak delik arayan hep sen olmuşsun, avanen olmuş.

Bin Kalıplı şefin bu durup dinlenmeden rüzgârgülü gibi dönüşünü, bu tekkede bir süre müritlik yaptıktan sonra oranın ne olduğunu az çok görüp kopan taraftarları da anlatırlar. İşte bunlardan da bir örnek verelim burada:

“Perinçek’in ikiyüzlülüğünü tasdik eden hatta açıklamalar yapan bir kişi de Mustafa Kemal Çamkıran’dır. 1989 yılında Kızılay’da otobüs durağında tesadüfen TİKP Merkez Komitesi’nden Mustafa Kemal Çamkıran’a rastladım. Konuşmaya başladık, konu PKK’liler tarafından öldürülen TİKP’lilere gelmişti. Perinçek o aylarda PKK’yi gerilla savaşı düzenlemiş örgüt ilan etmişti. “Şimdi bu öldürülenler ne olacak”, diye sorduğumda, bana, “Onlar, şehit mehit değil, bok yoluna gitti, Turgut” dedi. Sonra da Perinçek’i kastederek “o size başka türlü konuşuyor, aramızdaki toplantılarda bize başka türlü konuşuyor, güvenilmez” dedi. (http://www.turgutbalya.com)

Şimdi yine dönelim yoldaşlar o günlerin 2000’e Doğru’larından aktarmalar yapmaya. Bu bölümde yapacağımız aktarmalar doğrudan PKK propagandası yapma amacını güden yayınlardır. Bin Kalıplılar kraldan çok kralcılık ederek PKK’ye ve Öcalan’a yaranıp onları kafaya alabilmek için yani legal planda onların partisi olabilmek için bu yayınları yapmışlardır. Başka türlü söylersek; Bin Kalıplı, bugünkü HDP’nin ve Selahattin Demirtaş’ın yerine oynamıştır o süreçte. Bu nedenle de 2000’e doğru aynen bugünün “Özgür GÜNDEM”i gibi çalışmıştır, o içerikte bir yayın politikası izlemiştir:

“PKK’LI DİYE ÖLDÜRÜLEN 30 KÖYLÜ

“Silopi’deki 6 köylü ilk değil. 2000’e Doğru araştırdı. Son birkaç ayda 30’a yakın köylü, genç, çocuk önce öldürüldü sonra PKK’lı oldu. (…) Özel tim vuruyor, Bölge Valiliği açıklama yapıyor. Gazetelere geçilen haberlerin yazısı Valilikten, fotoğraflar polisten geliyor. SHP’li milletvekilleri, denetim dışı resmi güçlerin varlığını vurguluyor.

“(…)

“Ortada ne terörist var, ne de silahlı çatışma. Yalnızca keçilerini otlatan Hamdi ve Savcıya “Onu ben vurdum” diyen seyyar komando birliği başçavuşu. Bir de “Terörist silahlı çatışmada vuruldu” diyen Olağanüstü Hal Bölge Valiliği bildirisi.” (agy, 24 Eylül 1989, 34. Sayı)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

“İşte Türkiye’deki PKK Kampları

“(…)

“Gerilla’nın Abdullah Öcalan’a duyduğu sevgi, bağlılık, hayranlık hemen dikkat çekiyor. Abdullah Öcalan partiyle özdeşleşmiş.” (agy, 12 Mayıs 1991)

“Gerilla barınmasın diye ORDU ORMAN YAKIYOR

“Otsuz, ağaçsız, insansız, ıssız toprak parçasına vatan denir mi?

“Dedeören Bölük komutanı pek keyifli anlatıyordu: “Biz iz mermileri ve lav silahlarıyla yakıyoruz. Bu şekilde PKK’lıları ele geçireceğiz.” Tarih: 28.8.1989

“Komutanın sözleri, ertesi gün Siirt Orman İşletmesi Müdürlüğünden bir yetkilinin Elazığ Bölge Başmüdürü’ne telefonla verdiği raporda doğrulanıyordu. “Askerler Cudi’nin bir bölümünü tutuşturdular”. Yetkili 2000’e Doğru muhabirine dönüp ekliyordu: “PKK’lılar barınmasın diye yakıyorlar.” (agy, 3 Eylül 1989)




Bu ileti en son tarihselmaddeci tarafından 13.04.2015- 14:20 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 4 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   2   [3]   4   >   son» 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 2 kişi görüntülüyor:  2 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Doğu Perinçek'le AKP aynı gemideymiş... melnur 7 2628 20.10.2021- 00:09
Konu Klasör ''Sol''un Perinçek düşmanlığının nedeni abbas 39 32931 31.10.2022- 11:42
Konu Klasör Doğu Perincek'in yanlışı... melnur 0 2483 13.07.2019- 11:16
Konu Klasör İmamoğlu'nun Doğu Karadeniz gezisi... melnur 3 1256 01.06.2022- 08:14
Konu Klasör Seçime iki kala HDP ve CHP'ye açık ihtar! umut 2 3802 01.11.2015- 15:16
Etiketler   Bin,   Kalıplı,   Doğu,   Perinçek,   PDA,   Avanesi
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS