SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 4 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   [2]   3   4   >   son» 
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
Alisan
[ ]
Üye Silindi
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi:
İleti Sayısı: 0
Konum: Gizli
Durum: üye silinmiş
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: Alisan
Cevap Tarihi: 02.01.2015- 13:02


PDA ve şefi Perinçek'i savunmak, Sol gösterenler şu kategoriye girmekteler.
1. Siyasi bilinci yetersizler
2. Siyaset alanında artık o kadar etkisizlerki gündemde kalabilmek için, siyasi hareketlerini yaşatabilmeük için geçmişte   yaşadıkları her türlü hainliği dahi unutmaları, inkar etmeleri. Yaşananlara "sol içi polemik" demeleri.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
tarihselmaddeci
[ tarihselmaddeci ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.05.2014
İleti Sayısı: 581
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder

Web Adresi | Özel ileti Gönder

1 kere teşekkür edildi.
1 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: tarihselmaddeci
Cevap Tarihi: 26.01.2015- 10:21


Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin İhanete Karmış Hazin Siyasi Serüvenine Dair… (9)

Söyle bakalım Lozan’ın, Paris’in, Strazburg’un ve bilumum Avrupa başkentlerinin serçe yürekli, yalandan fatihi:

Talat Paşa, “Halkın ve milli burjuvazinin muhalefetini ezen Talat, Enver ve Cemal Paşalar yönetimindeki komprador-feodal İttihat ve Terakki Diktatörlüğünün başı” mı yoksa vatansever, büyük devlet adamı mı?


Önceki yazılarımızda PDA Tayfasının TİİKP Savunması’ndan, İP’in bugünkü görüşleriyle taban tabana zıt görüşlerini aktarmıştık. Yani, İP’in dünle bugün birbirinin tam karşıtı olan görüşlere sahip olduğunu söylemiştik. Böylece de İP Avanesinin nasıl kalıptan kalıba geçtiğini göstermek istemiştik. Fakat o da ne? Bazı İP’li gençler yorumlarında demezler mi: “Bunlar bizim bilmediğimiz şeyler değil. Biz bu savunma metinlerini eğitim seminerlerimizde zaten okuyup öğreniyoruz. Ayrıca da bu savunma devrimci siyasi savunmanın en güzel örneklerinden biridir.”

Biz donup kaldık. İyi yahu da bugün siz birbirine tam karşıt iki görüşten hangisini savunuyorsunuz? Dünkünü mü bugünkünü mü? Bunların aynı konuda biri ak diyor, öbürü kara. Sizin bunlardan beğendiğiniz hangisi?

Biz sanmıştık ki D. Perinçek ve müritleri TİİKP Savunması’nı ve oradaki tezlerini “cami avlusuna bırakılmış bebeler gibi” bırakıp kaçtı. Çünkü bu kaşar ekip o görüşleri hiç ağzına almıyor bugün. Ha bazen ekibin şefi D. P. de “İki Süper Devlet” gevelemesinde filan bulunuyor. Ama o zamanki gibi olumsuz bir ibare olarak kullanmıyor bunu. Tam tersine, olumluyor. Diyor ki, o zamanlar İki Süper Devlet’in arasındaki rekabet ve dengeleme, onların bizim gibi ülkelere bugünlerdeki gibi saldırılarını engelliyordu. Ve benzeri şeyler… Neyse, geçelim.

İP’li gençlerin bu yorumundan sonra biz internete girip “TİİKP Savunma” yazıp googleladık. Bir de ne görelim? D. P. ve Avanesi bu savunmanın Kaynak Yayınları’ndan yeni baskılarını yapmışlar. Mesela 1992’de 4. Baskısını yapmışlar bu yayınevinden.

Bu baskılar neyi gösteriyor?

O yıllarda da bu savunmadaki görüşlerin sahiplenildiğini. Bizim bildiğimize göre D. P. ve PDA Avanesi 2000’lere kadar bu görüşleri bölüm bölüm savundu. Tabiî tamamını değil. Duruma göre bir kısmını terk etti, bir kısmını savundu. Böyle sürdürdü işi. Yani yılankavi hareketlerle götürdü işi.

Fakat İP’li gençlerin söylediği ise apayrı bir şey. “Biz bugün de bu metinleri eğitim seminerlerimizde okuyup öğreniyoruz”, diyorlar. Şimdi bu durumda biz de D. P. ve İP Avanesine soruyoruz yazımızın başlığındaki soruyu. Evet, Talat Paşa kim?

E cevap verin bakalım.

Şimdi 1974 basımı “Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi Davası Savunma” adıyla Aydınlık Yayınları’ndan çıkmış olan kitabı açıyoruz ve şu satırları okuyoruz:

“İttihatçı kompradorlar, toprak ağaları ve tefecilerle birleşerek geniş köylü kitlelerini de baskı altına aldılar. Gelirleri emperyalist tekellere ayrılmış olan ağır vergilerle köylüleri sömürdüler. Bir yandan toprak ağalarının mülkiyetini sağlamlaştırırken, diğer yandan da iç pazarı emperyalizme daha fazla açmak ve emperyalizmin geniş halk yığınları üzerindeki sömürüsünü arttırmak için kanunlar çıkarttılar.

“Komprador feodal diktatörlük milli azınlıklar üzerinde de baskı ve katliam uyguladı. Doğuda yüz binlerce Ermeniyi katletti, geri kalanlarını da yurtlarından sürdü. Arap ve Kürt milliyetlerine çeşitli baskılar uyguladı.

“Ve Türkiye’nin Yağması Devam Etti

“1908’den sonra borçlanma devam etti. Emperyalizme yeni imtiyazlar verildi. Düyun-u Umumiye’nin tahakkümü daha da ağırlaştı. Talandan kimin daha çok pay alacağı meselesi, emperyalistler arasındaki mücadeleleri şiddetlendirdi.

“1908’lerden sonra Osmanlı pazarlarına giren Almanya, hızla yeni imtiyazlar elde ederek, durumu İngiltere aleyhine geliştirdi. Düyun-u Umumiye kurulduğunda ancak yüzde 3 hisseye sahip olan Almanya, 1914’te bunu yüzde 33’e yükseltti. Aynı dönemde İngiliz hisseleri yüzde 29’dan yüzde 5’e indi. Fransa bu mücadelede Almanya karşısında durumunu koruyabildi. Hatta hisselerini yüzde 40’tan yüzde 58’e çıkardı. Bununla beraber Almanya bir yandan gönderdiği askeri heyetlerle, öte yandan malzeme ve teçhizat bakımından Osmanlı ordusuna hakim oldu.

“1911 yılına kadar İngiliz ve Fransız emperyalistlerine dayanan komprador feodal iktidar, 1911’den sonra hızla Alman emperyalistleriyle işbirliğini geliştirdi. 1913’de ‘Alman silahlarının değişmez satın alma komisyonu başkanı’ Mahmut Şevket Paşa sadrazam oldu.

“Halkın ve milli burjuvazinin muhalefetini ezen Talat, Enver ve Cemal Paşalar yönetimindeki komprador-feodal İttihat ve Terakki diktatörlüğü, Alman emperyalistleriyle birlikte ülkemizi Birinci Dünya Savaşı’na soktu.” (age, s. 150)

Evet, açıkça görüldüğü gibi belli bir net rakam verilmemekle birlikte “yüzbinlerce Ermeniyi katletti, geri kalanlarını da yurtlarından sürdü.”, diyor bu “komprador-feodal İttihat ve Terakki Diktatörlüğü”. Soykırım kavramını kullanmamakla birlikte onu tarif ediyor Savunma. Hani her 24 Nisan’da Amerikan Başkanları konuya ilişkin açıklamalar yaparlar ya, yani soykırım kavramını kullanmazlar da aynen onu tanımlarlar cümleleriyle. İşte bizim PDA taifesi de aynı yöntemi uyguluyor o yıllarda.

Tabiî o zamanlar soykırım sözcüğü bugünlerde olduğu gibi moda değil. Katliam, kırım filan deniyordu o zamanlar. İşte bunlar da katliam kavramını kullanıyorlar.

Gelelim 2000’lere. İP’in Kaynak Yayınları, Rem Kazancyan adlı bir Ermeni tarihçinin “Bolşevikler ve Jöntürkler” adlı kitabını yayımlıyor. Fakat orijinal adıyla değil de “Bolşevik-Kemalist-İttihatçı İlişkileri- Yeni Belgeler (1920-1922)” adıyla.

Bu tür kitaplarda hep yaptığı gibi Doğu Perinçek buna da uzun bir önsöz yazıyor, “Türkçe Basıma Sunuş” başlığı altında. 50 sayfalık kitaba 11 sayfalık önsöz yazıyor. Bu taktik malum. Böyle kitaplar üzerinden kendini satma düşüncesi…

Önsözde D. P. Mustafa Kemal’e ve onun Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda ve Çanakkale Savaşları’nda oynadığı belirleyici role ilişkin doğru tespitlerde bulunuyor. Mustafa Kemal’in hakkını veriyor. Buradan anlıyoruz ki Doğu Perinçek yeni bir dönüş hazırlığında, yeni bir kalıba girecek. Zira, o güne dek Mustafa Kemal’in hakkını böylesine doğru ve net biçimde hiç vermemişti.

Önsözün son paragrafında ise şunları söylüyor D. P.:

“Bu kitabın yayıma hazırlanmasında ve dipnotlarının tamamlanmasında, Rusça kaynakları inceleyerek yaptığı katkılar nedeniyle Mehmet Perinçek’e teşekkür ederiz.” (age, s. 18)

Demek ki dipnotları Mehmet Perinçek’le birlikte tamamlamışlar.

Şimdi görelim bakalım bu dipnotların konumuza ilişkin bölümlerinde neler deniyor:

“9- Cemal Paşa (1872-1922): Ünlü Türk politikacısı. Milliyetçi Türk partisi İttihat ve Terakki’nin üyesi. Pantürkizm ve Panislamizmin şiddetli savunucusu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye Bahriye Bakanı. Suriye, Lübnan, ve Filistin’de Arap kurtuluş hareketinin bastırılmasının, keza Türkiye’de 1915 Ermeni soykırımının örgütleyicisi ve yöneticilerinden biri olmuştur.

“10- Talat Paşa (1874-1921): Ünlü Türk Politikacısı. Milliyetçi Türk partisi İttihat ve Terakki MK Başkanı. Osmanlı Türkiye’sindeki Türk olmayan halkları Türkleştirme politikasının başta gelen esin kaynaklarından biri. Uzun yıllar Türkiye Dışişleri Bakanı olmuştur. Türkiye’de 1915 Ermeni soykırımının başta gelen örgütleyicisi.

“11- Enver Paşa (1881-1922): Ünlü Türk politikacısı ve asker. Milliyetçi Türk Partisi İttihat ve Terakki’nin üyesi. Türkiye Harbiye Bakanı ve Genelkurmay Başkanı. Türkiye’nin Almanya’nın yanında 1. Dünya Savaşı’na katılmasında başrolü oynadı. Türkiye’de 1915 Ermeni soykırımının örgütleyicisi ve yönlendiricilerinden biri olmuştur.” (age, s. 23-24)

Apaçık olarak görüldüğü gibi burada artık “soykırım yalanını” bolca gevelemeye başlamış D. P. ve PDA Avanesi.

Bu dipnotların ne kadarı Ermeni tarihçi Rem Kazancyan’a ne kadarı Doğu Perinçek’e, ne kadarı Mehmet Perinçek’e aittir, bilemiyoruz. Kitabın Rusça orijinali de elimizde olmadığı için…

Fakat, dipnotlar hakkında hiçbir olumsuz görüş belirtilmediği, tam tersine Mehmet Perinçek’e bu dipnotların hazırlanmasında, Rusça kaynakları tarayarak yaptığı katkılardan dolayı teşekkür edildiğine göre, demek ki buralarda belirtilen görüşler kolektif olarak paylaşılmaktadır.

Hatırlarsak, yine 2000’e kadar, savunduğu tüm görüşler CIA’nın, Pentagon’un, Washington’un “Project Democracy”’si çerçevesinde ya da kapsamı içinde bulunan Prof. Baskın Oran da Aydınlık yazarlarındandı. AB-D Emperyalistlerinin bu vatana ve bu halka ilişkin tüm saldırgan projelerinin ve girişimlerinin destekçilerinden olmuş Baskın Oran da on küsur yıl D. P. ve PDA ekibinin “2000’e Doğru”, “Yüz Yıl” ve “Aydınlık” kadrosu içinde yer alıp hainane düşüncelerini oralarda yazdığı da göz önüne alınırsa 2000’e kadar D. P. ve PDA Avanesinin bu kişiyle ideolojik uyum içinde olduğu anlaşılır.

Zaten Baskın Oran da “ben değişmedim”, diyor. Eskiden beri bu görüşlerimi savunageldim. Aydınlık’ta yazarken de bunları savundum. O zamanlar gelen tepkilere karşı benim en büyük destekçim Doğu Perinçek’ti, diyor. Görelim:

“Hazırladığı Azınlık Raporu nedeniyle İşçi Partisi’nin Türkiye düşmanı ilan ettiği Prof. Dr. Baskın Oran’ın Doğu Perinçek’in yayın organlarında 12 yıl yazarlık yaptığı ortaya çıktı. Oran, Aydınlık ve 2000’e Doğru dergilerindeki yazıları nedeniyle gelen tepkilerde kendisini en çok kollayanın İşçi Partisi (İP) Genel Başkanı Perinçek olduğunu açıkladı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Baskın Oran’ın başkanlığını yaptığı Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Azınlık ve Kültürel Haklar Alt Komisyonunun hazırladığı raporla ilgili tartışmalarda ilginç bir gelişme yaşandı. Raporu en çok eleştiren kesimler arasında yer alan İP’nin, Prof. Dr. Oran’ın aynı düşüncelerini içeren yazılarını uzun yıllar yayınlamakta bir mahzur görmediği anlaşıldı. Oran, Azınlık Raporu’ndan sonra İP’nin gençlik kollarına ait Gençlik Cephesi dergisinde de sert bir şekilde eleştirilmişti. Dergi Oran’ı ‘AK Parti’nin Azınlıklardan Sorumlu Komiseri’ olarak nitelendirmişti.

“(…)

“Konu ile ilgili Zaman’a açıklama yapan Oran ise uzun süre İP’nin yayın organlarında yazdığını belirterek, ‘Benim görüşlerimde zikzak olmamıştır. 2000’e Doğru ve Aydınlık’taki yazılarım nedeniyle okuyuculardan bugünkü gibi tepkiler gelirdi. Bu tepkilere karşı beni Doğu Perinçek savunmuş, kollamıştır’, dedi.” (Zaman Gazetesi internet sitesi, 29 Kasım 2004)

Gördüğümüz gibi 12 yıl boyunca Doğu Perinçek ve İP’lilerle aynı yolun yolcusuyduk, diyor Baskın Oran. Ben bugün de aynı yoldayım, yol değiştiren onlardır, diyor. Görülmektedir ki gerçek de bu. Değişen, daha doğrusu kalıp değiştiren D. P. ve İP Avanesidir. Baskın Oran dün neyse bugün de o. Yeni Sevr’in en heveskâr savunucularından…

Demek ki D. P. ve İP Şürekâsı 2000’e kadar CIA Sosyalizmini açıktan yapmış. ABD Emperyalistlerinin Türkiye’ye ilişkin “Project Democracy” adını verdikleri çerçeve içindeki tüm tezleri en uç boyutlarda savunmuş. İşte Ermeni Meselesi’ne ilişkin o güne kadar savundukları da meydanda. Apaçık bir şekilde gözümüzün önünde duruyor.

Fakat görmüş ki bu ihanet tezlerini ne denli aktif bir şekilde savunursa savunsun bizim “Sevrci Soytarı Sahte Sol” diye adlandırdığımız gruplar tarafından takdir edilmemiş, itibar görmemiş. Abdullah Öcalan’ın Bekaa gülleşmesi sonrasında bir süreliğine elinden tutmasıyla bu sahte sol ortamda kabul görmüş. Fakat Öcalan’la da bozuşunca yeniden dışarı itilmiş.

Bunun üzerine bir durum değerlendirmesi yapmış. Bir süre bocaladıktan sonra kesin bir karara varmış:

Madem öyle işte böyle, diyerek bulunduğu kulvarın tam karşıtına bir anda zıplamış. Artık en keskin ulusalcı olarak çıkmış meydana. 1969’dan 2000’e kadar küfrettiği kişi ve değerlere bir anda sahip çıkmış. Yine eskiden “İşgalci Türk Ordusu’nun işbirlikçisi faşist” olarak nitelendirdiği KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ve benzeri kişilerle birlikte (tabiî kendi avanesini de katarak) “Talat Paşa Komitesi”ni kurar.

Ne için mi?

“Ermeni Soykırımı emperyalist yalanı”na karşı koymak için. Tabiî Talat Paşa’yı da artık vatansever, büyük devlet adamı olarak tanımlamaya başlar. Ve onun büyük bez posteri altında İsviçre sokaklarında nutuklar atar “Ermeni Soykırımı uluslararası emperyalist bir yalandır”, diye. İsviçre şehirlerini dolaşır. Lozan’a gider. Oralarda da benzer nutuklar atar, yürüyüşler düzenler. “Yine Çanakkale siperlerindeyiz”, diye bağırır. Artık ondan hızlı yurtsever yoktur Türkiye’de. Yayın organları ve “Ulusal Kanal”ı durup dinlenmeden tekrarlar, “Lozan Kahramanı”, “Lozan Fatihi” diye.

Görüldüğü gibi artık yepyeni bir kalıba girmiştir D. P. ve Avanesi. Ulusalcılığın ve yurtseverliğin kalesi, diye ilan ederler partilerini. Bu yeni kalıplarının 2000’lerde içinden çıktıkları kalıpla zerre kadar olsun benzerliği yoktur. Hatta eski kalıplarının tamı tamına 180 derece karşıtıdır bu kalıbın içindekiler, bu kalıbın muhtevası.

Hep diyoruz ya “Bin Kalıplılar” diye. İşte görülüyor girip çıktıkları kalıplar. Tabiî görmek isteyenler için, aklına ve gerçeklere saygı duyanlar için, değer verenler için.

Bu adam ve bu avane işte böyle durup dinlenmeden değişir, kalıp değiştirir. Adeta günün moda deyimiyle “fıtratları” olmuş bu iş.

İsterseniz onların bu niteliğini bir de kendi dostlarından dinleyelim, ya da okuyalım mı diyelim. Evet, bakın Yalçın Küçük nasıl anlatıyor bu eski dostunu:

“Şimdi, Doğu için yaşam, Erdoğan’ı övmek ve Erdoğan’a, daha çok bağlanmakla geçmektedir. Ne hoş esen rüzgârdan Erdoğan’ı övmek için bir bahane çıkarmaktadır ve çok hoş bir haldedir. Artık Erdoğan’ın yaptıklarını kendi marifeti sayıyor ve Batı’dan Erdoğan’a hücumları da kendi böğrüne indirilmiş hançer biliyor. Bu arada, “Cemaati biz yendik” diyorsa, pek şaşırmam…

“Doğu’yu 1964 yılından beri tanıyorum, hoş bir arkadaşlığımız var, beraber iş yaparız, çok sert kavgalarımız oluyor, bana genellikle, “değişmez” diyorlar, Doğu Arkadaşımız ise hep değişir, Güç’e, gök gürültülerine göre yer tutar,   çok değişir, hep biliyoruz. Şimdi Çin Kültür Devrimi’ndeki aşamasına inmiş görünüyorlar..

“Ne yapmıyordu ki, çok mürteci olmuştu, ODTÜ çamlarında, çamlar daha küçücüktüler, el ele tutuşup oturan genç çiftlerimizi sürüklüyorlardı, öyle bir dönemi olmuştur. Şimdi IŞİD-Erdoğan kampından büyük heyecan duyuyor. Ayrıca kamusal alanlarda türbanı savunuyor; Fethullah Hoca’ya sert karşı çıkmaktadır ve Erdoğan’a pek yakındır. Son hali budur. Yine değişir, ümitvarım.” (Odatv, 18 Aralık 2014)

Yalçın Küçük’ün yukarıdaki tek bir cümlesi hariç diğerleri tümüyle doğrudur. Yanlış olan da “bana genelde değişmez diyorlar” şeklinde olan cümlesidir. O da değişir. O da eski Bekaa hacılarındandır. Abdullah Öcalan karşısında az “kralın soytarısı”nı oynamadı o da.

Kendisi, Bilgesu Erenus ve Abdullah Öcalan’ın rol aldığı tiyatro oyunları oynadılar. Oyunda Bilgesu Erenus’a Tansu Çiller, kendisine “Tarih Baba”, Öcalan’a ise halk önderi rolü veriliyordu. Neyse.

Gündem’lerde köşe yazıları yazdı. Köşesinin adı “Ortakça”ydı. Yani Öcalan’la ortak sayıyordu kendini. Öcalan Kürtlerin, bu da Türklerin lideri olmuş oluyordu. Birlikte işi götürüyorlardı. Fakat onun hayalleri de kadim dostu Perinçek gibi hüsranla sonuçlandı. Şimdi o da keskin ulusalcı. Hatta bilindiği gibi kafasında Kuvayimilliyeci kalpağı olmadan sokağa bile çıkmaz…

Perinçek’e ilişkin söyledikleriyse tam gerçeğin dile getirilişi.

Sözü uzatmayalım. Perinçek için savunduğu görüşün içeriğinin ne olduğunun hiçbir önemi olmaz. Bu milletin, bu halkın, bu vatanın aleyhine ya da lehine olup olmamasının hiçbir anlamı yoktur onun için savunduklarının. Yalnızca bir tek şey önemlidir onca: savunduğu görüş onu gündeme taşısın. Gündemde öne çıkarsın. Hep o konuşulsun. Kendi ifadelendirişleriyle onlar için önemli olan tek şey “Büyük Güçler Platformuna çıkabilmek”tir. Savundukları bu amaca hizmet ediyorsa onlar için önemlidir, değerlidir ve de doğrudur. Etmiyorsa hiçbir değeri ve önemi yoktur. Hemen terk etmek gerekir.

Bu adam bu… PDA Avanesi ise onun etrafında dönmekten akıllarını ve dengelerini yitirmiş zavallılar topluluğu. Tekke müritleri gibi şeyh ne derse onu tartışılmaz doğru sayan, acınacak haldeki garipler. İnsan onlara kızamaz bile…

İP’li gençlerin önceki yazılarımıza yaptığı yorumlardan sonra öğrendik ki bu tayfa eski kalıplarını da kaldırıp atmıyor çöpe. Bir şekilde muhafaza ediyor. Hatta bazılarının öğretisini bile yapıyormuş gençlere. Hani halkımız da der ya; “sakla samanı gelir zamanı”. O anlayıştalarmış.

“Ne olur ne olur”, diye düşünüyorlarmış. Bakarsın devran değişir yine onlardan biri ya da birkaçı birden gündeme gelir ve ihtiyaç giderir. O bakımdan onlar da dursun şöyle bir kenarda, diyorlarmış.

Bunlar çoklu müzik aleti sesi çıkaran ya da veren klavye gibidirler. Hani onların tuşuna basarsınız piyano sesi verir, bir öbürüne basarsınız gitar sesi verir vb. bunlar da öyle. Bas düğmesine, Ermenici, soykırımcı olsunlar, bas diğer düğmesine Talat Paşacı, soykırım karşıtı.

Fark şurada; klavyelerin çıkardığı sesler sınırlı. Nihayet 10-20 ya da bilemediniz 50-100. Bunlardaki kalıp sayısı ise 1000. Bunların tüm siyasi süreçlerini izleseniz başınız döner, aklınız şaşar. Böyle olmaması için çok dikkat gerekir… 23.01.2015

HKP Genel Başkanı

Nurullah Ankut


Kaynak: http://goo.gl/8KFwdv



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
tarihselmaddeci
[ tarihselmaddeci ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.05.2014
İleti Sayısı: 581
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder

Web Adresi | Özel ileti Gönder

1 kere teşekkür edildi.
1 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: tarihselmaddeci
Cevap Tarihi: 02.02.2015- 11:58


Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin İhanete Karmış Hazin Siyasi Serüvenine Dair… (10)

Öksür bakalım Hafız; Rauf Denktaş “işgalci, ilhakçı, Türk Ordusu’nun işbirlikçisi faşist diktatör” mü, yoksa “Türk Dünyasının vatansever devlet adamlarının en önde gelenlerinden biri” mi?


Sözü, PDA Hareketi’nin İkinci Adamı Gün Zileli’ye vererek başlayalım bu yazımıza da. Bu harekete ilişkin anılarından oluşan 4 ciltlik kitaplarının “Havariler” adlı ikincisinde, 1972-1983 yılları arasındaki anılarını kapsayan kitabında şöyle der:

“Gelişmelerin en büyüğü ise sağcı Grivas çetelerine bağlı bir Yunan milliyetçisi olan Sampson’un Kıbrıs’ta askeri darbe yaparak Makarios’u devirmesiydi. Anlaşılan bize rahat huzur yoktu. Adam sanki darbe yapmak için bizim çıkmamızı beklemişti. Bunun hemen ardından Ecevit’in ‘Büyük Kıbrıs Fethi’ geldi elbette. Daha müdahale başlamadan, Doğan Yurdakul’un ablası Sevil Avcıoğlu (Yön’ün yazarlarından ve Doğan Avcıoğlu’nun ilk eşi) ve annesinin birlikte oturdukları evde darbeyi tartışıyorduk. Faşist darbeye karşı öfke içindeydik. Bizim bu ruh halimiz, o günkü Türkiye solunun geneldeki algılayışının bir yansımasıdır. Nitekim Ecevit’in Kıbrıs’a yaptığı fetih seferini, bu ruh hali son derece kolaylaştırmıştır. Yani biz solcular, sosyal demokrat Ecevit’in başkanlığındaki Türk ordusunun askeri müdahalesi de dahil, faşist darbeye ‘karşı’ her türlü müdahaleyi onaylayan bir tavır içine girmiştik.

“İstediğimiz Ecevit tarafından birkaç gün sonra yerine getirildi. 1974 yılı Temmuz ayının o sıcak günlerinde Türk ordusu Kıbrıs’ın bir bölümünü işgale girişti. Aydınlık hareketinin neredeyse tamamı, başlangıçta solun diğer bütün kesimleri gibi işgali destekleyen bir tutum içindeydi. Ne var ki, Doğu Perinçek ve artık her yere birlikte gidip geldiği ve yakında evleneceği Şule Perinçek, aynı kanıda değillerdi. Bir akşam vakti onlara rastladım Kavaklıdere taraflarında. İşgale karşı olduklarını görünce önce şaşırdım. Özellikle Doğu çok öfkeliydi. Ecevit’in ‘anti-faşizm’ sahtekârlığına ateş püskürüyor, solun kuyrukçu tutumunu şiddetle eleştiriyordu. O ana kadar benim de o ‘kuyrukçu’lardan pek bir farkım yoktu doğrusu. Ne var ki, Doğu’nun eleştirileri o öyle yabana atılacak gibi değildi gerçekten. Nasıl olmuştu da böyle dalgaya kapılıvermiştik birdenbire. Halkın coşkusuna kendini fazla kaptırmanın da, demek böyle handikapları vardı. Doğu ve Şule’yle o karşılaşmamdan hemen sonra döngeri ettim. Evet, işgale karşı çıkmak gerekirdi. Zaten parti de, ilk Merkez Komitesi toplantısında bu kararı almakta gecikmedi. Toplantı, Bahçelievler tarafında bir evde yapıldı. Toplantının güvenliğini örgütleyen, aynı zamanda dışarıdaki Aydınlıkçı gençlerin örgütlenmesi işini üstlenen Hikmet Özdemir’di.” (agy, s. 100-101)

Belki biliniyordur; Gün Zileli şimdi anarşist takılıyor. E, öyle olunca da askerlik kurumunun hangi sisteme, düzene ait olursa olsun varlığına bile karşıdır. Bu nedenle de PDA Hareketi’nin tüm tarihi boyunca en olumlu iş olarak bu kararlarını ve belirledikleri bu sloganlarını gösteriyor.

Devam edelim G. Zileli’yi okumaya.

“Durum değerlendirmesi sonucunda işgale karşı çıkmayı ve ‘İşgâle Nihayet, Kıbrıs’a Hürriyet’ sloganı altında bir mücadele vermeyi kararlaştırdık.” (agy, s. 102)

Bu sloganla Büyük Şef’in yani D. P’nin kitaplarında da sık sık karşılaşırız.

Yeri gelmişken soralım bir kez daha: Ne dersin Hafız? İşgale nihayet mi? He?

Karşımızda olsan çok iyi biliyoruz hemen sırıtarak “ya biz aslında o zaman da şunu demek istemiştik”, diye başlarsın çalkalamaya.

10 küsur yıl kadar önceydi sanırım. D. P. birkaç kişiyle birlikte bir TV. programındaydı, akşam, canlı yayında. Bu, Kürt Meselesi’ne ve AB Meselesi’ne ilişkin bugün de savunduğu görüşlerini anlatıyor, karşı görüşleri de sertçe eleştiriyordu.

Karşısında yer alanlardan biri sanırım büyük bir olasılıkla “Papyonlu”ydu (Yalım Eralp). Yıllarca AB-D Emperyalistlerine sadakatle hizmet etmiş bu vatan millet düşmanı Finans-Kapital ajanı, D. P.’nin Avrupa Birliği ve Kürt Meselesi’ne ilişkin daha önce taşımış olduğu kalıplardayken savunduğu görüşlerinden bir iki paragraf okudu. Tabiî okuduğu satırlardaki düşünceler, D. P.’nin bugün savunduklarının tamı tamına karşıtıydı. Okumayı kesince aynen şu kısa cümleyi sarf etti Papyonlu:

“İnsanda siyasi etik olmalı!”

Başka da hiçbir şey demedi. Gerek yoktu uzun söze. Yani sen siyasi ahlâk yoksunu birisin, demiş oluyordu. Daha ne desin ki?.. Daha büyük hakaret nasıl olur?

Beriki hiçbir şey olmamış gibi sırıtarak söz aldı:

“Ya bakın biz aslında o günlerde de şunu demek istemiştik.”, diyerek başladı demagojiye ve sürdürdü bir süre lafını.

Sanki o hakaret ona edilmemişti. Bu nasıl bir kişiliktir?.. İnanın acıdım, düştüğü duruma. Bir Finans-Kapital uşağının karşısında düştüğü bu hale.

Yıl 1978. D. P. ve PDA Avanesi legal planda bir parti kurar, “Türkiye İşçi Köylü Partisi” adında. Şimdi bu partilerinin “Kuruluş Bildirisi ve Tüzük Program” adlı kitapçıklarından konuya ilişkin birkaç paragraf aktaralım. Paragraflar aktaracağımız metnin altında şu imza bulunmaktadır: TİKP Kurucuları Adına Doğu Perinçek.

Hafız’ımızın tiradının konuya ilişkin bölümü şöyledir:

“Bugün önümüzde çözmemiz gereken düğüm, Türkiye’nin dış meselesidir.

“Bağımsız bir Üçüncü Dünya ülkesi olan Kıbrıs’a askeri müdahale, ancak şu ya da bu süper devlete dayanarak ve bağımsızlığımızdan yeni tavizler verilerek devam ettirilebilirdi. Bugüne kadar da böyle olmuştur. Kıbrıs macerası bugün Türkiye’nin baş meselesi haline gelmiştir.

“Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalede direnmesi Sovyet sosyal emperyalistlerinin yurdumuzun efendisi olma emellerinden başka hiçbir şeye hizmet etmiyor. Partimiz, Moskova’daki Yeni Çarların Türkiye ile Yunanistan ve Kıbrıs’ı birbirine kışkırtan emperyalist politikalarını boşa çıkarmak için kararlı bir mücadele yürütecektir.

“İki süper devlet, Kıbrıs ve Ege’den ellerini çekmelidir. Kıbrıs’ın işlerine hiçbir yabancı ülke karışmamalıdır. Kıbrıs’ın Türk ve Rum toplumları kendi ülkelerinin meselelerini barışçı yollardan çözmelidirler. Partimiz Türk ordusu dahil bütün yabancı askerlerin Kıbrıs’tan çekilmesini savunmaktadır. TİKP, Kıbrıs halkının milli egemenlik ve özgürlüğün hüküm sürdüğü, toprak bütünlüğüne sahip, egemen, bağımsız ve demokratik bir Kıbrıs için yürüttüğü mücadeleyi desteklemektedir.” (agy, s. 8-9)

Evet, Büyük Şef’in sadece legal partisi mi var, illegal TİİKP’i de var. Şimdi de yine 1978 tarihli Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) adlı bu illegal partisinin, “1. Kongre Belgeleri” adıyla yayımlanan kitabından konuya ilişkin aktarmalar yapalım.

Kitabın “İçindekiler” kısmından sonra başlayan ilk sayfası “Sunuş” başlığı altında şöyle methiye düzer:

“Bu kitapçıkta İtalya’nın Milano kentinde Şafak Yayınevi tarafından yayımlanan Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi 1. Kongre Belgelerini yayımlıyoruz. 9-10 Eylül 1977’de Türkiye’de toplandığı belirtilen TİİKP 1. Kongresi, gerek yurt içinde, gerek yurtdışında yankılar uyandırmıştır.

“Bu belgeler, Türkiye’nin siyasi tarihini araştırmak ve öğrenmek isteyenler için çok değerli bir kaynak niteliğindedir. Bütün siyasi gerçekleri halka açıklamak ve halkın her şeyi öğrenmesini sağlamak ilkesini benimseyen yayınevimiz, bu belgeleri yayınlamakla önemli bir yayın görevini yerine getirdiği inancındadır.- AYDINLIK” (agy)

Bunu takip eden sayfada ise TİİKP 1. Kongre Bildirisi başlığı altında şöyle denir:

“Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin 1. Kongresi, 9-10 Eylül 1977 günlerinde gizlilik şartları altında Türkiye’de toplandı.” (agy), diye kongrenin tanıtımı yapılır.

Sonrasındaysa, tabiî bizim Hafız sözü alır. Şöyle denir, takip eden bölümün başlığında:

“HÜSEYİN GAZİ YOLDAŞ TARAFINDAN KONGREYE SUNULAN MERKEZ KOMİTESİ SİYASAL RAPORU”

Daha önce de söylemiştik; Hafız’ın kendisini nasıl adlandırdığını. İşte burada da aynı adla çıkıyor karşımıza. Tabiî aklımızdan hemen şu düşünce geçiyor: A soytarı, sen Hüseyin Gazi’nin tezeği olsun olabilir misin?

Neyse, geçelim…

Nutkunun konumuza ilişkin bölümünde şunları öksürür Hafız’ımız:

“1970’ler dünya durumunda ve Türkiye’de önemli değişikliklerin yaşandığı yıllardı. Bu yıllarda Sovyet sosyal-emperyalistlerinin, özellikle Avrupa ve yurdumuz üzerindeki baskı ve tehdidi ağırlaştı. Doğu Akdeniz ve Kıbrıs, iki süper devletin rekabetinden doğan kargaşalıklara sahne oldu. Türkiye bu şartlarda 1974 yılı Temmuzunda bağımsız Kıbrıs devletinin topraklarının bir kısmını işgal etti. Böylece yurdumuz iki süper devlet arasındaki rekabetin girdabına daha da fazla çekildi. ABD emperyalizminin Türkiye’deki etkinliği, dünya halklarının ve halkımızın mücadelesi sonucu her alanda artık sarsılmaktaydı. Sovyet sosyal-emperyalizminin Türkiye üzerindeki etkinliği özellikle ekonomik alanda görülmemiş şekilde artmaktaydı. Yeni Çarlar yurdumuzun efendisi olmak emeliyle siyasal alanda da çok yönlü bir taarruza girişmekteydiler.

“Partimiz, Kıbrıs’a yapılan askeri müdahaleye daha birinci günden itibaren karşı çıktı. Faşistlerin başını çektiği ve İ. Bilen, TSİP, Mihri Belli, B. Boran gibi revizyonistlerin körüklediği şovenizm dalgasının bütün yurdu kapladığı şartlarda Partimizin gösterdiği bu yüksek cesaret, proleter enternasyonalizmine, Doğu Akdeniz ülkelerinin birliğine ve yurdumuzun geleceğine olan bağlılığımızın bir ifadesidir. Kıbrıs’a yapılan askeri müdahaleye karşı tutum, sınırı bir kere daha belirlemiş ve maceracıların da revizyonistlerle beraber şovenizm safında yer aldıklarını bir kere daha ortaya koymuştur.  

“1970’lerde dünya şartlarında görülen ve Kıbrıs müdahalesinden sonra Türkiye’yi güçlü bir şekilde etkileyen gelişmeler, Türkiye devriminin baş düşmanlarını ve bugünkü merkezi görevini yeniden belirlememizi gerektiriyordu. Partimiz, 1975-1976 yıllarında siyasal inşa meselesine en büyük önemi verdi ve yeni şartlarda Türkiye devriminin temel meselelerini çözdü. Merkez Komitemiz, devrimi ilerletmek için her alandaki siyasetlerimizi açık bir şekilde belirledi.” (agy, s. 25-26)

Evet, arkadaşlar; Büyük Üstadımızın Türkiye Devrimi’nin en çetrefilli sorunlarını bile nasıl dâhiyane bir metot ve mantıkla çözüverdiğini gördünüz işte. Hani ne derler; amiyane deyimle, “boru değil”. Adam nasıl bir düşünce sistemi kullanıyor. Bakın ne diyor bu konuda:

“Yoldaşlar, bu olay, Marksizm-Leninzm-Mao Zedung düşüncesinin ne kadar büyük bir silah olduğunu bir kere daha kanıtlamıştır.” (agy, s. 27)

Karşımızda Mao Zedung Düşüncesi var. Onun karşısında hangi problem çözülmemekte direnebilir?

Biz Marksist-Leninistler o güçlü silaha sahip olmadığımız için işte gördüğünüz gibi Kıbrıs Meselesi’nde çuvallayıp kaldık. “İşgalci, İlhakçı Türk Ordusu’na ve işbirlikçisi Faşist Denktaş Diktatörlüğüne ilk günden itibaren karşı çık”amamışız. Şovenizm rüzgârına kapılıp gitmişiz. Hem harekâtı desteklemişiz, hem Denktaş’ı.

Tabiî Büyük Şef, o her tarafı ışığa boğan aydınlatıcı konuşmalarına, çözümlemelerine başlayınca sözü kısa kesmez. Aydınlatıcı çözümlemelerini hak rahmeti nisan yağmurları gibi yağdırır üstümüze başımıza. Şöyle sürdürür sözünü:

“Türkiye’nin bağımsızlığını birinci derecede ilgilendiren Kıbrıs ve Ege meselelerinin önümüzdeki dönem alevleneceği bugünden gözükmektedir. İki süper devletin Kıbrıs’tan ellerini çekmeleri için mücadele etmeli, Kıbrıs’ın her iki milliyetten halkının bağımsız, egemen, toprak bütünlüğüne sahip, milli eşitlik ve özgürlüğün hüküm sürdüğü demokratik bir Kıbrıs için yürüttüğü mücadeleyi desteklemeliyiz. Partimiz, Türk ordusu da dahil bütün yabancı askerlerin Kıbrıs’tan geri çekilmesini kararlı olarak savunmaya devam edecektir.” (agy, s. 46)

Hafız’ımızın TİİKP’inin Kongresindeki konuya ilişkin aydınlatmaları bunlar. Siz de bu aydınlatmalardan payınıza düşen aldınız, değil mi?

Tabiî Büyük Şef bu kadarcık aydınlatmayla yetinmez. Onun için “Kıbrıs İşgali” olayı çok büyük ve önemli bir olaydır. Karşı çıkılması şarttır. Herkesin de bu konuda aydınlatılması gerekir. Böyle düşündüğü için konuya ilişkin “Kıbrıs Meselesi” adında tam 119 sayfalık bir kitap da yazmıştır. Kitabının yayım tarihi 1976’dır.

Daha ilk sayfada Mao Zedung Düşüncesi’nin açık günışığı gücündeki aydınlatmalarını saçmaya başlar Üstat. Şöyle girer söze:

“İKİ SÜPER DEVLETİN HEGAMONYA YARIŞI VE KIBRIS HAREKÂTININ NİTELİĞİ

“Hakim Sınıfların Şoven Cephesi

“19 Temmuzda Kıbrıs’a yapılan askeri müdahale yurdumuzda emperyalizme karşı halkın saflarıyla, emperyalizme hizmet eden şovenizmin saflarını bir kere daha ve kesin olarak ayırdı.” (agy, s. 9 )

Gördünüz mü? D. P. ve PDA Avanesi halkın safında oluyor, bizlerse emperyalizme hizmet eden şovenizmin saflarında. Hem de bu harekât ona göre bu iki safı “bir kere daha kesin olarak ayır”mış.

Öyle mi Hafız?

Öyle. Peki madem öyle de neden durup dururken halkın saflarından koptun, geldin, bizim şoven saflara katıldın şimdi? Cevap ver bakalım.

Yine başlayacaksın, değil mi “biz aslında o gün de şöyle demek istemiştik”, diye. Şaka gibisin be Hafız. İnsan seni ciddiye aldı mı en büyük gaflete düştü demektir. Ama senin bir Üstat şakacı olduğunu, düzenbaz, fırıldak olduğunu netçe gördü mü artık yaptıkların can sıkıcı gelmiyor adama. Gülüyor insan. Diyor ki “bu adam mahsustan öyle diyor. Aslında eğlendirmek istiyor insanları. Bir palyaço, bir panayır soytarısı o. Öyle olunca da ne yapsa, ne söylese yeri artık, gülüp geçeceksin.”

119 sayfalık kitabı ele alınca da öyle tek “aydınlatma”yla yetinmek olmaz tabiî:

“Savaşın Sınıf Karakteri

“Bütün savaşların olduğu gibi, Kıbrıs’a yapılan askeri müdahalenin niteliğini de, bu müdahaleyi yapan sınıflar tayin eder. ‘Savaşın karakteri, … savaşı hangi sınıfın yaptığına ve bu savaşın hangi politikanın devamı olduğuna bağlıdır’. Revizyonistler, Lenin’in bu sözünü sık sık tekrar etmekte, fakat pratikte tam tersini uygulamaktadırlar. Kıbrıs’ın önemli bir bölümünün işgal edilmesiyle sonuçlanan ‘barış harekâtı’ hangi sınıfların harekâtıydı? Bu harekât hangi sınıfların menfaatine hizmet etti ve etmektedir? Kıbrıs harekâtı konusunda devrimci tutumu, işte bu sorulara verilen cevaplar belirlemektedir.” (agy, s. 12)

Görüldüğü gibi, demagojik safsatalarına zaman zaman Lenin’i, Marks’ı da şahit göstermeye çabalar, Doğu Perinçek. Tabiî aslında ne Marks’ı anlayabilecek kapasiteye, kavrayışa sahiptir o, ne de Lenin’i. Devam eder zırvalamalarına:

“Kıbrıs’a yapılan müdahale, sonuç olarak Türkiye’deki gerici iktidarları, iki süper devlet arasındaki hegemonya yarışının daha fazla içine çekmiştir. Türkiye’nin gerici hakim sınıfları, Kıbrıs’taki işgalci politikalarını devam ettirmek için, süper devletlere ve özellikle ABD emperyalizmine her zamankinden daha fazla muhtaç duruma düşmüştür. ABD emperyalistleri, Türkiye üzerinde baskı yapabilecek kuvvetli kozlara sahiptir.

“Diğer yandan Sovyetler Birliği de, Türkiye’nin süper devletlerin desteğine muhtaç durumundan yararlanarak, ülkemize sızma imkanlarına her zamandan daha fazla sahiptir. Buna rağmen gene de Türkiye’de hakim sınıfların en Amerikancı, en şoven kesiminin faşist diktatörlüğü hüküm sürmektedir. Ecevit’in başbakan olduğu dönemde de Türkiye’nin en hayati meselelerinde son sözü söyleyen gene bu kesimdi.

“İşte Kıbrıs’a müdahalede bulunan Türkiye hakim sınıflarının niteliği budur ve müdahaleyi gerçekleştiren silahlı güç de bu hakim sınıfların emrindedir.” (agy, s. 13)

Dikkat edersek yoldaşlar, Hafız işin içine sık sık “İki Süper Devlet” ibaresinin ardından Sovyetler Birliği’ni de olayda hiç dahli olmamasına rağmen meselenin asli unsurlarından biri olarak, hatta iki asli unsurdan biri olarak sokmaktan geri durmuyor. Çünkü onun bağlı olduğu “Mao Zedung Tarikatı”nın şeyhi Mao’nun ünlü “Mao Zedung Düşüncesi” böyle emrediyor. O düşünceye göre dünyanın neresinde bir problem varsa, onu yaratan şeksiz şüphesiz “İki Süper Devlet”tir. Onların arasındaki rekabetten dolayı o problem doğmuştur zaten.

Büyük dinlerin İblis’i ya da “Kör Şeytan”ı gibi nerede bir kötülük varsa ona sebep olan muhakkak iki süper devletten biridir. Hatta özellikle de “Yeni Çarlar”dır. Malum ya bu ünlü düşüncenin yine ünlü “Üç Dünya Teorisi”ne göre ABD Emperyalistleri gerilemekte, çökmekte olan süper devlettir, Sovyet Sosyal Emperyalistleri ise genç, güçlü, saldırgan ve daha hegemonyacı süper devlettir. Bu nedenle de dünyadaki bütün sosyal, siyasal anlaşmazlıkların ve kötülüklerin yaratıcısı, kışkırtıcısı “İki Süper Devlet, özellikle de Yeni Çarlar”dır.

Bu safsatalarını özetçe aktarıverelim:

“İki süper Devletin Doğu Akdeniz’deki Tahakküm Emelleri

“Kıbrıs buhranının esas sorumlusu, ABD emperyalistleri ve Sovyet sosyal-emperyalistleridir. İki süper devlet, dünyanın her tarafında olduğu gibi Akdeniz’de de şiddetli bir rekabet ve çekişme içindedirler. Her ikisi de hakimiyet alanlarını genişletmeye, bu bölgedeki tahakküm ve sömürülerini artırmaya çalışıyorlar. Akdeniz’de ne ABD’nin ne de Sovyetler Birliği’nin sınırı bulunmamaktadır. Buna rağmen, her iki süper devletin Akdeniz’de çok sayıda denizaltısı ve çeşitli savaş gemileri kol gezmektedir. Mussolini İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Roma İmparatorluğu hülyalarına dalarak, Akdeniz’i ‘bizim denizimiz’ (Mare Nostrum) yapacağım diyordu. İki süper devletin bugünkü politikaları Mussolini’nin bu politikasından farksızdır. Her ikisi de Akdeniz halklarını hiçe sayarak tahakküm peşinde koşmaktadırlar.

“Kıbrıs, Doğu Akdeniz’de çok önemli bir noktada bulunmaktadır. Petrol bölgesi olan Ortadoğu’yu, yakında açılacak olan Süveyş Kanalını ve hatta Basra Körfezini kontrol altında tutmak için Kıbrıs özel bir öneme sahiptir.

“Bu önemi dolayısıyladır ki, Kıbrıs’a ayağını atabilmek için uzun zamandan beri dolaplar çevirmekteydi. Yeni Çarlar, bloksuzluk siyaseti izleyen Kıbrıs’ı, efendisi olduğu bloka katmak için revizyonist AKEL partisini bir maşa olarak kullandılar. Sosyal-emperyalistler, Kıbrıs’a kendi çomağını sokabileceği elverişli şartları yaratabilmek için suyu bulandırmaya çalıştılar. ABD emperyalizminin gerilemesinden yararlanarak, yeşil adaya sızmak için gösterdikleri çabayı, özellikle son yıllarda yoğunlaştırdılar. (agy, s. 18)

Gördüğümüz gibi D. Perinçek’in satırlarında gerçeklerden, doğrulardan başka ne ararsanız var. Bol hayal gücü, yakıştırma sebepler, sorumlular, safsatalar, hepsi var. Ama gerçek yok. Gerçeği görecek kafa, düşünce, mantık ve metot yok ki… O bakımdan bu satırlar onun tipik özelliklerinin bir yansımasıdır. Onun her konudaki görüşleri, tezleri dün olsun, bugün olsun hep bu gördüğümüz satırların, orada ortaya konan sözde görüşlerin birebir benzeridir. Gerçeklerle hiçbir bağı olmayan, hayal ürünü saçmalamalardır.

Bu gerçek dışı zırvalamalarına, yakıştırmalarına işte bir örnek daha:

“Müdahale Amacından Sapmadı, Tam Hedefine Vardı

“Oysa, Kıbrıs’a yapılan askeri müdahale, tam amacına varmıştır. Kıbrıs Türkiye tarafından bir NATO üssü haline getirilmiştir ve Türkiye’nin arkasındaki baş destekçi de ABD emperyalistleridir. Olaylar ‘iyi niyetli’ dilekler veya revizyonistlerin yaydığı burjuva hayalleri yönünde bir yol izlemez. Gelişmeleri, sınıf ilişkileri ve çeşitli güçlerin sınıf karakterleri tayin eder.” (agy, s. 23)

Gerçek, Hafız’ın yukarıdaki iddialarının tam zıttıdır. ABD Emperyalistleri Türkiye’yi Kıbrıs’a harekât yönünde teşvik etmedikleri gibi durdurmak için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardır. Orta yaş üstündeki arkadaşlar hatırlar. 21 Aralık 1963’te de “Kanlı Noel” adıyla anılan olaylarda da Kıbrıslı EOKA’cı faşistler Türk yerleşimlerine saldırmış, küçük çocuklar dahil insanları katletmişti. İsmet Paşa o zamanlar 27 Mayıs’ın etkisi sayesinde hükümet kurmuş, başbakan olmuştu. Gerekli askeri hazırlıkları tamamlayan Paşa, Kıbrıs’a bir harekâtta bulunup Türklerin can ve mal güvenliğini sağlamak istedi. Fakat bunu duyan Amerika, anında çok sert tepki gösterdi İsmet Paşa’nın bu düşüncesine. Zamanın ABD Başkanı Lyndon Johnson 5 Haziran 1964’te yine ünlü bir mektupla Paşa’yı bu harekâtından caydırmıştı. Siyasi Tarihe bu mektup “İsmet Paşa’ya gönderilen Johnson Mektubu” adıyla geçer.

Bu mektupta küstahça bir üslup kullanılır. Ve kesin bir kararlılıkla şöyle denir:

“3 – Amerika’nın Türkiye’ye verdiği silahlar, savunma amaçlıdır, Kıbrıs’ta kullanılamaz.”

Türkiye tüm ordusunu 1952’den itibaren Amerika’nın emrine vermiştir, NATO’ya girerek. Hatta ondan öncesinde bile Amerikan komutanlarının emrinde ABD çıkarları için dünyanın öbür ucunda, Kore’de savaşmıştır. Ve 1350 civarında vatan evladını yok yere ABD Emperyalistleri için kurban vermiştir. Güney Kore’deki “Türk Şehitliği”nde yatmaktadır bu Mehmetçiklerin bedenleri.

Bununla yetinmemiş, ülkesini 40 küsur Amerikan üssüyle doldurmuştur. 30 milyon metrekare toprağını bu üsler marifetiyle Amerika’nın emrine tahsis etmiştir. Üstelik de bu üsleri atom silahlarıyla doldurmuştur. Tabiî bu silahların kullanım emrini sadece ABD Başkanı verebilir.

Bu üslerden kalkan Amerikan uçakları Birinci ve İkinci Körfez Savaşları’nda Müslüman Irak Halkını vurmuştur. Ülkenin altyapısını tümüyle mahvetmiştir. Bu sebepten milyonlarca Irak insanı gıdasızlıktan, doktorsuzluktan, ilaçsızlıktan ve işsizlikten dolayı hayatını kaybetmiştir. Tabiî milyonlarcası da bombaların, kurşunların hedefi olarak hayatını yitirmiştir. Yine bu uçaklar Libya’yı vurmuştur, bugün de Suriye ve Irak topraklarında bulunan IŞİD’e karşı kullanılmaktadır ve oraları bombalamaktadır. Geçen günlerdeki Sultanahmet’te yaşanan canlı bomba olayı ve bir polisin hayatını yitirmesi bazı açıklamalara göre Amerikan uçaklarının bu saldırılarına karşı yapılan bir misillemeymiş.

Yani Türkiye’nin böylesine ABD’ye uşakça davranmasına rağmen ABD Emperyalistleri işte Türkiye’yi böyle azarlayabilmişlerdir. Hep söylüyoruz ya emperyalistlerin asla dostu olmaz. Onların sadece işbirlikçi hizmetkârları olur. O sebeple onlar, müttefik adlı işbirlikçilerine hep uşaklarına davrandıkları gibi davranırlar. Neyse…

Kıbrıs Harekâtı sonrasında da bilindiği gibi Amerika Türkiye’ye yine ünlü “Silah Ambargosu”nu uygulamaya koymuştur. Bu ambargo sonucunda Türk uçakları yedek parça yokluğu sebebiyle bakımları yapılamaz olduğu için, havalanamaz olmuşlardır. Yerden bile kalkamaz olmuşlardır.

Yine ABD Emperyalistleri müttefikleri olan Avrupa Emperyalistleriyle el ele vererek, etkilerindeki uydulaşmış milletleri de yönlendirerek, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndan Türkiye’ye karşı şu kararın çıkmasını da sağlamışlardır:

“Genel Kurul, 1 Kasım 1974 tarihinde aldığı 3212 sayılı kararda (Yearbook, 1974:295), bütün devletleri Kıbrıs’a müdahaleden kaçınmaya çağırırken, Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki bütün yabancı kuvvetlerin süratle geri çekilmesini, Kuzey Kıbrıs’tan, güneye “kaçmış” olan bütün Rum mültecilerin yerlerine geri dönmeleri için gerekli acil tedbirlerin alınmasını istemiştir.” (Soyalp Tamçelik, BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs’la İlgili Aldığı Bazı Kararların Özellikleri Ve Analitik Değerlendirmesi (1964-1992))

Gerçekler böylesine apaçık ortadayken D. Perinçek zavallısı ve yine kendisi gibi olan PDA Avanesi, bunun tam karşıtı olan görüşler ileri sürmektedirler işte yukarıdaki aktarılan satırlarında görüldüğü gibi. Ama onların gerçekler umurlarında değil ki. Mao Zedung Düşüncesinin hepsi de birer gözbağından başka bir şey olmayan şablonları onlar için Tanrı kelamı mertebesindedir. Gerçekler bu şablonlara uymuyorsa, suç gerçeklerdedir. Onlar ya zorla uydurulacaklar, ya da uyuyormuş gibi gösterileceklerdir. Yoldaşlar, bu D. P. ve Avanesinin siyasi serüveni gerçekten hazindir. Bunlar acınacak durumdadırlar. Ve her dönemde de böyleydiler.

Evet yoldaşlar, bu zavallılar güruhu, saçmalamalarını sürdürür. Şöyle der D. Perinçek:

“Ne olmuştur? Birinci Barış harekâtından sonra Türkiye’de iktidar değişikliği mi olmuştur? On beş gün arayla yapılan birinci ve ikinci askeri harekâtları ayrı sınıflar ve başka askeri güçler mi yapmıştır? Kaldı ki, askeri müdahale ve işgal, her halükarda ve kim yaparsa yapsın, emperyalist ve gerici bir karakter taşır. Nasıl sömürünün “ilerici” olanı yoksa, başka ülkelerin topraklarını işgal etmenin de ilericisi yoktur. Müdahale ve işgalin ancak bir çeşidi vardır. Milletlerin kendi kaderini tayin hakkına müdahale etmek, hangi bahane ve gerekçe arkasına gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın, daima gerici bir karakter taşır.” (agy, s. 24)

Perinçek yukarıdaki satırlarda metafizik mantığını bir kez daha sergilemektedir. Diyor ki; “müdahale ve işgal her halükarda ve kim yaparsa yapsın, emperyalist ve gerici bir karakter taşır.”
Hayır. Kesinlikle hayır. Biz Marksist-Leninistler için mihenk taşı yani her şeyi belirleyen temel ölçüt Uluslararası Proletarya Hareketinin çıkarlarıdır. O çıkarların gerekli kıldığı her eylem doğrudur, meşrudur, devrimcidir, ilericidir.

Örnek mi?

Çok. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Sovyetler ülkesi tam 26 milyon insanını kayıp vermiş Nazi ordularına karşı savaşırken, sosyalist vatanını savunurken. Ve sosyalist iktidarını savunurken. Sonunda o faşist orduları bozguna uğratmış ve önüne katıp kovalamaya başlamış.

Nereye kadar?

Nazi Almanyası’nın başşehrine kadar. Sovyetler’in Nazi Almanyası’nı yeneceği kesinkes anlaşılınca Batılı diğer emperyalistler paniğe kapılmışlar. ABD ve İngiliz Emperyalistleri acele Normandiya Çıkarması’nı yapmışlar.

Ne için?

Kızılordu’nun önünü kesmek için. İlerleyişini durdurmak için. Oysa o güne dek adım atmamışlardı o doğrultuda. Sonuçta emperyalist ordularla Sovyet Kızılordusu Berlin’in göbeğinde karşılaştı.

Ne yaptı Sovyetler?

O sınır hattından itibaren kendi ülke sınırlarına kadar olan coğrafyada yer alan ülkelerin komünistleriyle el ele vererek sosyalist iktidarlar kurdu oralarda.

Doğru muydu bu davranış?

Son derece doğruydu.

Aksi ne olurdu?

Sovyet sınırlarına dönüp gitmek, ABD ve İngiliz Emperyalistlerine “alın bu bölgede sizler kendiniz karakterinde ve sizin yörüngenizde olacak yeni burjuva iktidarlar kurun”, demek anlamına gelirdi. Tabiî ki bunu yapmayacaktı.

Sovyetler’in Kızılordusu’nun yardımıyla ve desteğiyle kurulan o iktidarlar, Sosyalist Kamp’ın çöküşüne kadar yaşadılar. Ülkelerinin ve halklarının yararına çok olumlu işler yaptılar. Bu gerçeği bugün Bulgaristan’dan ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden gelen insanlarımız çok açık bir şekilde teslim ederler. O zamanlar cennette yaşıyormuşuz, derler sosyalist dönemi kast ederek.

1950’lerde yaşanan Kore Savaşı sürecinde Çin Kızılordusu’nun, Kore’nin yarısına kadar ilerleyerek Kim İl Sung Yoldaş’ın önderliğindeki Koreli komünistlere yardımcı olması, onlarla birlikte ABD’nin liderlik ettiği emperyalist ordulara ve onların yerli işbirlikçilerine karşı savaşması yanlış mıydı?

Tam tersine. Çok doğruydu. Eğer Çin Halk Cumhuriyeti böyle enternasyonal bir görevden kaçınmış olsaydı belki de bugün Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti diye bir ülke olmayacaktı.

Küba’nın, Che’nin komutasında Afrikalı devrimcilere destek vermek için Kübalı komünist gönüllülerle birlikte gelip orada savaşması yanlış mıydı?

Hayır. Çok doğruydu. Yine Küba’nın en başarılı askeri komutanlarının emrinde komünist gönüllülerle birlikte Angola’ya gelip devrimci güçlere destek vermesi ve ABD ve AB Emperyalistlerinin ve ırkçı Güney Afrika Cumhuriyeti’nin desteklediği karşıdevrimci kuvvetleri yenmesi yanlış mıydı?

Hayır, son derece doğruydu.

Sosyalist iktidarın talebi üzerine Sovyet Kızılordusu’nun Afganistan’a girip yine ABD-AB Emperyalistleri ve tüm burjuva ve Ortaçağcı iktidarların desteklediği, adına “Mücahit İttifakı” denen şeriatçı güçlere karşı savaşması yanlış mıydı?

Hayır, son derece doğruydu. Biz daha o günlerde Sovyet Kızılordusu Afganistan’a adımını attığı anda bu harekâtı Marksist-Leninist politikalara dönüş, dolayısıyla da enternasyonalist dış politikaya dönüş şeklinde değerlendirmiş ve alkışlamıştık.

Sosyalist Kamp çökmeseydi, Sovyet Kızılordusu’yla omuz omuza savaşan yiğit komünist önder Muhammed Necibullah’ın komutasındaki komünist Afganlar Ortaçağcı-şeriatçı güçleri yenip ezseydi kötü mü olurdu?

Hayır, çok iyi olurdu. Öyle olsaydı bugün Kuzey Afrika’dan Çin sınırına kadar uzanan İslam dünyasında insanlığın başına bela olan Ortaçağcılar belki de böylesine güçlenemezdi, gelişemezdi, istedikleri gibi at oynatamazdı. Yani İslam ülkeleri bu belayla böylesine ağır bedeller ödeyerek yüz yüze gelmek durumunda kalmazdı.

Burada şu gerçeğin altını çizmeden geçmeyelim. Afganistan’daki sosyalist iktidarı sadece biz ve Eski Sahte TKP destekledi. Bunun dışındaki tüm Türkiye Solu o sosyalist iktidara karşı Ortaçağcıların safında yer tuttu. Tabiî bunların başında da Türkiye’deki Maocu gruplar geliyordu. Bunların içinde doğaldır ki Doğu Perinçek ve PDA Tayfası da vardı.

Bugünkü IŞİD’in, El Nusra’nın, El Kaide’nin ve bilumum Ortaçağcı, katliamcı, insanları çoluk çocuk ayırmadan kurşuna dizen, kafa kesen, yürek yiyen, canavarlaşmış şeriatçı güruh varsa bunların tümünün anavatanı Afganistan ve Pakistan’dır. Bunlar oralarda doğup, doktrine edilip, örgütlendirilip, silahlandırılıp, askeri eğitimden geçirilip Afganistan’daki sosyalist iktidara karşı savaştırılmışlardır. Sosyalist Kamp’ın çöküşünün yol açtığı yalnızlık yüzünden, bir başına kalış yüzünden bu sosyalist iktidar yıkılınca da oradan tüm İslam ülkelerine yayılmışlardır. ABD Emperyalistlerinin yönlendirmesi ile buralarda efendilerinin çıkarı için savaştırılmaktadırlar.

Alçak, namussuz, insanlık düşmanı ABD ve AB Emperyalistleriyle onların kuklası bölge iktidarları da o günlerde “Burhanettin Rabbani önderliğindeki Mücahit İttifakı” diyerek destekledikleri, övdükleri, ekonomik ve askeri yönden sınırsız yardımlarda bulundukları bu Ortaçağcı güçlere şimdilerde “İslamcı Teröristler” diye karşı çıkar görünmektedirler. Tam bir ikiyüzlülük, tam bir namussuzluk, tam bir alçaklık.

Afgan Savaşı günlerinde Doğu Perinçek ve PDA Aydınlık’ı, Sosyalist iktidara karşı savaşan Ortaçağcıları ziyaret eder. Onların kamplarında bulunur. Tabiî manevi desteklerini de sunar. Dönüşünde de gazetesinde o Ortaçağcıları öve öve bitiremez. O gazetelerin örnekleri de şu an elimizdedir. İsteyen olursa gösteririz…

Demek istediğimiz, bunların Proletarya Hareketine karşı işledikleri suçlar saymakla bitmez. Usta’mızın Anması’nda yaptığımız konuşmada da belirttiğimiz gibi bunların 45 yıllık siyasi geçmişlerinin 30 yılı tam bir ihanet çizgisinde sürmüştür. Uluslararası ve Ulusal Devrimci Harekete ve Halklara karşı sayısız suçlar işlemiştir bunlar.

Hafız sazı eline alınca ve kendisini koyun uysallığıyla dinleyenleri de bulunca tabiî ki işi uzattıkça uzatır. İşte, tekrarlamaktan bıkıp usanmadığı zırvalamalara bir örnek daha:

“Ancak Ecevit Gibi Bir Lider Halkı Aldatabilirdi

“Bugün Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarının önemli bir kısmını işgal eden ve Kıbrıs’ın bağımsızlığını yok eden Türkiye hakim sınıflarının tutumu da farklı değildir. Kıbrıs’ı sonuç olarak bir NATO üssü haline getiren askeri müdahaleye ‘barış harekatı’ adı verilmiş, kendi ülkesinde faşizm uygulayan ve özgürlüğün baş düşmanı olan Türkiye hakim sınıfları, Doğu Akdeniz bölgesinde birdenbire ‘özgürlük ve demokrasi’ savunucusu kesilmiştir. Geniş emekçi yığınlar bu suretle aldatılmış, sırtını ABD emperyalistlerine dayayan Osmanlı fetih siyaseti, ‘Kıbrıs’ın bağımsızlığını korumak’ perdesi altında yürütülmüş ve halkımıza ‘yurtsever’ bir politika olarak gösterilmiştir.” (agy, s. 27)

Gördüğümüz gibi yoldaşlar, 12 Mart faşizminin yıkılışı sonrasında iktidara gelen Bülent Ecevit Hükümetini de faşist olarak gösteriyor yukarıdaki satırlarda D. Perinçek, Kıbrıs Harekâtı’nda komutan rolü oynadığı için.

Oysa, Ecevit iktidarı faşizmden çıkışın yarattığı izafi özgürlük ortamında devrimci hareketin ve devrimci kültürün çığ gibi geliştiği bir dönemin iktidarıdır. Yine D. P. bu harekâtın Amerika’ya dayanarak yapıldığını öne sürmektedir. Ve bu harekâtın yurtsever değil, ülkemizin aleyhine bir harekât olduğunu ileri sürmektedir. Yani gerçeklerin tam aksini iddia etmektedir.

Şimdi bakın, dönemin ABD Dışişleri Bakanı ve de 1960’lı yıllardan bu yana ABD Emperyalistlerinin en önemli emperyalist teorisyenlerinden biri olan Henry Kissinger Siyasi Anılarının son cildinde ne diyor, bu konuyla ilgili olarak:

“ABD’nin Türk harekâtını teşvik ettiği, hatta bu yönde Türkiye ile hileli bir işbirliğinde bulunduğu şeklindeki mitolojinin tam aksine, darbenin ilk günleri esnasında stratejimiz, bir askeri harekât için Türklerin ileri sürdüğü gerekçeleri ortadan kaldırmaktı. (s. 216)

“Özel temsilci Sisco’ya, 18-20 Temmuz tarihleri arasında gönderdiğimiz talimatlarda şu hususların altını çizdik:

“1. Diplomatik prosedür tamamlanmadan herhangi bir askeri harekatta bulunduğu takdirde ABD’nin bunu çok ciddi ve vahim bir olay olarak değerlendireceği Türk Hükümeti’ne bildirilmelidir.

“2. Bu derhal yapılmalı ve böylece askeri müdahaleye karşı olduğumuz kesinlik kazanmalıdır. (s. 217)” (Aktaran: Mesut Günsev, 20 Temmuz 1974 Şafak Vakti Kıbrıs, s. 175)

Kissinger’ın bu açıklamaları ABD’nin 1960’lı, 1970’li yıllardaki konuya ilişkin söz ve davranışları ile bütünüyle uyumludur. Dolayısıyla da gerçeği dile getirmiştir, ABD’nin harekâta karşı tutumu hakkında. Zaten ABD’nin bugünkü tutumu da aynıdır…

İşte “Mao Zedung” tarikatının müridi oldun mu, dış dünyanın gerçekleri senin hiç umrunda olmaz. Sen o tarikatın dogmalarını gerçeğin yerine koyarsın. Kolay değil, adam “Mao Zedung Düşüncesi”yle düşünüp yazıyor, konuşuyor. Öyle olunca da gerçeği o düşüncenin kalıbına eğe büke, bağırta çağırta uyduruyor.

Ne diyor D. Perinçek?

Mao Zedung Düşüncesi… Mao Ze’den sonra gelen “DUNG”un gücünü ve heybetini görüp hissedebiliyor musunuz? Osmanlı’nın mehter takımının temel enstrümanlarından olan, adına “nakkare” denen KÖS DAVUL’un iri tokmağı gibi DUNG diye indi mi kafaya ve gerçeğin üzerine, sıkıysa o gerçek, o düşüncenin kalıbına girmesin ve o kafa o kalıptan çıkma düşünceyi tapşırmasın. Adam 10 yıllarca o tokmağı yedi kafasına. 10 yıllar boyunca kaleme aldığı kitaplarını ve konuşmalarını taratsak bilgisayara on binlerce kez “Mao Zedung Düşüncesi” ve tabiî bu düşüncenin en önemli aracını olan tokmağını da “DUNG DUNG” diye tekrarlayıp; daha doğrusu kafasına yiyip durduğunu görürüz.

Hal böyle olunca o kafadan ve o düşünceden umut mu umulur artık?.. Adamın gerçekler umurunda mı olur gayrı?..

O gün öyle de bugün farklı mı o kafa?

Bugün o zikrinden vazgeçmiş durumda gerçi. Dikkat edersek hiç Mao Zedung Düşüncesi filan demiyor artık. Ama ne çare, kafada hayır kalmadıktan sonra…

Bakın şimdi de ABD yapımı Tayyipgiller’in Ortaçağcı şefi Tayyip’e “diktatör” denmesine şiddetle karşı çıkıyor. Böylece de aslında yandan çarklı destek atmış oluyor ona. Şu zavallıca gerekçeye bakın:

“Peki Tayyip Erdoğan’ın sopası var mı?

“Tayyip Bey’in ne askeri var, ne de polisi!

“Ordu da polis örgütü de, Tayyip Erdoğan’ın diktatörlük girişiminin emrinde değildir. Bu nedenle Tayyip Erdoğan’ın diktatörlük hevesi olabilir, ama diktatör olmak için gerekli araçları yoktur.” (D. Perinçek, Aydınlık, 27 Mayıs 2014)

Soralım burada Bay Soytarı’ya: Tayyip Erdoğan’ın sopası yok, öyle mi?

Peki 270 bin kişilik polis ordusu kimin emrinde? Yine 250 bin kişilik jandarma kimin emrinde? Cevap ver bakalım. Senin emrinde mi yoksa? Yoksa kimsenin emrinde değil mi onlar?..

Gezi İsyanı’mız sırasında 10 gencimizi kim katletti canavarca?

Onlarca insanımızın gözünü kim çıkardı?

Milyonlarca insanımızı kim gaza boğdu?

Türkiye’de ağaç neslini tüketmeye yemin etmişçesine bir azgınlıkla şehirlerimizdeki, ovalarımızdaki, dağlarımızdaki ağaç katliamını kim yapmakta?

Şehirlerimizi taş ve beton yığını haline kim getirmekte?

Türk Ordusu’nun en uyanık, en antiemperyalist subaylarını Pensilvanyalı İblis’in Cemaatiyle el ele vererek kim Silivri Zindanı’na tıktı ve kim tasfiye etti?

Türk Ordusu’nu Topukçu Gebeş Paşalar’ın emrine kim verdi?

Tabiî bu operasyonun planlayıcısı, projelendiricisi, yöneticisi Washington’du, Pentagon’du, CIA’ydı. Nitekim operasyonun startını da Washington Beyaz Saray’da 2007’de gerçekleşen Bush-Erdoğan görüşmesi sonrasında Bush vermişti. Tabiî Pensilvanyalı İblis de eşgüdüm içinde çalışmıştı bunlarla. İşin polis, savcı ve yargı kısmıyla medyanın bir bölümünü o götürmüştü. Ama operasyonun “ben bu davanın savcısıyım” diyerek idari yönetimini yapan da Tayyipgiller’di, onun bakanlarıydı ve onun medyasıydı.

Bütün bu güçler yetmiyor mu onun diktatörlük amaçlarını gerçekleştirmeye?

Kaldı ki Marksist-Leninist bilime göre tüm Finans-Kapital iktidarları bir diktatörlüktür. Parababalarının diktatörlüğüdür. Burjuva demokrasisi bile 19’uncu Yüzyılda kalmıştır.

Yani yoldaşlar, D. P. denen bu kişi ve Avanesi ne demokrasiyi bilir, ne diktatörlüğü bilir, ne faşizmin ne olduğunu bilir ne de sosyal gerçekleri görüp kavrayabilir.

Bu kişi de tıpkı Tayyip gibi mitoman olduğu için kendi arzularını, hayallerini, eğilimlerini gerçeklerin yerine koyar. Sonra da onların gerçek olduğuna inanır. Ve savunur onları yaygarayla. Her bir sayfası Osmanlı’nın İshal-i Kelam-söz ishali dediği türden, halkımızın “laf salatası” diye adlandırdığı demagojik saçmalamalarla dolu kitaplar yazar, makaleler yazar, İşçi Sınıfı Bilimi açısından beş paralık değer taşımayan…

Biz bugüne kadar bu PDA çevresinin yönetiminde bulunup da sonradan sağlıklı düşünüp davranabilen insan haline gelmiş biriyle karşılaşmadık. Kafa disiplini de yoldaşlar, böylesine hırpalanıp, tahrip edilip, harap edilip işlemez hale getirilince artık o kafa bir daha düzen tutmuyor, ayar tutmuyor. Sağlıklı çalışamıyor asla.

O kadrolardan kopup ayrılanlar için de aynı durum söz konusu, tarikat müritliğine devam edenler için de. Hepsi hurdalık ya da çöplük.

Tayyip’in diktatör olmadığını ileri süren yazısında Doğu Perinçek şu iddiada da bulunur:

“BOP Eşbaşkanı Tayyip Erdoğan, Çankaya’ya tırmanamaz!” (agy)

Ne oldu Hafız? Tırmanamadı mı?

Desene benim hangi sözüm doğru çıktı ki bu çıksın, diye. Zavallısın sen ya… Acınacak haldesin aslında da… Senin o sayısıyla, çokluğuyla övündüğün bütün kitapların birer kofti atmaktan başka hiçbir şey değildir.

Bak aynı o günlerde HKP, yani Türkiye’nin 1921’den beri biricik Marksist-Leninist Hareketi ne diyordu bu olay hakkında, bu konu hakkında? Hem de birkaç cümlecik açıklamasıyla:

“Sözümüzdür:

“Nereye gidersen git

“Nereye çıkarsan çık

“Çelik bilezikle tanışacaksın.

“Tarihe de; hırsız, katil, hain ve ABD uşağı olarak yazılacaksın!”

Gördün mü devrimci tahlil, değerlendirme, öngörü nasıl olurmuş. Devrimci duruş, kararlılık, özgüven ne demekmiş. Görüp anlayabilir misin? Yeter mi çapın buna?

Zırvalamaların boyutunun netçe, herkesçe görülebilmesi için sabrınıza sığınarak PDA’dan yaptığımız aktarmalara biraz daha devam edelim, yoldaşlar:

“Türk toplumunun Kıbrıs’ta milli baskı görmüş olduğu bir gerçektir. Rum faşistlerinin giriştiği katliamlar bütün dünya tarafından lanetlenmiştir. Ne var ki, bu katliamlara son vermenin çaresi, Kıbrıs’ın işgal edilmesi ve süper devletlerden birinin tahakkümü altına sokulması değildir.

“Tam tersine Yunan ve Türk müdahalesi yeni katliamlara yol açmış, Kıbrıs’ın her iki toplumu üzerindeki tehdidi arttırmıştır. Çünkü her şeyden önce, bugün iki süper devlet Kıbrıs meselesine burunlarını daha fazla sokmuşlar, yeni yangınlar çıkarma imkanına daha fazla kavuşmuşlardır. Yangını kundaklayanlar Kıbrıs’tan çıkarılmadıkça, halklar arasında sürekli düşmanlık körüklenecektir. Bugün özellikle Türkiye, Kıbrıs toplumlarının beraber yaşayamayacağını ispat etmek için düşmanlığı körüklemekte ve süper devletlerin aleti olmaktadır. Çünkü Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili tezleri ve çözüm teklifleri, tamamen düşmanlığı devam ettirmek temeli üzerine kurulmuştur. Türkiye’deki burjuva basını, bütün gücüyle Yunan düşmanlığı kampanyası açmıştır. Rum halkını aşağılayan ırkçı yayınlar her tarafı kaplamıştır.

“Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgalinden sonra halkların birbirine kırdırılması, görülmedik bir noktaya ulaşmıştır. Türk işgalinin devam etmesi, Yunan askerlerinin adada kalmasına da sebep olmakta, yeni katliam ve cinayetler için gerekli ortam yaşatılmaktadır. Katliamların esas sorumlusu, Kıbrıs’ta yangınlar çıkaran iki süper devletle birlikte adadaki yabancı askeri kuvvetlerdir.

“Halklar arasındaki düşmanlığın son bulması için, her şeyden önce emperyalistler Kıbrıs’tan ellerini çekmelidir. İki süper devlet Kıbrıs’ta kargaşalığın hüküm sürmesinden menfaat ummaktadırlar. Çünkü her ikisinin de, insanlık maskesi takıp dünyanın her yerine müdahale edebilmeleri ve hakimiyet alanlarını genişletebilmeleri için kargaşalıklara ihtiyaçları vardır.” (agy, s. 31-32)

Dikkat edersek yoldaşlar, D. P. soytarısı Yunanistan’dan çok Türkiye’yi suçluyor, mahkûm ediyor. Düşmanlığı Türkiye körüklüyormuş.

İşte böyle vatan, millet, halk düşmanlığını; bu milletin gelmişine geçmişine soykırımcı, katliamcı, talancı diye küfretmeyi, bugünkü bizim “Sevrci Soytarı Sahte Sol” diye adlandırdığımız Yeni CIA Solu, bundan duyup ezberledi, öğrendi. Tabiî buna da ABD-AB Emperyalistleri öğretmişti o hainlikleri.

Daha önce de söylediğimiz gibi o cepheyi iyice boklayıp rezil ettikten sonra baktı ki orada kendisine bir ekmek çıkmıyor, zıpladı bu tarafa geçti. 2000’den bu yana da Ulusalcı oynuyor. Fakat burada da yaptığı namussuzluklar, düzenbazlıklarla hızla kirletmektedir bulunduğu mekânı. Bazı genç yoldaşlarımızın da dile getirdiği gibi, bizim endişemiz, tıpkı 12 Eylül’ün Amerikanofil faşist diktatörlerinin insanları Mustafa Kemal’den uzaklaştırdığı gibi bu da aynı işlevi görecek, insanların Mustafa Kemal’den uzaklaşmasına yol açacaktır. Çünkü bu cephede de bütün ihanetlerini, bütün rezilliklerini, bütün madrabazlıklarını hep Mustafa Kemal’in, Atatürk’ün arkasına gizlenerek yapmaktadır. Neyse…

Ne diyor yukarıdaki satırlarda bu vatandaş?

Harekât sonrası Kıbrıs’ta daha çok kan akacak.

Peki gerçek neyi gösterdi?

Bunun tam tersini. Harekâttan sonra katliamlar, ölümler ve akan kan bir anda tıp diye duruverdi. Her iki taraf da en azından can güvenliği endişesi yaşamadan hayatlarını sürdürür oldu. Tabiî tekrar tekrar söylediğimiz gibi, bunun (D. P.’nin) gerçeklerle de, olaylarla da bir ilgisi yok. Mao Zedung tarikatının müridi, meczubu bu.

Devam edelim Hafız’ın zırvalamalarını izlemeye:

“Silahlı Müdahale Kıbrıs’ın Kendi Kaderini Tayin Hakkını Çiğnemiştir

“Kıbrıs’ın kendi kaderini tayin hakkını savunuyorsak, silahlı müdahale ve saldırıya karşı çıkmalıyız. Çünkü Kıbrıs’a silahlı müdahale yapıldıktan sonra artık Kıbrıs’ın kendi kaderini tayin hakkından söz edilemez. Yunanistan’ın Kıbrıs’a müdahale etmesi, Türkiye için de bir müdahale hakkının doğmasına sebep olamaz. Müdahalenin meşru olduğu, şu veya bu sebeple bir kere kabul edildi mi, her türlü silahlı saldırının yolu da açılmış olur. Silahlı müdahaleyi meşrulaştıran her görüş, sonuç olarak ‘kuvvetli olan haklıdır’ şeklindeki emperyalist teoriye dayanır.” (agy, s. 45)

Ne diyor yukarıda Hafız’ımız?

Yunan Cuntası, tabiî o cunta demiyor, Yunanistan diyor, müdahale etti diye Kıbrıs’a bizim de müdahale etmemiz doğru değil.

Ne olmalıymış?

1967’de gerçekleştirilen “Albaylar Cuntası” adlı Yunan faşist diktatörlüğünün kuklası ENOSİS’çi faşist Nikos Sampson, darbesini gönlünce yerleştirmeli, kökleştirmeliymiş Kıbrıs’ta. Genç arkadaşlar bilmeyebilir o günleri. 1967’nin 21 Nisanı’nda CIA, Yunanistan’daki sosyalist gelişimin önünü kesmek ve sosyalist kültürü kazıyıp yok etmek için faşist bir darbe yaptırtmıştı, Amerikancı albaylara. Bu cunta bütün komünistleri, ilericileri yakalayıp işkencelerden geçirmiş ve zindanlara doldurmuştu. Bizdeki faşist diktatörlerin yaptığı gibi.

Bu faşist Albaylar Cuntası, tabiî CIA’nın yönlendirmesiyle Kıbrıs’ta da kendi benzerlerini yaratmak istemişti. Kendileriyle organik bağ içindeki EOKA-B adlı Türk düşmanlığını ideolojisinin merkezine yerleştirmiş ırkçı, faşist, ENOSİS’çi örgütün lideri Nikos Sampson, Rum Milli Muhafız Güçlerini de yanına alarak birlikte Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974’te faşist bir darbe gerçekleştirmişti. Bu faşist darbeciler süratle iki yönde katliama girişmişti.

Bir, Türk yerleşim bölgelerine saldırıp Türkleri katlediyorlar topluca ve toplu mezarlara dolduruyorlardı,

İki, Kıbrıslı Rum komünistlere saldırıp onları katlediyorlardı.

Eğer Türkiye müdahale edip bu faşist darbecileri alaşağı etmeseydi belki de Kıbrıs’ta ne Rum komünist kalmış olacaktı ne de Türk. Kıbrıs da Yunanistan’ın Ege ve Akdeniz’deki diğer adaları gibi bir adası olacaktı.

Olursa olsun diyor Bay Soytarı. Öyle ya onun bu milletle, bu halkla bir ilgisi yok ki.

Türkiye, Kıbrıs’a müdahale etmekle sadece oradaki Türk Halkının bir parçasını oluşturan Türklerin can ve mal güvenliklerini garanti altına almıştır. Haklarını güvenceye almıştır. Bu müdahalesi de tamamen 1960 tarihli Londra ve Zürih Anlaşmaları’nın kendisine tanıdığı yetki çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bu her iki anlaşma da uluslararası çapta geçerliliği ve tanınırlığı olan anlaşmalardır. Bu anlaşmalar Türkiye’ye Kıbrıs’taki Türk Halkının garantörlüğü hakkını vermektedir. Tabiî aynı anlaşmalar Yunanistan’a da Kıbrıs Rum Halkının garantörlüğü hakkını vermiştir.

Bu anlaşmalarda İngiltere’nin de garantör devletlerden biri olduğu yer almaktadır.

Doğu Perinçek ve tayfası Kıbrıs’ta Türkler katledilirse edilsin, kökleri kazınırsa kazınsın biz bir şey yapmış olmayalım, sadece seyirci kalalım, demektedirler.

Kıbrıs’ta federe devlet oluşumuna da karşı çıkmaktadırlar dikkat edersek. İnanın, onların bu zırvalamalarını aktarmak bıkkınlık veriyor insana. Bu beş para etmez, beş paralık değer taşımayan saçmalamaları konu etmek üzüyor insanı.

Yeri gelmişken bizim Kıbrıs Meselesi’nin çözümüne ilişkin açık, net, kesin ve en cahil insanımızın bile kolayca anlayabileceği açıklıktaki görüşümüzü ortaya koyuverelim, Partimizin Programı’ndan:

“KIBRIS SORUNU

“Partimiz, Türkiye’nin ve Kıbrıs Halkının çıkarına olan tek çözümün TAKSİM olduğunu görmekte, bunu savunmaktadır. Halk İktidarını kurunca da bunu gerçekleştirecektir.

“ABD ve AB Emperyalistleri, Arap milletini, Latin Amerika’yı, Yugoslavya’yı, Irak’ı parça parça bölerken ve bölünmüşlüğü ısrarla savunurken, Kıbrıs’ta iki ayrı Ulus’un birer bölüğünün ya da halkının iki ayrı devlet altında yaşadığı Kıbrıs’ı neden birleştirmek için durmaksızın çalışıyorlar?

“Türkiye’nin Kıbrıs’taki bölümünün siyasi varlığını ortadan kaldırmak, onu Rum devletine yamamak, ortadan kaldırmak, onun eline teslim etmek için.

“Tabiî bu yaptıklarının bedelini o devletten alacaklar, üsleriyle, tekelci şirketleriyle Ada’yı bir anlamda işgal edeceklerdir.

“Bunun sonucunda da Türkiye’nin, güneyden Akdeniz’e açılan kapısını kapamış-tıkamış olacaklardır. Eski Cumhurbaşkanlarından ve komutanlardan İsmet İnönü ve Fahri Korutürk de bu gerçeği, daha doğrusu Türkiye’ye karşı kurulmak istenen bu tuzağı, on yıllar önce görmüşler ve dile getirmişlerdi.

“Demek ki bizim için Kıbrıs sorunu, sadece orada yaşayan 200 bin Türkün sorunu değil, tüm Türkiye’nin sorunudur.” (Halkın Kurtuluş Partisi Tüzük ve Programı, s. 113-114)

Hafız’ın, her hafız gibi en hoşlandığı şeylerden birisi de tekrardır. Durup dinlenmeden zırvalamalarını tekrarlar. Sanır ki ne kadar tekrarlarsa, haklılığı o kadar artacaktır. Oysa ne der halkımız? “Yalanın harmanı olmaz”. İşte bakın:

“Her müdahale gibi Türkiye’nin silahlı müdahalesi de gerici bir karaktere sahipti ve bu gerçek çok kısa zamanda ortaya çıkmıştır. Türkiye hangi bahaneyi ileri sürerse sürsün, Kıbrıs’a karşı silahlı bir saldırı ve müdahalede bulunmuştur ve bugün de askerlerini Kıbrıs’tan çekmemekle müdahaleci tutumunda ısrar etmektedir. Hiçbir silahlı müdahale, oportünistlerin iddia ettikleri gibi, ‘bağımsızlıkçı’ veya ‘özgürlükçü’ bir amaç taşımaz. Silahlı müdahale ve saldırı, daima emperyalist ve istilacı bir karakter taşır.” (agy, s. 48)

Gördüğümüz gibi yoldaşlar, aynı demagojiyi tekrarlayıp duruyor bıkıp usanmadan.

Hafız, sadece Türkiye’ye saldırmakla ve lanetler yağdırmakla yetinmez. Kıbrıs’taki Türk yönetimine ve onun başı Denktaş’a da aynı şekilde saldırır. İzleyelim:

“Türk işgali, emperyalist sermayedarların menfaatlerini korumak yanında, Kıbrıs’ta tamamen sömürücü ve yağmacı bir rol oynamıştır.” (agy, s. 62)

“Kıbrıs’taki faşist Denktaş yönetimi, bu talan ve yağmayı kendi tekeline almak için kanun çıkarmak gereğini dahi duymaktadır. Cumhuriyet Gazetesi’nin yazdığına göre, Türk birliklerinin işgali altındaki bölgede bir ‘Nereden Buldun Kanunu’ çıkarılacaktır. (Cumhuriyet, 28 Ekim 1974) Bu kanun, kişisel olarak yapılan yağmayı yasaklayarak, Rumların terk ettiği mallara, faşist Denktaş yönetimi tarafından el konmasını sağlayacaktır. Bütün bunlar Türk ordusunun silahlı bekçiliği altında yapılmaktadır.” (agy, s. 65)

“Türkiye emekçilerini emperyalistlerle işbirliği ederek sömürenler, bugün Denktaş faşistleriyle beraber, Kıbrıs’ın her iki milliyetten emekçilerini de sömürüyorlar ve Rum halkının mallarını açıkça yağma ediyorlar.” (agy, s. 67)

Vatan millet düşmanı D. P. ve PDA Avanesi sadece Türkiye’nin Kıbrıs’a yaptığı askeri harekâta karşı çıkmakla kalmıyor. Kıbrıs’taki Denktaş yönetimini desteklemesine de karşı çıkıyor.

Ne yapacakmış Türkiye bunlara göre?

Kıbrıs’ta olup bitenleri sadece seyredecekmiş. Ne parmağını oynatacakmış olanlar karşısında ne de tek cümle olsun bir söz söyleyecekmiş. Şöyle der:

“Diğer taraftan Türkiye, Kıbrıs’ta Denktaş faşistlerini desteklemeye de son vermeliydi. Böyle bir tutum, Kıbrıs halkları arasında düşmanlık körükleyen faşistlere ağır bir darbe indirir ve halkların birliğine hizmet ederdi. Oysa Türkiye, bir yandan Kıbrıs’ta faşizmi yıkacağını iddia etmiş, diğer yandan faşist yöneticileri desteklemiştir.” (agy, s. 76)

Dikkat edersek, bu tezler tamamen ABD Emperyalistlerinin, AB Emperyalistlerinin ve onların bir dönem Türkiye temsilciliğini yapan Karen Fogg’un tezleriyle birebir uyumludur. Elifi elifine aynıdır. Soralım şimdi, sen kimin ağzıyla ötüyorsun Hafız, he? Efendilerinin değil mi? Evet.

Yine dikkat edersek bu görüşler bugün bizim “Sevrci Soytarı Sahte Sol”un savunduğu görüşlerin de aynısıdır. Yani o bugünkülere devredip geçmiştir bu ihanet tezlerini.

Kendi zavallılığını, uşaklığını ve bir gerizden farklı olmayan durumunu, tutumunu göremeyen Hafız, Türkiye’ye şöyle akıl vermekten de geri kalmaz. Öyle ya onda Mao Zedung Düşüncesi var. Her şeyin doğrusunu ışık hızıyla o görür, o değerlendirir sadece:

“Türkiye Kıbrıs’ın bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve egemenliğini savunmalı, Kıbrıs halklarının kendi kaderlerini her türlü müdahaleden uzak olarak çözmesi için kararlı bir mücadele vermeliydi.” (agy, s. 77)

Bu söylediğini yapmak için mücadeleye ne gerek var, bre Hafız. Yumdun mu gözünü, kapadın mı çeneni oldubitti her şey. Yunanistan varsın götürürse götürsün gitsin Kıbrıs’ı. Bana ne bundan, dedin mi tamamdır.

Ama ne dediğini bildiği mi var bunun… Devam eder şöyle üstelik de:

“Gene Türkiye, emperyalistlerin Kıbrıs üzerindeki denetimine hizmet eden anlaşmalara karşı çıkmalı, başka devletlere (İngiltere, Yunanistan, Türkiye) Kıbrıs’a müdahale imkanı veren bu emperyalist anlaşmaların geçersiz olduğunu ilan etmeliydi.” (agy, s. 77)

Gördünüz mü deneni?

Türkiye’nin 1960’ta Londra ve Zürih Anlaşmalarıyla Kıbrıs Türk Halkının canını ve malını korumakla ilgili elde ettiği haklardan da yani garantörlük hakkından da vazgeçmesini istiyor D. Perinçek. Vatan millet düşmanlığının da bu denli hayâsızcası görülebiliyor işte.

P. ve PDA Avanesinin bu hainane tezlerini kandırdıkları zavallı gençler savunmuştur, çeşitli ortamlarda. Yine yazıyor burada Doğu Perinçek:
“Almanya Türkiyeli Öğrenciler Federasyonu (ATÖF)’nun yayın organı Birlik Dergisi de şu anti-emperyalist şiarları ileri sürmekteydi:

“Adadaki bütün yabancı işgalci askerler derhal çekilmelidir.

“Akdeniz Akdeniz halklarınındır

“Kahrolsun gerici savaş!” (Birlik, Sayı: 24, Ağustos 1974)

“TSİP’in 11 Eylül 1974’te Ankara’da ‘Şili, Yunanistan ve Kıbrıs’ta faşizmi protesto’ için yaptıkları toplantıda, devrimciler ‘İŞGALE NİHAYET KIBRIS’A HÜRRİYET’ ve ‘KAHROLSUN İŞGAL’ sloganlarını hakim kıldılar. Böylece revizyonistlerin düzenlediği bir toplantı, işgali protesto eden devrimci bir gösteri haline getirildi.” (agy, s. 79)

Gördüğümüz gibi yoldaşlar, ihanetin, namussuzluğun ve ABD uşaklığının adını devrimcilik koyuyor Doğu Perinçek ve PDA Avanesi. Bunların devrimcilikten anladıkları bu. Biz boşuna mı diyoruz bunların 30 yıl boyunca izlediği yol ihanet yoludur, diye…

Şöyle sürdürüyor Hafız zırvalamalarını:

“Türkiye’nin işgale dayanarak herhangi bir çözümü Kıbrıs’a zorla kabul ettirmesine karşıyız. (Coğrafi federatif sistem) adı altında, Kıbrıs’ın fiilen taksim edilmesine, Kıbrıs halklarının birbirinden tamamen koparılmasına karşıyız.” (agy, s. 83)

Hain herif yemin etmiş sanki, Kıbrıs’ın satılmasına, Kıbrıs’tan vazgeçilmesine. Niye taksime karşısın? Kıbrıs milleti diye özgün bir millet mi var?

Kıbrıs’ta iki millet var: Biri Rum ya da Yunan, diğeri Türk. Ve iki de bölge var: Rumların bölgesi, Türklerin bölgesi.

Bu bölgelerden biri Yunanistan’la, biri de Türkiye’yle birleşse ne olur?

Çok iyi olur. Yunan ve Türk Halkları için de, onların Kıbrıs’ta yaşayan parçaları için de en hakkaniyetli ve en kalıcı, en pratik çözüm bu olur. ABD ve AB Emperyalistleri de Kıbrıs Meselesi diye bir meseleyi ellerine alarak onun çözümüne yardımcı oluyormuş maskesi altında buralarda emperyalist niyetlerini gerçekleştiremezler.

Unutmayalım ki büyük ülkelerin sınırları içinde yaşamak proletaryanın devrimci mücadelesinin çıkarları açısından daha yararlıdır, o mücadeleyi daha güçlü kılar, daha etkin ve başarılı kılar, daha da kolay kılar. Leninci Öğreti bunu gösterir.

Dünyadaki büyük ülkeleri BOP ve benzeri planlarla parça parça ederek küçük devletçikler haline getirmeyi amaçlayan emperyalistler, neden Kıbrıs’ta iki ayrı halkı ille de bir devlet çatısı altında tutmak için çabalamaktadırlar?

Devamı bir sonraki giride...




Bu ileti en son tarihselmaddeci tarafından 02.02.2015- 12:00 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
tarihselmaddeci
[ tarihselmaddeci ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.05.2014
İleti Sayısı: 581
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder

Web Adresi | Özel ileti Gönder

1 kere teşekkür edildi.
1 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: tarihselmaddeci
Cevap Tarihi: 02.02.2015- 11:59


Emperyalist çıkarları öyle gerektirdiği için.

Ama bu gerçekleri görebilecek akıl, mantık, metot zerre kadar olsun kalmamıştır ki D. P. ve PDA Avanesinde. Onlar Mao Zedung Düşüncesi tokmağını yiye yiye lahana, hıyar, domates, biber, patlıcan turşusu çömleğine çevirmişlerdir omuzlarının üstünde taşıdıkları organlarını…

Perinçek ve PDA Avanesi ihanet ve zırvalamalarında o denli hayasızlaşır ki, Türkiye’ye emperyalistlerin bile yöneltmediği suçlamayı yöneltir. İlhakçılıkla suçlar Türkiye’yi. AB-D Emperyalistleri, bildiğimiz fibi, sadece işgalcilikle suçlamaktadırlar Türkiye’yi. Bu ise yetinmez. İlhakçı da der. Görelim:

“Bugün Kıbrıs’ta durum nedir? Yabancı ülkelerin müdahale ve işgalleri sonucunda Kıbrıs’ın bağımsızlığı yok edilmiştir. Kıbrıs topraklarının neredeyse yarıya yakını Türkiye’nin işgali altındadır. Bu bölgelerde egemen olan Türkiye devletinin otoritesidir. Kıbrıs bugün Türkiye’nin altmış sekizinci vilayeti durumundadır. Hakim sınıflar, Kıbrıs’ın bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü dillerinden düşürmemektedirler, fakat gerçekte Türkiye, Kıbrıs’ın en önemli kesimini fiilen ilhak etmiştir ve geri kalan bölgede ise, zayıf bir Kıbrıs Rum devletinin kurulmasına taraftardır.” (agy, s. 33)

Nedir ilhak?

Bir ülkenin o güne kadar kendisine ait olmayan bir toprak parçasını kendisinin sayması ve kendi ülke topraklarına katması, eklemesidir. Var mı böyle bir şey Kıbrıs’ta? Yok. Ama D. Perinçek ve PDA Avanesi utanmayı, arlanmayı, namusu, hayayı ortadan kaldırınca böyle konuşabiliyorlar artık. İhanette sınır yok onlarda…

İsterseniz yoldaşlar, Perinçek’in o günlere ait zırvalamalarının üzerinde daha fazla durmayalım. Hani der ya halkımız “gına geldi”, diye. Öyle oldu. Belki siz de öyle diyorsunuzdur…

Şimdi de gelelim Perinçek ve Avanesinin 2000 sonrası Kıbrıs görüşlerine. Malum ya, bu tarihte bu tayfa kesin bir saf değiştirme harekâtında bulunmuştu. O güne dek ortalama çeyrek yüzyıl oynadığı Sevrci Cepheyi terk edip onun 180 derece karşıtı olan ulusalcı cepheye zıplamıştı. Hani hırsızlığı meslek edinmiş bazı kriminal tipler olur, bir mahallede ya da şehirde herkes tarafından tanınıp bilinince, artık o bölgede mesleğini icra edemez hale gelir. Bu nedenle de mahalle ya da şehir değiştirir. İşte o baptan Perinçek ve PDA Avanesi de Sevrci Sol’un bileşenleri arasında itibar görmeyip bir siyasi rant kazanamayacağını anlayınca keskin bir dönüş yaparak ulusalcı cepheye geçmişti 2000’de. Artık bu tarihten sonra da önceden savunduğu tüm görüşleri aynı keskinlikte değiştirmişti. Karşıtını savunur hale gelmişti eski görüşlerinin.

Evet yoldaşlar, şimdi ilk baskısı 2002’de yapılan Perinçek’in “Karen Fogg’un E- Postalları” adlı kitabına bakalım:

“KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş Ön Cephede Tarihi Bir Mücadele Veriyor

“Karen Fogg’un yıkıcı faaliyetleri karşısında Ankara hükümeti teslimiyetçi bir tutum izlerken, KKTC Cumhurbaşkanı tarihe geçecek bir kararlılık örneği gösterdi. KKTC’deki Ulusal Halk Hareketi’nin günlük yayın organı Volkan Gazetesi, Fogg’un Kıbrıs yazışmalarını günlerce manşetten verdi ve etkili bir mücadele yürüttü.

“KKTC Cumhurbaşkanı sayın Rauf Denktaş, Mart ayının ikinci haftasında dört ayrı açıklama yaparak, AB’nin Türkiye ve KKTC’ye karşı yürüttüğü faaliyete cepheden tavır aldı ve bütün ağırlığını koydu. Sayın Denktaş, bu açıklamalarında Türkiye’de İP Genel Başkanı’nın ve Aydınlık dergisinin yürüttüğü mücadeleyi bütün dünya kamuoyunun önünde destekledi. (agy, s. 132)

Evet, yoldaşlar, işte böyle. D. Perinçek, eski kalıbından çıkıyor, bir anda Kıbrıs konusunda da bambaşka, yepyeni bir kalıba giriveriyor. Çok alışık ve deneyimli olduğu için, bu kalıp değişimleri onun için zor olmuyor. Bir odadan diğerine geçer gibi bir kalıbı içinden çıkıp fırlatıyor bir kenara, bir yenisini beğenip dalıveriyor içine.

Soralım mı yeniden Hafız’a ne dersiniz yoldaşlar?

“İşgalci Türk Ordusu’nun işbirlikçisi, sömürücü, talancı, diktatör, faşist Denktaş” nereye gitti Hafız, diye?

Sormayalım bence… Artık onun söyleyeceği hiçbir şeyin bir ciddiyeti de bir anlamı da kalmamıştır bizim için.

Hatırlarsınız yoldaşlar, 2005’te de Rauf Denktaş’ın başkanlığında toplantılar düzenler Doğu Perinçek ve Avanesi. Ermeni Meselesi’ne ilişkin (tabiî yeni girdikleri kalıpla uyumlu) kararlar alırlar. Sonrasında hep birlikte yani Denktaş da dahil olmak üzere Ermeni Soykırımı emperyalist yalanına karşı mücadele etmek üzere “Talat Paşa Komitesi” kurarlar. D. P. ve Avanesi artık milli davaların aktif savunucuları ve büyük kahramanları olarak meydanlarda, kürsülerde nutuklar atarlar.

Bu kalıp değişikliği hayli rant getirir D. Perinçek ve Avanesine. Bayağı gündem ettirirler kendilerini. Bir hayli genci de kandırmayı başarırlar. Fakat bizce bu da uzun sürmeyecektir. Burada da karşıdevrimci içyüzlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.

Yüreksizliği, mitomanlığı, devrimci teoriden ve siyasi ahlâktan yoksunluğu ister istemez ele verecektir kendisini. Avanesi de zaten bunun her dediğini, daha doğrusu her saçmalamasını Tanrı kelamı sayacak denli akla, mantığa elveda çekmiş zavallılar topluluğudur.

İşte, Tayyip’e müttefik olurlar, Tayyipgiller’in örgütü olan “Yargıda Birlik Platformu”nun HSYK zaferine kefil olup alkış tutarlar, Kontrgerilla’nın özel partisi MHP’yle, Demirel ve Özal döküntüleriyle (ABD Emperyalistlerinin yıllarca kullanıp miadını doldurdukları için hurdalığa attığı bu tırışka ABD uşaklarıyla) “Milli Merkez”ler kurma kampanyaları açarlar, ABD ile dost olmak istediklerini belirtirler vb…

Özetçe yoldaşlar, çıkışı, sabahı olmayan bir yoldur bunların yürüdüğü.

Bazı iyi niyetli bilinçsiz arkadaşlar diyorlar ya; ya geçmişte öyleydi ama şimdi doğru yerde, doğru şeyler yapıyor, diye. Şimdiki durumu da işte bu. Onun da aslında iler tutar yanı yok.

Sözü yine fazla mı uzattık yoldaşlar?

Biraz öyle oldu galiba. Ama istedik ki içtenlikli ve gerçeğin peşinde olan her arkadaş geçmişimizi, daha doğrusu Devrim Tarihimizi doğru bilsin, doğru öğrensin. Bundan sözleri uzatmamız. Umarız anlaşılırız. Zaten tüm arkadaşlardan tek bir şey isteriz: anlaşılmak… 28.01.2015

HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut

Kaynak: http://kurtuluspartisi.org/oksur-bakalim-hafiz-rauf-denktas-isgalci-ilhakci-turk-ordusunun-isbirlikcisi-fasist-diktator-mu-yoksa-turk-dunyasinin-vatansever-devlet-adamlarinin-en-onde-gele/



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
tarihselmaddeci
[ tarihselmaddeci ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.05.2014
İleti Sayısı: 581
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder

Web Adresi | Özel ileti Gönder

1 kere teşekkür edildi.
1 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: tarihselmaddeci
Cevap Tarihi: 09.02.2015- 11:04


Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin İhanete Karmış Hazin Siyasi Serüvenine Dair… (11)

Söyle bakalım Perinçek Efendi; Türkeş’li, Bahçeli’li MHP, “Özel Savaş Örgütünün Yan Kuruluşu” mu, yoksa “Milli Güçbirliği’nin unsurlarından biri” mi?


Doğu Perinçek ve İP Şürekâsı bildiğimiz gibi hemen her gün Ulusal Kanal ve Aydınlık’ında “Milli Güçler”den, “Milli Merkez”den, “Cumhuriyet Birliği”nden, Milli güçlerin birleşmesi gerektiğinden söz etmektedir.

Dikkat edelim, sol güçler, solun birliği, halk kurtuluş cephesi filan demiyor. Tam tersini söylüyor. “Milli Güçler, Milli Merkez”.

Soralım bakalım D. Perinçek’e: Kimmiş bu “Milli Güçler”?

Hemen yanıtlar sorumuzu. Bakın neler der…

Tahliye olduktan sonra Ulusal Kanal’da Hulki Cevizoğlu’nun “İkna Odası” adlı programına konuk edilir. Aslında kimin konuk kimin ev sahibi olduğu da karışık da, neyse. Orada Cevizoğlu’nun dışında Arslan Bulut, Gülgün Feyman Budak, Orhan Bursalı ve Ümit Ertaç Zileli de vardır, televizyoncu ve gazeteci olarak. Onların sorularını cevaplar, Perinçek. Konumuza ilişkin bir soruya da şöyle cevap verir:

“(…) CHP ve MHP’ye yıllarca yalvardık. Gelin güç birliği yapalım. İsterseniz buna Cumhuriyet Birliği diyelim.” (http://www.aydinlikgazete.com/m/?id=35663, 13 Mart 2014)

Kimmiş milli güçlerin bileşenleri? Ya da birleşmesi gerekenleri, unsurları?

CHP ve MHP. Ve tabiî bir de kendileri yani İP.

Daha pek çok yerde aynı tezini tekrarlar bu tayfa.

Yine Aydınlık’ta yazdığı, Ulusal Kanal’da da okunan bir yazısında şöyle der:

“MHP’yi dışlayan hükümet projesi AKP yandaşıdır ve en aşırı sağcıdır

“(…)

“CHP ve İşçi Partisi, şu günün koşullarında MHP’nin temsil ettiği güçlerle Millî Güçbirliği kurmayı başaramazlarsa, yerel seçimler sonunda Tayyip Erdoğan’ın yüzü güler. Burada suçu MHP’nin üzerine atarak, AKP’yi kurtarabilirsiniz fakat Türkiye’yi kurtaramazsınız, CHP’yi de kurtaramazsınız.” (Doğu Perinçek, Aydınlık, 29 Ağustos 2013)

Açıkça görüldüğü gibi hazret, üçümüz ittifak edelim, seçime öyle girelim, teklifinde bulunuyor, CHP ve MHP’ye. Yani “Milli Güçler”in diğer iki bileşenine.

“İşçi Partisi’nden CHP ve MHP’ye ittifak teklifi

“Biz İşçi Partisi olarak CHP ve MHP’ye iki yıldır ısrarla bir milli hükümet hedefiyle güç birliği öneriyoruz.” diyen Perinçek bu teklifin her iki partiden de ret cevabı aldığını söyledi.

“Perinçek şöyle devam etti:

“Bu basit bir seçim işbirliği ya da sandalyeleri paylaşmak değil. Türkiye’yi bu karanlıklardan kurtarmak. Kurtaracak kuvvetler ne? Milli kuvvetler.” (Sözcü Gazetesi, 24.03.2014)

Görüldüğü gibi yoldaşlar, Türkiye’yi karanlıktan kurtaracak olan milli kuvvetler İP, CHP ve MHP’ymiş. Bunların ittifakı gerçekleşirse ancak Türkiye karanlıktan kurtulurmuş. Adamlar bunun için yıllardır yalvarıyormuş CHP ve MHP’ye, bu ittifakı bir an önce gerçekleştirelim, diye.

Sadece bu türden açıklamalarla yetinmez, D. P. ve PDA Avanesi. Önde gelen bazı MHP milletvekillerini de Ulusal Kanal’ına, mesela yine eski MHP döküntüsü Yaşar Okuyan’ın programcılarından olduğu “Bakan Bakana” programına, takıntılı antikomünist MHP Ankara Milletvekili Özcan Yeniçeri’yi çıkarır konuşturur. Böylece şirinlik yapmış olur MHP’ye. Özlediği hayal dünyasındaki milli güçler birliğini bu şekilde çabalayarak oluşturabileceğini umar.

Başka örneklerle tekrar tekrar gösterebiliriz onun bu konudaki çabalarını, özlemlerini ve girişimlerini. Ama mesele zaten siyasi ortamda herkesçe bilinmektedir. O bakımdan, bu kadarıyla yetinelim.

Şimdi de yoldaşlar, gelelim Doğu Perinçek ve PDA Şürekâsının MHP hakkındaki önceki görüşlerine. Yani daha önce bulunduğu kalıptayken savunduğu görüşlerine. Bakalım o günlerde ya da eski kalıbındayken MHP hakkında ne demiş Bay D. P. ve müritleri:

“Nitekim Turancılık, 1930’larda Nazi emperyalistlerinin hizmetine girdi. İkinci Dünya Savaşı’nda bu akımı besleyenler, Hitler yönetimi yanında, Türkiye burjuvazisinin Nazi taraftarı, vurguncu kesimi oldu. O tarihlerde Alman Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’deki büyükelçiliğine yolladığı şifreli mektupta aynen şöyle yazmaktaydı:

“Mali durumların yetersizliği dolayısıyla, Türkiye’deki dostlarımızı destekleyebilmeniz için size 5 milyon altın Reichsmark gönderilmesini emrettim.

“İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler, başında Turancıların bulunduğu Bozkurt Alayları kurdular. Bu Nazi alaylarında, Nazilerin sembolü olan gamalı haç yerine bozkurt kullanılmaktaydı.

“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise, Hitler’in çizmelerini giyen ABD emperyalistleri, bütün dünyadaki faşist ve gerici akımların iplerini ellerine aldılar. Bu gelişmeye paralel olarak bizim ırkçılarımız da ABD emperyalizminin hizmetine girdiler.

“Türkeş’in Bozkurtları, 1960’lardan itibaren, ABD ve NATO reçetelerine göre kurulan Özel Savaş örgütünün yan kuruluşu olarak çalıştılar. 1960’lı yıllarda Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden başlayarak, Türk İntikam Tugayı (TİT), Esir Türkler Kurtuluş Ordusu (ETKO), İslami Hareket, İslami Yumruk, Hizbullah (İlim Grubu), İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA/C) gibi örgütler, halk güçlerini terörle bastırmak ve sindirmek için kullanıldılar. 1 Mayıs 1977 sonrasında CIA’nın Türkiye’yi istikrarsızlaştırma operasyonunda rol alarak, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Erzincan katliamlarını düzenleyen, Türkiye’nin seçkin aydınlarını katleden ülkücü yeraltı örgütlerinin bütün marifetleri artık açığa çıkmış bulunmaktadır. Ülkücü elebaşların CIA tarafından eğitildikleri, CIA’nın 12 Eylül operasyonunda rol aldıkları, CIA’nın denetimi altında uyuşturucu işi yaptıkları artık sıradan insanın bildiği gerçeklerdir.

“Ülkücülük örtüsü altında, cinayet, uyuşturucu kaçakçılığı, haraç, gasp, tehdit, çek-senet tahsili gibi adi suçlar işlemeyi bir meslek faaliyeti haline getiren örgütler ve çeteler oluşmuştur. Irkçı milliyetçilik, en sonunda, ABD güdümünde, CIA bağlantılı bir mafya hareketine dönüşmüştür. ‘Ülkücü Mafya’ artık günlük konuşma diline yerleşmiş bir terimdir ve ülkücüler tarafından da yaygın olarak kullanılmaktadır” (Doğu Perinçek, Bozkurt Efsaneleri ve Gerçek-Orta Asya Kavimlerinin Tarihsel Gelişimleri, Kaynak Yayınları, Geliştirilmiş 4. Basım, Kasım 1997, s. 120-121)

Evet yoldaşlar, gördüğümüz gibi, Kasım 1997’de MHP’yi böyle değerlendiriyor Doğu Perinçek. Bu değerlendirme, bizim 1960’lı yıllardan bu yana MHP değerlendirmemizle aşağı yukarı örtüşür. Demek ki Naziler, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde Enver Paşa’nın yolundan giden yani Turan’ı emperyalist büyük devletlerin ya da bir devletin himayesinde burjuva bir sistem çerçevesinde kurmayı amaçlayan antikomünist Turancılarla ilişki içindeymiş. Geçmişte Alman İmparatorluğu nasıl Enver Paşa’yı ve onun aracılığıyla Osmanlı’yı kullandıysa biz de bugün onun takipçilerinin aynı şekilde kendi siyasi amaçlarımız için kullanabiliriz, diye düşünmüşler. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasındaysa bu ırkçı, antikomünist Türkçüleri ABD ve onun casus örgütü CIA eline almış. O kullanmaya başlamış artık. O günden sonra da hep ABD Emperyalizminin ve CIA’nın yörüngesinde ve güdümünde olmuştur bizdeki ırkçı Turancılar ve onların siyasi örgütü MHP ve onun lideri Alparslan Türkeş. Türkeş bilindiği gibi, dünyada ABD Emperyalistleri tarafından Kontrgerilla eğitiminden geçirilen ilk birkaç kişiden biridir.

1965 yılında da ABD Emperyalistleri, daha sonra MHP’ye dönüştürülecek olan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)’yi bir Kontrgerilla örgütü olması amacıyla ele geçirtmişlerdir, Türkeş ve ekibine. Bu ekip bilindiği gibi, bir süre sonra ele geçirdikleri CKMP’nin adını MHP olarak değiştirmişlerdir.

Bizim yine 1960’lardan bu yana hep söylediğimiz gibi MHP, Kontrgerilla’nın özel siyasi örgütüdür, partisidir. Kontrgerilla’nın milis kuvvetleri ya da paramiliter güçleri hep bu partinin üyeleri, taraftarları arasından seçilip oluşturulmuştur. Yani bu parti CIA’nın Kontrgerilla teorisyeni David Galula’nın, Türkçeye de çevrilip Genelkurmay Matbaası’nda 1750 adet bastırılıp “Hizmete Özel” ibaresi altında Türkiye’deki Kontrgerilla birimlerine temel eğitim kitabı olması amacıyla gönderilmiş olan kitabında önerdiği örgüttür. Bu kitapta Kontrgerilla’ya hizmet edecek, onun sivil insanlar içindeki, kanadını oluşturacak bir siyasi partinin yaratılmasının zaruri olduğu belirtilir. İşte bu özel parti yani Kontrgerilla partisi MHP’dir. Bu konu hakkında ayrıntılı bilgi için 2011 yılında Derleniş Yayınları’ndan çıkan “CIA’nın Örgütlediği Kontrgerilla-Süper NATO ve Yine CIA’nın Örgütlediği “Ergenekon Davası” Saldırısı” adlı kitabımıza başvurulabilir.

Ayrıca Can Dündar ve Celal Kazdağlı’nın birlikte hazırladıkları Ergenekon Belgesi izlenebilir, kitap olarak da yayımlandığı için okunabilir.

İşte bu sebepten, Doğu Perinçek’in yukarıdaki satırları da bizim görüşümüze yaklaşır. O da diyor ki, MHP ve onun ülkücüleri özel savaş örgütünün yan kuruluşudur.

Burada şu gerçeğin altını çizelim:

Özel Savaş Örgütü dediği “Özel Harp Dairesi”dir. Bu daire, CIA yönetimindeki uluslararası Kontrgerilla örgütünün Türkiye şubesinin ana karargâhıdır, merkezidir. Yani Süpernato’nun, Gladyo’nun Türkiye’deki merkezidir Özel Harp Dairesi.

Bu gerçeği Doğu Perinçek de “Çiller Özel Örgütü” adlı kitabında açıkça ve netçe kabul eder. Şöyle der:

“Kontrgerilla, Türkiye’ye bir NATO armağanı olarak 1952’de geldi. İlk resmi adı, Seferberlik Tetkik Kurulu idi. Sonra 1960’larda Özel Harp Dairesi adını aldı. Toplum, bu örgütün varlığından yaygın olarak ilk kez 12 Mart 1971 rejimi sırasında haberdar oldu. Kontrgerilla, 1980’e doğru yeraltı eylemlerini yoğunlaştırdı. Abdi İpekçi’lerden Doğan Öz’lere kadar bir dizi suikast, Sirkeci ve Yeşilköy sabotajlarına, Marmara yolcu gemisinin batırılmasına kadar bir dizi büyük tertip, 1 Mayıs 1977 Taksim’den Kahramanmaraş’a Çorum’a uzanan katliamlar, 12 Eylül 1980 darbesinin ortamını hazırladı. Kontrgerilla, 1980 sonrasında faaliyetini olağanüstü boyutlara ulaştırdı. Bugünkü adı, Özel Kuvvetler Komutanlığıdır.” (Doğu Perinçek, agy, s. 11)

Evet, yoldaşlar, Doğu Perinçek’in de kesince itiraf edip belirttiği gibi Özel Harp Dairesi Süpernato’ymuş, Kontrgerilla’ymış, Gladyo’ymuş. Ve söylediği bütün katliamları da yapmış. Binlerce devrimcinin, ilericinin, yurtseverin demokratın kanına girmiş. Bütün bu tespitler olağanüstü doğrudur.

Doğu Perinçek ve Avanesi Lenin Usta’nın benzetmesiyle “kör bir köpecik” gibi burnunu oradan oraya sokarken bazen doğru yerlere de dokunuyor, temas ediyor. Ama ne çare ki adamlarda denge yok, tutarlılık yok, teori yok, kafada sistem yok. O bakımdan kısa süre sonra hızla oradan uzaklaşırlar ve buldukları o doğrunun tam zıttına atlayıp yanlışı savunmaya başlarlar.

İşte aynı Doğu Perinçek ve ekibi aynı “Özel Harp Dairesi”ni şu netlikte savunurlar, ona destek verirler, olumlu ve faydalı bulurlar onu. Yazı serimizin daha önceki bölümlerinde göstermiştik onların bu yaptığını, yani Kontrgerilla yandaşlığını. Fakat burada yeri geldiği için tekrardan kaçınmayıp bir kez daha gösteriverelim bu utanç verici aşağılık işi nasıl yaptıklarını:

“Özellikle şunu belirtelim: Partimiz “Özel Harbi” dış tehdide karşı son derece gerekli gördüğünü defalarca belirtmiştir. Biz bunun önemini çok derinden kavramış bir partiyiz. Bu nedenle Özel Harp Dairesinin yasal kuruluş amacına ve yasal gördüğümüz bu anlamdaki faaliyetlerine karşı çıkmadık, hatta bunları gerekli gördük.” (Türkiye İşçi Köylü Partisi İddianame ve Sorgu, s. 132-133, Sahibi: Av. Hüseyin Gökçearslan, Derleyen: Selim Arıkdal, Av. Hüseyin Gökçearslan’ın Önsöz’ünün yazım tarihi: 31.08.1981)

İşte böyle bunlar yoldaşlar. Dün ak dediğine bugün kara demezse yaşayamaz bu D. P. ve Avanesi. Döner bunlar, durup dinlenmeden döner. Bir cepheden karşı cepheye habire gider gelir. Bunların döneklikleri, zikzakları, gelgitleri, saçmalamaları yanında devenin bedeni bile mızrak gibi dümdüz kalır. Bunların ele alınır bir tarafları yok. Neyse, geçelim.

Şimdi dönelim o zamanki kalıplarındayken MHP hakkında dediklerine:

“MHP ve Ülkü Ocakları, denilebilir ki, NATO modeline uygun olarak, devletin yeraltı terörünün yan kuruluşları işlevini yerine getirdiler.” (Doğu Perinçek, Çiller Özel Örgütü, s. 12)

“ÜLKÜCÜ DEVLET ÇETESİ: 6. FİLO

“(Aydınlık, 28 Temmuz 1996)

“Lider kadrosu Ülkü Ocakları ile bağlantılı olan bir devlet çetesi. Adapazarı kökenli mafya örgütü, kendine özel bir isim takmış: 6. Filo. Söylemez çetesi, Güneydoğu’dan kaçırılan silahlara Ankara’dan ruhsat dağıtan, aralarında polis ve askerlerin de bulunduğu Kaplan çetesi derken, şimdi de 6. Filo.

“6. Filo, devlet adına karanlık tertiplere girişen mafya-gladyo türü örgütlerden biri. Belki de en büyüğü. Rejim yozlaştıkça devlet mafyalaşıyor, mafya devletleşiyor. Gladyo mafya ile birleşiyor; adı 6. Filo oluyor.

“6. Filo’nun adı şimdiye kadar basında hiç çıkmadı. Yaptığı pek çok icraat polis tarafından bilinmesine rağmen, resmi kayıtlara geçirilmedi.” (agy, s. 165)

Evet yoldaşlar, Doğu Perinçek ve Şürekası 2000 öncesi kalıplarındayken bir dönem işte MHP ve onun ülkücüleri hakkında böyle doğru tespitlerde bulunmuşlar.

Fakat bugünlerde -gördüğümüz gibi- o gün söylediklerinin tamamını silip süpürmüşler, yalayıp yutmuşlar ve o günkünün 180 derece karşıtı olan cepheye zıplamışlar. Dedik ya adamlar değişecek sürekli. Değişmediler mi alerji başlıyor adamlarda: kaşıntı, sıkıntı, yürek çarpıntısı, bilinç bulanıklığı… Böylece çabalayıp o anki kalıplarından fırlıyorlar, onun tam zıttı olan bir kalıba giriveriyorlar.

CIA’nın ve Gladyo’nun yan kuruluşu olan MHP’nin bugün aniden ve birden milli güçlerin bileşenlerinden olduğunu keşfediyorlar ve kendi ifadeleriyle ne yaptık diyorlar yoldaşlar?

“Yıllardan beri yalvarıyoruz ona” diyorlar.

Ne için yalvarıyorlarmış?

Milli Cephe kurmak için.

Yani Amerika’nın-Washington’un-Pentagon’un-CIA’nın-Gladyo’nun yan kuruluşu olan MHP ile milli cephe kuracaklar. Şunların zavallılığını mı diyelim, namussuzluğunu mu diyelim, alçaklığını mı diyelim, görebiliyor musunuz yoldaşlar?

Ama bunlar bu işte! Bunların çizgisi bu! Bunların iler tutar ele alınır hiçbir yönleri yok.

Şu anda da aslında gençlerin kafasını bulandırarak, onları kandırarak, çıkmaz sokaklarda avutarak karşıdevrime hizmet ediyorlar. MHP de, AKP de, benzerleri de karşıdevrim cephesinin, emperyalizm cephesinin yerli, hain, işbirlikçi güçlerindendir.

Bunlar aynı zamanda onursuzdurlar da, yoldaşlar. Korkunç bir ahlâk sefaleti içindedir bunlar. Bunların bu milli cephe kurma saçmalamaları, Gladyo’nun özel partisi MHP’yi rahatsız ediyor ve bunların ağzının tam ortasına katır çiftesini yapıştırıyor. Bakın, görelim MHP Genel Sekreteri İsmet Büyükataman ne cevap veriyor, Perinçek ve Avanesine:

“MHP’nin şer odaklarıyla ittifakı mümkün değildir

“Perinçek’in, “adı sanı bulunmayan bir sözde MHP milletvekili üzerinden kirli düşüncelerini ifşa ettiğini” öne süren Büyükataman, şu ifadeleri kullandı:

“Türk milletinin partimize olan yoğun ilgisine set vurmak için üretilen CHP-MHP anlaşması iftirasına Türk milletini inandırmak adına şahitliğine başvuracak daha kuvvetli bir yalancı olmadığı için olsa gerek çirkefliğin ve iftiranın çukuru olan bu zat-ı gereksize müracaat edilmiş ve o da her zamanki asılsız iddialarına bir yenisini eklemiştir. Hayal dünyasında yarattığı bir MHP milletvekilinin varlığını, var olmayan bir ses kaydıyla ispata çalışan bu zat iddiasını ispatla mükelleftir. Şayet iddiasını ispat edemezse müfteridir, alçaktır. Kendi kafasında bir ‘milli güçler birliği’ oluşturan bu aklı evvel, bir süredir yazılar yazmakta, kendince MHP’yi bu güç birliğinin vazgeçilmez unsuru olarak addetmekte ve CHP-İP ile birlikte MHP’yi milli güçler olarak tarif etmektedir. Düne kadar Türk bayrağının şeklinden habersiz olanların, geçmişlerinde Türk bayrağıyla bir tane dahi fotoğrafı bulunmayanların, orak ve çekiçle milletin birliğine, Türk milliyetçilerine saldıranların; vatan-millet- bağımsızlık mefhumlarından anladığıyla MHP’nin anladığının, hissettiğinin aynı olması söz konusu dahi değildir. Türk milletinin bölünmeye, kötü ekonomik gidişe, sağlıkta ve sosyal yatırımlarda her geçen gün yaşanan gerilemeye, toplumsal kutuplaşmaya ve ötekileştirmeye karşı kenetlendiği MHP’nin hiçbir şer odağıyla ve partiyle ittifakı söz konusu değildir. MHP’nin ittifakı sadece ama sadece Türk milletiyledir. Millet ve din düşmanlarıyla ittifakımız değil kavgamız söz konusudur. Bu kavgamız, Türk milleti gibi bakidir. Milletimizin desteğiyle hak yoldan dönme bilmeden yürüyen partimiz, önümüzdeki dönem kurulması muhtemel açılım ortaklığında yer almasına kesin gözüyle bakılan yapılarla birliktelik kurması imkansızdır. Hepsi bir, MHP birdir. Kişi kendinden bilir işi, misali her kemik atanın peşine takılanlar; MHP’yi de kendileri gibi ilkesiz, ahlâksız, şuursuz ve gayrimilli zannederek kendi karakterlerini sergilemektedir.” (http://www.kapsamhaber.com/siyaset/mhpnin-perincek-tepkisi-h8007.html)

Halkımızın deyişiyle “itin yese kuduracağı” bu ağır hakaretleri ve küfürleri yedikten sonra olsun kendisinde zerre miktarda şeref ve akıl olan kişi ne eder?

Ulan biz ne halt etmişiz, diyerek yüzgeri eder. O işinden vaz geçer. O insanlarla bir daha selamı sabahı olmaz. Ama bunlar öylesine acınacak denli onursuzdurlar ki, o hakaretlerden sonra bile hiçbir şey olmamış gibi aynı doğrultudaki saçmalamalarını sürdürmektedirler. Hatta bugün bile, değil mi?

Ne zaman sıralıyor yukarıdaki hakaretleri Amerika’nın Gladyo partisinin genel sekreteri?

5 Aralık 2013. Bu ise yukarıdaki aktarmalarda da görüldüğü gibi hâlâ MHP milli güçlerdendir zırvalamasını tekrarlayıp duruyor.

Bunlar gerçekten mide bulandırıcı, yoldaşlar. Hep dediğimiz gibi bunların yeri çöplük.

Biz neyi savunuyoruz, yoldaşlar?

Halk Kurtuluş Cephesini kurmayı.

Kimlerle ve hangi ilkelerle?

Şu ilkeleri benimseyenlerle:

Antiemperyalizm: Yani ABD ve AB Emperyalistlerine, onların Türkiye’deki yerli hain işbirlikçilerine kesince karşı olacaksın.
Antifeodalizm: Her türden Ortaçağcı ve Ortaçağ kalıntısı güçlere ve onların siyasi ideolojilerine karşı olacaksın. Laikliği netçe, aktifçe, kararlılıkla savunacaksın.
Antişovenizm: Türkiye’nin şu anki en önemli siyasi sorunu olan Kürt Sorunu’nun Amerikancı değil Devrimci Çözümünden yani sorunun gerçek anlamda eşitlik ve kardeşlik temeli üzerinden çözümünden yana olacaksın.
Yanlış anlaşılmasın, PKK Kürt Sorunu’nun Amerikancı çözümünü savunmakta ve hayata geçirmektedir. O, Ortadoğu’da ABD’ye ikinci bir petrol bekçisi yaratılmasının, ikinci bir İsrail oluşturulmasının taraftarı ve savunucusudur. Bizse onun tam karşıtı olan bir çözümden yani bölgemizden ve Ortadoğu’dan ABD ve AB Emperyalistlerini, onların işbirlikçilerini defetmeyi amaçlayan, bunun için de Kürt kardeşlerimizle kardeşçe, omuz omuza antiemperyalist bir mücadele vermeyi ve Demokratik Halk Devrimini gerçekleştirmeyi amaçlayan bir mücadelenin savunucuları ve hareketiyiz.

Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı buna “İkinci Kuvayimilliyecilik” adını vermiştir. Ve bayrağı 1954’te Vatan Partisi’nin kuruluşuyla birlikte açmıştır. Biz de bu İkinci Kuvayimilliye bayrağının altında savaşımızı zafere ulaştırıncaya kadar sürdüreceğiz. İdeolojimize de kendimize de güvenimiz, inancımız tamdır. Mutlaka zafere ulaşacağız. Zafer er ya da geç İkinci Kuvayimilliye Savaşçılarının olacaktır… 30.01.2015

HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut

Kaynak: http://kurtuluspartisi.org/soyle-bakalim-perincek-efendi-turkesli-bahcelili-mhp-ozel-savas-orgutunun-yan-kurulusu-mu-yoksa-milli-gucbirliginin-unsurlarindan-biri/



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
Alisan
[ ]
Üye Silindi
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi:
İleti Sayısı: 0
Konum: Gizli
Durum: üye silinmiş
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: Alisan
Cevap Tarihi: 09.02.2015- 11:13


Hala Perinçek'i Sol olarak tanımlayanların aklına yanıyorum.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
tarihselmaddeci
[ tarihselmaddeci ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.05.2014
İleti Sayısı: 581
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder

Web Adresi | Özel ileti Gönder

1 kere teşekkür edildi.
1 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: tarihselmaddeci
Cevap Tarihi: 10.02.2015- 09:45


Alıntı Çizelgesi: Alisan yazmış

Hala Perinçek'i Sol olarak tanımlayanların aklına yanıyorum.



Biz de "şaşıyoruz".




Bu ileti en son tarihselmaddeci tarafından 10.02.2015- 09:45 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
tarihselmaddeci
[ tarihselmaddeci ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.05.2014
İleti Sayısı: 581
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder

Web Adresi | Özel ileti Gönder

1 kere teşekkür edildi.
1 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: tarihselmaddeci
Cevap Tarihi: 13.02.2015- 09:28


Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin İhanete Karmış Hazin Siyasi Serüvenine Dair… (12)

Behey Bin Kalıplı! Bir yandan “Arkadaşım Deniz Gezmiş” diye kitap yazacaksın, diğer yandan da Denizler’in, Mahirler’in cellâtlarıyla “Millî Güç Birliği” zırvalaması altında ittifaka gireceksin, öyle mi?


Evet, aynen de öyle yoldaşlar. Bu adamın ve Avanesinin, bu sınıflarüstü karşıdevrimci bir CIA projesi olan “Millî Güç Birliği”, “Millî Güçler”, “Millî Merkez” gibi saçmalamaları sadece bugüne özgü bir şey değildir. 40 yıldan bu yana bunlar aynı düzenbazlığın, aynı kandırmacanın içindedirler.

Sözü uzatmadan bu hareketin yani PDA Hareketinin D. P.’den sonra gelen ikinci adamı ve D. P.’nin kız kardeşinin eşi Gün Zileli’ye bırakalım sözü. Daha önce de sözünü edip aktarmalar yaptığımız 4 ciltlik anılarının yine “Havariler” adlı (1972-1983) 2. cildinden şu bölümü aktaralım. Biraz uzun olacak aktarmamız ama aydınlatıcı da olacağı için okuyucu arkadaşların sabrını rica ediyorum:

“Savcı Doğan Öz, yazar Ümit Kaftancıoğlu, gazeteci Abdi İpekçi, Bedrettin Cömert, DİSK Başkanı, sendikacı Kemal Türkler vb. cinayetleri, bu planın kilometre taşlarını oluşturuyordu. Artık işler öyle bir noktaya gelmişti ki, 1980 yazında, işimiz gücümüz, şu cenaze töreninden, bu cenaze törenine koşturmak olmuştu neredeyse. Ankara’dayken, parti genel merkezinde, mutfakta çıkan küçük bir yangını söndüreyim derken paçası yanan bir takım elbisem vardı. ‘Büyük güçler platformu’ndaki bir partinin yöneticisi olarak, cenazelere bu takım elbiseyle katılmak zorundayım. Aynı takım elbiseyle bir cenazeden dönmüştüm, gazetede masanın çevresinde oturmuş çene çalıyorduk. O sırada, DİSK Başkanı Kemal Türkler’in MHP’lilerce öldürüldüğü haberi geldi. Yanımda oturan Muhittin Sirer’e, ‘bundan böyle şu üzerimdeki takım elbiseyi çıkartmak zahmetine katlanmasam iyi olacak galiba’, demiştim.

“Üstelik bizim işimiz iyice zordu. Çünkü yalnız soldan ya da sola yakın ılımlı aydınlardan öldürülenlerin cenazesine değil, aynı zamanda ‘ulusal güçlerin birliği’ adına, sağdan öldürülen önemli şahsiyetlerin cenazesine de katılmak zorundaydık. O günlerde, 12 Mart döneminin meşhur ve meşum Başbakanı Nihat Erim, kaldığı yazlıkta, solcu bir örgüt tarafından öldürülmüştü. MHP dışında tüm sağcı parti ve güçleri, ‘ulusal cephe’nin unsuru olarak görüyorduk. Nihat Erim de, resmen üyesi olmamakla birlikte, böyle ‘ulusal’ bir partinin, Güven Partisi’nin önde gelenlerinden biri olduğuna göre onun da cenazesine katılacaktık. Üzerimde ‘cenaze giysim’, İstanbul İl Başkanımız Halim Spatar’la birlikte, o öğle sıcağında, Şişli Camiinin yolunu tuttuk. Tüm devlet erkânı oradaydı. Biz de üzüntülü yüzlerle ‘ulusal erkân’ın bir yerlerine sıkışıverdik. Ne var ki, ‘ulusal güçlerin’ bizi yeterince görmemiş olacakları gibi bir endişemiz vardı. Gel, bu kadar zahmete katlan ve seni fark etmesinler, TKİP’nin ne kadar ‘ulusal’ bir güç olduğunu, 12 Mart’ın meşum başbakanının cenazesine bile katılacak kadar fedakârca davrandığını anlamasınlar. Yok yok, kendimizi mutlaka göstermeliydik. Bunun için fırsat kolluyordum. Cenaze namazından sonra, cenazenin arkasında yürünürken, Güven Partisi’nin Başkanı Turan Feyzioğlu’nun yanına yaklaştım ve (sanırım bu talimatı Doğu vermişti bana, yoksa bu kadar gayretkeş olmam imkânsızdı) ‘Sayın Feyzioğlu’ diye seslendim ona, sesime pürüzlü, üzüntülü bir ton kazandırmaya çalışarak, ‘Başkanımız Doğu Perinçek, size taziyetlerini bildirmemi istedi…’ Feyzioğlu, ağır oturaklı devlet adamı tarzını bozmadan, ama o kalıplar içinde olabilecek en sempatik havasıyla, ‘teşekkür ederim, başkanınıza selamlarımı iletin lütfen, gözlerinden öperim’, dedi. Şerefyab olmuştuk, partimiz ve parti başkanımız adına! Ne ‘hoş’ şeydi insanın şahsen ve kurumsal olarak ‘adam’ yerine konması, devlet güçleri tarafından! Şu ‘ulusal güçler’ gerçekten ‘hoş’ insanlarmış meğer. O anda, utanç yerine, gurur içinde olduğumu açıkça itiraf etsem iyi olacak!

“12 Eylül’e doğru hızla ilerlediğimiz günlerde, yeni bir askeri darbenin siyasal ve ideolojik zeminini hazırlayacak toplantılar düzenlenmişti Tarabya Otelinde. Bu toplantıların başını çeken üç ‘anayasacı’ydı: Orhan Aldıkaçtı, Adnan Başer Kafaoğlu ve Coşkun Kırca. Bir iki ay sonra, her zamanki gibi kendi oyunuyla kündeye gelecek AP de bu ‘anayasa değişikliği’ çalışmalarını destekliyordu. Tarabya Otelinde, üç gün boyunca sürecek toplantıları izlememiz, hatta toplantılarda tartışmacı olarak bulunmamız için Aydınlık gazetesine de iki davetiye gelmişti. Birini Oral kullanacaktı. İkinci davetiyeyi bana teklif etti. Kabul ettim. ‘Ulusal güçlerin’ üst düzeydeki temsilcileriyle böyle bir toplantıda bir araya gelmek iyi olurdu. Üstelik orada, anayasa değişikliği önerisine karşı çıkacak, ‘dar elbise’ dikme çabalarını eleştirip, ‘ulusal cephe’ çağrısında bulunacaktık. ‘Ulusal cephe’, Türkiye’ye ‘dar elbise’ dikerek kurulamazdı, tersine, emekçilerin hakları genişletilirse, ‘ulusal patronlarla’ işbirliğine daha gönüllü olurlardı. Orada savunacağımız siyaset buydu.

“Arnavutköy’de oturduğumuz yıllarda, dağlara tırmanma ve macera hevesim nedeniyle Robert Kolej sırtlarından ilerler, Maslak yoluna çıkar, oradan da Tarabya’ya inerdim (Yarılma, s. 36). Tarabya Otelini o zamandan bilirdim. Daha ilk bakışta, yanına bile yaklaşılmayacak bir zengin mekânı olduğu izlenimini verirdi. O zamanlar, günün birinde bu otele gireceğimi, yemek yiyeceğimi hayal bile edemezdim. İşte, ‘ulusal güçlerle’ yakınlığımız sayesinde bu da olmuştu. Şu anda, Tarabya Otelinin, insana bambaşka bir dünyada olduğu izlenimi veren atmosferinde, yumuşak halıların üzerinde ilerliyorduk. Yine de eski zengin akrabalarımızın evlerinde soluduğum, pek de yabancısı olmadığım bu atmosfer beni rahatsız etmişti. Tuhaf bir tedirginlik, hatta uyumsuzluk içindeydim. Oralara ait olmadığımı hissediyor, hatta yürüyüşümle, sağa sola bakışımla vb. biraz da hissettirmek istiyordum bunu.

“Neyse sonunda, konferans salonundaki yerimizi alıp tartışmaları izlemeye başladık. Yukarıda sözünü ettiğim üçlünün oldukça hazırlıklı olduğu anlaşılıyordu. Aslında, 12 Eylül darbesinden sonra, cuntanın zoruyla dayatılacak 1982 Anayasası’nın ana hatlarını koyuyorlardı ortaya. Orhan Apaydın vb. gibi aydınlar ise, bu ‘dar elbise’ye karşı çıkıyor ve 1961 Anayasasını savunuyorlardı. Bugün bana soracak olursanız, bir devrimci olarak, ne orada ne de bu tartışmada yerimiz vardı. Bu, egemenler arasındaki, kitlelere ‘kırk katır’ mı yoksa ‘kırk satır’ mı gerektiği konusunda yapılan bir tartışmaydı. Ne var ki, biz ‘dirayetli solcular’, biz ‘ulusal güçlerin’ akıldaneliğine adaylığını koymuş taktisyenler, Tarabya Otelinin rahat koltuklarında, egemenlerin platformunda kendimize ilk kez bir yer edinmiş olmanın keyfini çıkartmaktan başka bir şey düşünmüyorduk. ‘Ulusal güçler’in bir ‘kanadı’ yanlış bir ‘ulusal’ politika izliyordu, ne yazık ki! Öbür ‘kanat’ bize daha yakındı. Biz de her zamanki Stalinist ‘halk cephesi’ ya da ‘ulusal cephe’ taktiğinin gereği olarak, bize yakın olanıyla birleşir, daha uzak olanı da böylece yola getirirdik. Tabiî, aslında kimin kimi ‘yola getirdiği’ ortadaydı, ama artık bunu göremeyecek kadar miyoptuk, üstelik miyop gözlüğü takmamız gerektiğinin de farkında değildik.

“Coşkun Kırca’yı on beş yıl öncesinden tanıyordum. Aşağı yukarı o zamandan beri de doğrudan karşılaşmamıştım. Kuzenim Bilge Kırca’nın kocasıydı. Evinin, dört bir yanı kütüphaneyle çevrili salonunda, onunla az, sağ-sol tartışması yapmamıştık (Yarılma, s. 186). O zamanlar delifişek solcu bir gençtim. Tüm cehaletime rağmen cesaretim sonsuzdu. Taktikten ve sosyal statüden falan anlamadığım için, karşımdaki bilgili akademisyen ve politikacıyla kaş yararak, göz çıkararak tartışacak cesaretim vardı. Şimdi ise, otuz yaşının üzerinde, ‘bilgili’, ama cesaretten yoksun bir bürokrattım. Sosyal statüler, içinde hapsolan gençliğimin tüm isyanlarına rağmen, kafamda önemli bir ağırlık oluşturuyordu. Artık taktik incelikler benim için çok önemliydi. Yine de içimdeki genç isyancı, arada bir başını kaldırıp, ‘Gün, sonunda böylesine teslim olacak mıydın, Coşkun Kırca’lara’ diye sesleniyordu bana. Bu yüzden, Coşkun Kırca’ya tanışıklık verip vermemekte tereddüt içindeydim. Aslında, bu kibirli burjuvaya karşı, eskiden olduğu gibi büyük bir uzaklık içindeydim. Öte yandan, ‘ulusal güçler’ platformunda onunla eski tanışlığımın işe yarayacağını bildiğimden, bir selamlaşmanın hiç de fena olmayacağını düşünüyordum. Sonunda, işi doğal seyrine bırakmaya karar verdim. Kendiliğinden bir karşılaşma olursa ne âlâydı, yoksa, onun yanına gidip yalakalanacak falan değildim.

“Öğle arası verildi. Yemek salonuna alındık. Ömrümde tatmadığım güzellikte ve lezzette yemeklerle, tatlı ve dondurmalarla midemizi bir güzel doldurduk. Coşkun Kırca, biraz ilerimizdeki bir masada, ‘ulusal güçler’den diğer önemli şahsiyetlerle birlikte yemekleri mideye indiriyor ve o ince sesiyle her zamanki ahkâmlarını kesiyordu. Beni ya görmemişti ya da görmezlikten gelmişti. Görmemesine sevinmiş, görmezlikten gelmiş olması ihtimaline ise içten içe bozulmuştum.

“Öğleden sonra, tartışmalar aynı minvalde devam etti. Hatta bir ara Oral bile söz alıp, ‘dar elbise-bol elbise’ tartışmasına katıldı. İşin doğrusunu söylemem gerekirse, bu atmosfer ve tartışmalar beni oldukça sıkmış, başımı ağrıtmaya başlamıştı. Buradan bir an önce çekip gitsek iyi olacaktı. Bir ara tuvalete gitmek için dışarı çıktım. Geri dönerken, salonun kapısının önünde Coşkun Kırca’yla burun buruna geldim. Her zamanki kibirli tavrıyla, beni selamladı. Ben de selam verip geçecektim ki, beklenmedik bir şey oldu. Coşkun Kırca, adeta yolumu kesip ‘çok takdir ediliyorsunuz’ dedi bana. Önce tam algılayamadım. Kim, bizi neden ‘takdir’ ediyordu? ‘Kim takdir ediyor’, diye sordum. ‘Milliyetçi güçler’, dedi. İşte o anda başımdan aşağı bir kova kaynar su döküldü. ‘Öyle mi’ dedikten sonra yanından sıyrılıp salona girdim. Gözlerim buğulanmıştı, o yüzden Oral’la oturduğumuz yeri bile zor buldum. Yerime oturdum. ‘Milliyetçi güçler bizi takdir ediyordu’ ha! Vay canına, demek sağcı milliyetçiliğin, burjuva güçlerin esiri olmuştuk. Coşkun Kırca gibi bir şahsiyetin bu sözleri sarf etme ‘lütfunda’ bulunmasının başka bir anlamı olamazdı. O anda, Feyzioğlu’yla, Nihat Erim’in cenazesinde yaşadığımız ‘yakınlaşma’nın verdiği ‘hazzın’ tam tersi duygular içindeydim. Büyük bir acı duyuyordum. Ömrümün on beş yılı hızla geçti gözümün önünden ve o anda nasıl adım adım devrimcilikten teslimiyetçiliğe sürüklendiğimi idrak ettim. Sanki kafama ağır bir şey düşmüş ve birdenbire kaybettiğim hafızama yeniden kavuşmuştum. Bu, Coşkun Kırca’nın sayesinde olmuştu. Bundan on beş yıl önce bende bilmeden de olsa Mihri Belli’ye karşı bir merak uyanmasını sağlayan Coşkun Kırca, şimdi yine bilmeden, şu ‘ulusal güçler’ rezaletinden uyanmama yol açmıştı. Evet, kesin olarak söyleyebilirim ki, Coşkun Kırca’nın o birkaç sözcüğü, benim, 1975 yılından beri içine girdiğimiz ve 1980’de doruğuna ulaşan devlet işbirlikçisi, teslimiyetçi siyasetimizin yanlışlığını görmemi sağlamıştır. O andan itibaren, tedrici de olsa, bocalamalar da içerse, esas olarak ters yönde, akıntıya karşı yüzecektim. Bu, benim bireysel tarihimde, niteliksel bir dönüm noktasıydı.

“Ama gazete çevresindeki herkesin benim gibi ani bir dönüşüm geçirmediği muhakkaktı. Parti ve Aydınlık, aynı vahim yolda dört nala ilerlemekteydi.” (Gün Zileli, Havariler, s. 436-441)

Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin Denizler’e yaptığı bu ilk ihanet 22 Temmuz 1980 tarihindedir.

Mahirler’in ve Denizler’in katledilişinden 8 yıl sonra. İşte bunlar katillerle böyle yan yana geliyorlar, coşkuyla selamlaşıyorlar, taziyeleşiyorlar.

Nihat Erim, aktarmada da geçtiği gibi 12 Mart Faşist Diktatörlük döneminin başbakanıdır. Yani 12 Mart’ın Ziverbey işkenceleri, Selimiye ve Mamak Zindanlarına devrimcilerin tıkılması, yüzlerce aydının sorgusuz sualsiz bu zindanlara doldurulması ve 27 Mayıs Politik Devrimi’nin demokratik ve özgürlükçü esintiler taşıyan maddelerinin bir bölümünün budanması bunun başbakanlığı döneminde olmuştur. Yani tüm bu faşizan eylemleri ve katliamları organize eden hükümetin başıdır o. Yine 12 Mart’ın faşist askeri mahkemeleriyle uyum içinde çalışan odur.

Sıradan bir kişi değildir kendisi. Damadının anlatımına göre CIA’nın 30 yıl önceden devşirip kendine bağladığı hain işbirlikçi ajanlardan biridir. 12 Mart Faşist Diktatörlerinin başbakan yapmaları da bu sebeptendir. Yani CIA her şeyi önceden projelendirmiş, programlamıştır. O proje gereğidir başbakanlık koltuğuna oturtulması.

Nihat Erim’in kimliği konusunda biraz daha ayrıntılı bilgi edinmek için şimdi de damadının anlatımına kulak verelim ya da göz atalım:

“Erim’in ailesinden ilk kez birisi, damadı, 1971’deki askeri müdahaleyi Yeni Şafak’a anlattı. Prof. Önalp, ABD’nin Nihat Erim’i istihbarat elemanlarıyla 1940’lardan itibaren takibe aldığını söyledi. Ajanların evlerinin içine kadar girdiklerini anlatan Önalp, 1946’da aileye özel ders veren İngilizce öğretmeninin daha sonra İngiliz ajanı olduğunu tespit ettiklerini söyledi. Önalp’ın hâlâ birçok yönü aydınlatılmamış 12 Mart muhtırası ve döneme ilişkin tespitleri şöyle:

“CIA 30 YIL ÖNCE MARKAJA ALDI

“Amerikalıların akıllı bir tarafı var, gelişmemiş ülkelerde CIA aracılığı ile araştırma yapıp, ileride kendilerinin işlerine yarayacak kişileri tespit ediyorlar. Sonra işlerine yarıyorsan ‘bizim adamımız’ diyorlar. Ve ondan sonra sen kendini birden bire akıntının içinde buluyorsun. 1946’lı yıllarda Nihat Erim’e, benim eşime ve kardeşine eve gelip İngilizce dersi veren bir İngiliz vardı. Adam İngiltere’de bayağı meşhur bir gazeteci oldu sonra. Para da istemiyordu. Bu kişinin İngiliz ajanı olduğunu çok sonraları öğrendik. Bu da aldığı bilgileri Amerikalılara iletiyormuş. İşte o zaman CIA 1940’lı yıllarda Nihat Erim’i bizim adamımız diye mimlemiş.”

“ZORLA BAŞBAKAN YAPILDI

“Benim babam bir generaldi. Eski Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı Fuat Doğu Paşa ile çok yakındı. Gidişattan haberdar oluyorduk. 1970’lere gelindiğinde askerler hareketlenmeye başladı. CIA’yle ilişkisi olan Turgut Sunalp Paşa bizim eve gelip iletişimi o sağlıyor. Amerikan elçiliğinden de eve gelirlerdi. Sunalp ile kayınpederim Kıbrıs’tan tanışıyor. Turgut Sunalp ile birlikte Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Cihat Alpan da Ocak 1971’de eve geldi. Erim’e, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın ‘partiden istifa et’ mesajını getirdi. Erim de ‘Ben başbakan niye olayım, beni toplum Cumhurbaşkanı yapacak. Ben CHP’li bir milletvekiliyim. Başbakan olmam zor’ diyor. 11 Mart’a kadar öyle baskı geldi ki, ‘hayır’ diyemedi. Kabul etmesi büyük hata oldu. Metin Toker bana ‘Erim Başbakanlığı kabul etmeseydi onu ağlaya ağlaya, Cumhurbaşkanı yapacaklardı’ dedi. Başbakanlığı kabul etmeseydi, her şey daha farklı olacaktı, bu bir hataydı.”

“KABİNE ÜYELERİNİ BİLE TANIMIYORDU

“Nihat Erim ortanın soluydu ve onlara göre sağda kalıyordu. Bunun için Muhsin Batur, Erim’i istemiyordu. Asker, Başbakan yardımcısı olarak bir emekli albayı, Sadi Koçaş’ı Erim’in yanına yerleştirdi. Nihat Erim’in kabinede bazı kişileri tanımadığı ortaya çıktı daha sonra. O dönemin Kültür Bakanı olan Refik Erduran ile ilgili olarak Fuat Doğu bana komünistlerle teması olduğunu söyledi. Muhtıra sonrası Refik Erduran’lardan oluşan 11’ler, getirilen önlemlerin yeterince devrimci olmadığını ve kendilerinin tatmin olmadığını söyleyerek istifa etti. Erim bunun üzerine Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a ‘Ben bu işi yapamayacağım’ deyip bırakmak istiyor. Ama yakayı kaptırmıştı bir kere. Ona ‘Hayır, olmaz, istifa etmeyeceksin’ dediler.

“Demirel gitti, Nihat Erim geldi

“12 Mart 1971’de Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri komutanı Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri komutanı Muhsin Batur imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir muhtıra verilerek hükûmet istifaya zorlandı. Cuma günü saat 13.00’te TRT’den ilk haber olarak duyuruldu. 12 Mart 1971 Muhtırası, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde başarılı olmuş ikinci; emir-komuta zinciri içerisinde yapılmış ilk askeri darbe teşebbüsü. Askeri müdahale iktidarda bulunan Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel’in koltuğu bırakıp gitmesine neden oldu. Tağmaç ve Sunay, partiler üstü bir hükümet kurdurarak başına da Nihat Erim’i Başbakan olarak atadı.” (Yeni Şafak, 13 Mart 2010)

Evet, yoldaşlar. İşte en yakınında bulunan birinin anlatımıyla Nihat Erim bu.

Peki, Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin taziyede bulunduğu Profesör Turhan Feyzioğlu kim?

O da bir Finans-Kapital ajanı ve Amerikan uşağı. Faşist diktatörlüklerin destekçisi, Denizler’in idamının hararetli savunucusu ve Meclisteki idam oylamalarında hep “asılsınlar” yönünde oy veren azılı bir antikomünist alçak.

İşte Doğu Perincek ve PDA Avanesi, bu Amerikan ajanlarına, Amerikan işbirlikçilerine o günlerde de bugün MHP’ye yaptıkları gibi “milli güçler” diyerek el uzatıyorlar, dostluk tekliflerinde bulunuyorlar.

Karşılıksız da kalmıyor bu utanç verici alçaklaşmaları. 12 Eylül Faşizminin faşist anayasasının hazırlanma çalışmalarına davet ediliyorlar Tarabya Oteli’ne, bütün Finans-Kapital temsilcileriyle birlikte.

Ve ne diyor orada 12 Eylül Anayasasının 3 kişilik hazırlayıcılar ekibinin içinde yer alan yine MİT ajanı, Amerikan uşağı, faşist Coşkun Kırca bunlara?

“‘Milliyetçi güçler’ tarafından ‘çok takdir ediliyorsunuz’” (Gün Zileli, Havariler, s. 440)

Tabiî sen ABD işbirlikçilerinin, CIA ajanlarının, MİT ajanlarının, Finans-Kapital ajanlarının karşısında böyle siz “milli güçler”siniz diyerek övgü düzüp alçalırsanız, yaltaklanırsanız, onlar sizi takdir eder. Üstelik de çok takdir eder. Attıkları topu kapıp geri getirip önlerine koyan, istediklerinde arka ayakları üzerinde şaha kalkarak oyunlar yapan, istediklerinde yatıp yuvarlanan, velhasıl kendilerini eğlendiren itlerini takdir ettikleri gibi takdir ederler sizi. Severler o zavallı hayvancıkları sevdikleri gibi.

Demek ki yoldaşlar, bunların bugün Türkeş’lerin, Bahçeli’lerin MHP’si önünde, Demirel’lerin, Cindoruk’ların Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi önünde, Özal’ların ANAP’ı önünde alçalmaları yeni başlamış bir işleri değildir. Onlar, aşağı yukarı 40 yıldan bu yana aynı gerizin içinde yaşamaktadırlar.

Ne diyelim yoldaşlar?

Biz hep söylüyoruz ya; canlılar âleminin en değerlisi, şereflisi, yücesi de insanlar arasındadır, en alçağı, en şerefsizi, en değersizi, en kalitesizi de insanlar arasındadır. İnsan soyundan çıkar her iki grup da.

İnsan doğmuş ve insan suretinde yaşamını sürdüren bazı yaratıklar, gerizde yaşamayı seçebilir. Orayı benimseyebilir. Ne yapabiliriz ki?

Uyarırız, yapma deriz, yanlış yerdesin deriz ama yine de orayı seçerse çıkar için, makam için, koltuk için, para pul, mal, mülk için, elimizden ne gelir?

Acırız bunlara sadece.

Fakat yoldaşlar, bu geriz sakinleri kalkıp bir de kendilerini devrimci, solcu ve de hatta Denizler’in arkadaşı olarak satmaya kalkarsa işte o zaman artık sözün bittiği yerdeyiz, deriz. Midemiz bulanır. İçimiz kalkar…

Kendi kendimize, “insanlar bu kadar nasıl alçalabiliyor, bu kadar nasıl namussuzlaşabiliyor, nasıl düzenbazlaşabiliyor”, deriz. Aynı soydan geldiğimiz için insanlığımızdan utanırız.

Ve yine kendi kendimize “sus artık”, deriz. Çünkü konuşmak anlamını bütünüyle yitirmiştir artık… 31.01.2015

HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut

Kaynak: http://kurtuluspartisi.org/behey-bin-kalipli-bir-yandan-arkadasim-deniz-gezmis-diye-kitap-yazacaksin-diger-yandan-da-denizlerin-mahirlerin-cellatlariyla-milli-guc-birligi/




Bu ileti en son tarihselmaddeci tarafından 13.02.2015- 09:30 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 4 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   [2]   3   4   >   son» 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 2 kişi görüntülüyor:  2 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Doğu Perinçek'le AKP aynı gemideymiş... melnur 7 2628 20.10.2021- 00:09
Konu Klasör ''Sol''un Perinçek düşmanlığının nedeni abbas 39 32931 31.10.2022- 11:42
Konu Klasör Doğu Perincek'in yanlışı... melnur 0 2483 13.07.2019- 11:16
Konu Klasör İmamoğlu'nun Doğu Karadeniz gezisi... melnur 3 1256 01.06.2022- 08:14
Konu Klasör Seçime iki kala HDP ve CHP'ye açık ihtar! umut 2 3802 01.11.2015- 15:16
Etiketler   Bin,   Kalıplı,   Doğu,   Perinçek,   PDA,   Avanesi
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS